Okur Mektubu: Zafer Köse, “Umudun Gölgesi”, 18 Aralık 2007
Sevgili Gülay, ne güzelsin sen. Ne kadar saf, ne kadar insan, ne kadar onurlu. Hep haklı olanlar kazanır sanıyordun. Ve siz haklıydınız.
Barbarların, zulmetmek için kendi kurallarıyla gelip egemenlik kurdukları o 12 Eylül gününden sonra, bak, 27 yıl geçmiş. O günden sonraki her gün, sizin haksız olduğunuz, kötü olduğunuz sanılsın diye uğraşıldı. Gazetelerde, romanlarda hatalarınız anlatıldı. Ne çok kişinin işine geldi, sizi eleştirmek.
Televizyon dizilerinde, kendi zavallılığından ve kendi ilkesizliğinden utanmayan kişiler, sizleri mizah malzemesi olarak kullandı.
Bizler, o günlerde çocuk olmamızı bahane olarak kullandık, sonradan da üzerinde düşünmedik. Düşünsek de gerçekleri görmeyi göze alamadık. Alsak da haklı tarafta olmak için gerekli cesareti bulamadık. Bulsak da inancımızı sağlam tutamadık.
Unutmanın pis bir örtü gibi memleketin üstüne serilmesinden, yeni yetişenlerin gerçeği öğrenmemesinden faydalandılar; çarpıttılar.
Ama ne olursa olsun, insanın bir vicdanı olduğu gerçeğini değiştiremediler. Dağlar kadar gerçek, nehirler kadar kadim, öylesine doğal bir şey, şu vicdan dedikleri. 27 yıldır vicdanlarımızı öldürmeye çalışıyorlar. Dünyayı dünya olmaktan, insanı insanlıktan çıkarmaya çalışıyorlar.
Ama başaramayacaklar! Seni tanıyınca canlanan yüreğimden biliyorum Gülay; biliyorum, her insanın yüreğinde sana bir yer var.
Sadece insanlık, sadece memleketim değil sende gördüklerim. Ve sen, sadece bir romanın içindeki karakter değilsin.
En zor anlarda, en umutsuz durumlarda, insanın karşısındakine inanmak istemesindeki çaresizliği gördüm sende. İşkenceci bile olsa, karşıdakinin içinde bir insanlık olabileceğini düşünmek, bundan medet ummak. Belki acıma duygusunu bildiğini düşünüp bir ilişki kurmayı kabul etmek…
İyi polis – kötü polis oyununun ne olduğunu zaten biliyordum, bunun insan ruhuna etkisini de anladım.
Sonra, o “şey”i de anladım. Kalbinin derinliklerinde, insanın kendisinin sevilmeye layık olduğuna emin olmak istemesiyle ilgili bir şey. Sevildiğine inanmak istemekle ilgili bir şey.
Bir kadının vücuduna, onun isteği dışında dokunmanın ne olduğunu bile hissettim. İstemedikleri halde kendilerine dokunulduğunda, yalnızca dokunulduğunda, erkeklerin öyle canlarının yanmadığını anladım.
Dokunuşun erkeklerde, değdiği yerde kaldığını, kadınlarda ise tenden içeriye öldürücü bir zehir gibi sızdığını anladım. Yüreğe varıp onu kaskatı ettiğini anladım. Anladım Gülaycığım. Seni anladım
Sevgili Ali, Hasan, Elif; ne büyük mutluluk sizleri tanımak! Sizde insanlığın bir örneğini gördüm. Dostluğun, yiğitliğin gereğini yerine getirirken yaşadığınız o küçük ikircikler var ya, onlar sizi daha da büyütüyor gözümde.
Özellikle sen Elif, hiç kafana takma lütfen, biraz tereddüt yaşamış olmayı. Korku nasıl da yüce bir duygu olabiliyormuş bazen. Kolay olduğu için, sıradan olduğu için değil, doğru olduğu için, size öylesi yakıştığı için verdiğiniz kararları uygulamak elbette yüreğinizi ürpertecektir.
Ayşegül Devecioğlu; bu güzel insanların yaratıcısı sevgili yazar... “Kuş Diline Öykünen” ne güzel bir roman!
Yaratıcılığın, ilginçlikler uydurmak olmadığını; dikkat çekmeyi veya farklı olmayı amaç haline getirmeden bir gerçeklik yaratmak olduğunu teyit etmiş oldun. Hikaye anlatmanın, atmosfer oluşturmanın, karakter yaratmanın güzelliğini bir kez daha gördüm.
Hiç de didaktik olmadan aktardığın düşüncelerini de okudum: 12 Eylül’ün iki temel hedefi olan bir program olarak uygulandığını. Yerli sermayeyi uluslararası sermayeye entegre etmek. Ve dünya büyük sermayesinin taşeronluğunu yaparken, yerli sermayenin, kendisine ayak bağı olacak bir emek-sermaye ilişkisi yaşamasını önlemek.
12 Eylül’ün bu amaçla, muhalefetin yaşama şansının olmadığı koşulları hazırlandığını okurken, sonraki yıllarda neden dinciliğin yükseldiğini anlamak hiç zor olmuyor.
Seni de anlıyorum Yavuz. Boşunalık duygusunu. Değiştiremeyeceğin bir şeye, kesin bir şeye, yani zamana boyun eğmek duygusunu. Bitkinlik…
“Biz, kaybolan şeyin gölgesiyiz” diyorsun ya Gülay’a. İşte orada yanılıyorsun. Sizin hikâyeniz, bizim umudumuzdur. Sizde gördüğümüz insan özelliklerinden dolayı, umudumuzun varlığını hissediyoruz. Eşit, özgür, kardeşçe bir hayatın insana yakıştığının ve bunun mümkün olduğunun kanıtısınız.
Sizler, yaşamanın sağ kalmaktan daha fazla bir şey olduğunun, sağ kalmanın üzerine bazı değerleri ekleyerek insanca yaşanabileceğinin göstergesisiniz.
Sevgili Yavuz, tam o anda, İbrahim’in seni görmesini istiyorsun ya... Boyun eğmediğini, pişman olmadığını söylüyorsun ya... İnan ki, sesin zamanı da mesafeleri aştı. İbrahim duydu ona seslendiğini.
Evet sevgili İbrahim, Yavuz da biliyor, o anda onun yanında olmak isteyeceğini. Bir bağlantı kuramasanız da, sürekli iletişim halinde olduğunuzu biliyor. İnsana umut taşıyan o en güzel sözcükleri fısıldadığını duyuyor:
“Hiçbir ağaç bu kadar harikulade bir yemiş vermemiş olacaktır.”