Hande Öğüt, “Söylenemeyeni Söyleyebilme Erdemi”, Mesele, Haziran 2007.
“Gördüğüm ama asla görmediğim şeyin öyküsü...
Görmediğim o şeyi, bütün yaşamım boyunca gördüm ve
kendi kendime anlattım.”
(Joyce Carol Oates, “Mutluluk” adlı öyküsünden)
Söz, kişiye yalnızca gündelik gerçekliği değil, aynı zamanda kendi hakikatini de öğretir. Varlığının bağlı bulunduğu en belirleyici hakikatini... Ancak sözün gümüş, sükûtun altın olduğu temrininin kutsandığı toplumlarda, söylemektense susmak, yazmaktansa anlatmak, hatırlamaktansa unutmak yeğdir. Oydaşmadan, riayet etmekten sapan bireyler, devletin ideolojik aygıtının çarklılarınca ezildiği gibi toplumsal ahlâk mekanizmasının da dışına itilirler. Ya dışlama ve ihraçla tehdit edilirler, ya da tarihlerini unutmaya zorlanırlar. Ayşegül Devecioğlu, kitle tarafından kendi sesinden uzaklaştırılarak sindirilenlerin, genetik olarak belirlenen bilinçaltı dışlanma korkusu yüzünden susanların, unutmakta buruk bir teselli bulanların öykülerini anlatır bizlere.
Gördüğü ama görmediğine inandırıldığı ‘o şey’in, o şeyle başa çıkamayanların öyküsünü, âdeta kendi kendine anlatır; evet! Çünkü bağırmadan, slogan atmadan konuşur; suskunluk sarmalını mırıltının kadim ve tılsımlı etkisiyle aralar. Pierre Bourdieu, yaşam öyküsünün öncelikle sessiz, sedasız etnologlarda, sonra daha gürültülü biçimde toplumbilimcilerde ortaya çıktığını söyler. Diyeceğim, Devecioğlu da bir etnologmuşçasına, sessizce anlatır yaşamların öykülerini; görülen ama görülmez kılınan, ifşa edilmesi gereken ama üzeri örtülen, ömür boyu bir sır, tabu, utanç, yasak ve azap olarak söylenemez hale getirilenleri, darbeyle telef edilen hayatları, gözaltında tecavüze uğrayan kadınları, tarihleri bir alaysamanın, küçümsemenin perdesiyle örtülen etnik grupları, kadim kültürleri... Komployla örülen kaderi, kazaya bağlı kader olarak gösteren sistemi ve siyasayı içeriden, kolektif hafızayı içeren ama ‘içli’ olmayan bir bakışla aktarır, anlatır.
Hakikat sorunu karşısında bütünüyle ilgisiz konumda bulunma olgusuna, tabuları sarsarak muhalefet eden Devecioğlu, kadın, birey ve toplum sorunlarını siyasal bir perspektifle dillendiren, ‘80 sonrasının en önemli yazarlarından kanımca. Çünkü onun temel meselesi, söylenemeyen üzerine söz söylemek, hikâyesini anlatamayanların sesi olmak, bir yandan da bir büyüme-bilinçlenme öyküsü sunmak...
Zira söylenemeyenin üzeri sürekli örtülür, yine bir başka sözle. Gerçek söz ile gerçek olmayan söz, doğru ile yalan ikame edilir; bir hayatta kalma stratejisine dönüşür yalan. Hoş, gerçek dediğimiz nedir? Hakikat konusundaki ilgisizliği, bireyin hafıza ve bedenini sakatlayarak gerçekleştiren güç teknikleri, yaralamaya, kapatmaya, örtmeye meyyaldir her daim. Toplum, Zygmunt Bauman’ın dediği gibi, ‘muazzam ve sürekli bir örtme operasyonu’ değil midir? Ancak örterken, şunu gözden kaçırır; bu kaçışın ortaya çıkarmayı başardığı en iyi şey, üzerini örttüğü kaos ve pislik tarafından sürekli parçalanan, yırtılan ve katlanan, ince bir düzen naylonudur. Modern toplumun yarattığı gerçekle aramıza koyduğu yorumlayıcı filtreler yırtıldığında ne olur? Yüzleşmekten ölesiye korktuğumuz geçmişi sorgulamanın bedeli, yaralanmak, kanamak, kendine yeni bir dünya, belki yalan bir masal yaratmak ya da hepten nisyana terk etmektir.
Son romanı Ağlayan Dağ Susan Nehir’de bile isteye tarihini unutmuş, unutmayı ölümle ikame etmiş bir cemaati anlatırken; ilk romanı Kuş Diline Öykünen’de geçmişi kendine cebren ve hileyle unutturulmuş, unutuşun tek yaşama biçimi olduğu massedilmiş bir dönemin gençlerini odağına yerleştiren Devecioğlu, gerçeğin ötesine geçerken olayı yeniden okur ve yazgısal okumasını yapar. Her iki romanında da toplumsal tahayyül tarafından unutturulan, bir başka türlü tasavvur ettirilen tarihi olay ve olgulardan yola çıkarak 12 Eylül’ü, yok edilen Trakya Çingeneleri’ni, Auschwitz’i, Maraş Katliamı’nı bir araya getirerek, diğerini gizleyen ya da eşlik eden gerçek olayların arketipini inceler; kilidin şifresini, onun kendi ikiziyle olan ilişkisini çözümleyerek açar.
Faşizmin köklerine dek götürür okurunu, farklı coğrafya ve zamanlarda geçen olayları bir kurmacada birleştirerek Devecioğlu. Anlattığı hikâyedeki olayın neyle takas edilebilir, neyle edilemez olduğunu görürüz böylelikle. Sükût, nisyan ve tabiyetle takas edilemez, geçmişin acısı. Ancak konuşulmalı, dile getirilmeli, söylenmelidir. Üzerinden zaman geçen travmaları bir imgeyle temsil etmek, imkânsızlıkla baş başa bırakır, kişiyi; aynı zamanda, her türlü imgeyi kışkırtarak, yaşantının suskunluğuyla ikame olunur.
12 Eylül’ü bizzat içeriden yaşayan Devecioğlu, bir dönemi anlatmanın en iyi yolunun ‘hayaletler’ olduğunu biliyor ve bunu romanlarında kullanıyor. Zizek’in dediği gibi, belki de bir dönemi özetlemenin en iyi yolu, onun toplumsal ve ideolojik yapılarını tanımlayan belirgin özelliklerine değil, bu dönemi sık sık tedirgin eden, var olmayan şeylerin gizemli bölgesinde ikamet etmelerine rağmen ısrarla direnen, etkilerini sürdürmeye çabalayan, inkâr edilmiş hayaletler üzerine odaklanmaktır. Kaldı ki insan da, ideolojik bir inşa ya da bir hayalettir.
Çingene’nin Kadim Yalan Tiyatrosu
Son romanında bir Çingene’nin, Naciye Abla’nın öyküsünü anlatıyor Devecioğlu. Eskimeyen, anlatıldıkça daha çok merak edilen şeyin, dile getirilemeyen olduğunu bilen, yersiz yurtsuz bir çingenenin hikâyesini... Ömrü boyunca kendi kimliğinden göçmeye çalışmış bir Çingene’nin, ama aynı zamanda da anlatıcının hikâyesini. Öyküsünü nasıl anlatacağı konusunda sınırsızca özgür olan anlatıcı, hikâyesini gerçeğe teslim etmek değil, hikâyesiyle gerçeği teslim almak niyetindedir. Çingene’nin hikâyesini, yazarken, adı ‘ağlayan nehir’ anlamına gelen bir Balkan kasabasında hatırlayan kadın anlatıcı, Naciye Abla’nın ölümünden yıllar sonra başlar onu anlatmaya...
Hatırlama anları anlatıcının gözünde zamana, zamanın unutturduklarına karşı bir direniş biçimidir. ‘80 darbesinden sonra, zamanın hafıza üzerindeki yıkıcı etkisini bizzat kendi deneyimiyle yaşayan anlatıcı, Naciye Abla özelinde, unutulmuş bir halkı, yakın dönem tarihiyle birlikte hatırlar. Evlerinde yardımcı, bakıcı olarak çalışan Naciye Abla’yla ömür boyu süren ilişkisini anlatırken, Çingene’yle arasındaki duygusal bağın gizemini de keşfetmeye çalışır anlatıcı. Belki de ortak bir şeyleri olmayanların ortaklığıdır bu.
Zira anlatıcı, Cumhuriyet ideallerini benimsemiş orta sınıf bir ailenin kızı, Naciye Abla’ysa okuma-yazması dahi olmayan bir çingenedir. Aralarında kültürel, etnik, dinsel farkların yanı sıra epey yaş farkı da vardır üstelik. Naciye Abla, rasyonel cemaat tarafından çingene olması hasebiyle dışlanmıştır. Ancak onlar birbirlerine olan güvenleri, birbirleri için oluşları, bilgi aktarımlarıyla öteki cemaati kurmuşlardır aralarında. Anlatıcı, Naciye Abla’yı anlamanın, onun düşüncesi üzerine çöken buyruğu hissetmekle gerçekleşeceğine inanır. Düşüncesinin her zaman itaat etmiş olduğu buyruğa meydan okuyan bir başka buyruktur ama bu. Naciye Abla’nın anlatıcıyı bağlayan gücüdür buyruk...
Ötekini tanımak, onun konumunun yerçekimi yasalarının ürünü, hareketlerinin de fiziksel baskıların sonucu olmadıklarını, kendi düşüncesinin kendi iradesi için formüle ettiği bir temsilin hükmü altında olduğunu görmek demektir bu. Ki anlatıcı, Çingene’nin yalan tiyatrosunun kadim sahnesinde görür, temsil edilenin aslında gerçek olduğunu. Kendisiyle ortak hiçbir şeyi olmayan ötekiyle karşılaştığı bu alan, öteki cemaat’tir. Burada ötekiyle sadece sözleriyle değil, çıplak gözleri, boş elleri ve sessizliğiyle, yaralanabilirliğiyle yüzleşir anlatıcı. Öteki, ‘ben’in rasyonel buyruğunun tutarlılığını bozan davetsiz bir misafir, bir ıstırap yüzeyidir. Ama onunla ancak, irade dışı bir hareketle, kimsenin mülk edinemeyeceği ilkselin, yani sıcaklığın, havanın, ışığın, toprağın içine gömülerek karşılaşıyor oluşumuzdandır, bu ortak aidiyet hissinin büyüsü. Onu bir kez duyumsayınca da peşini bırakmayız.
Çingene’nin ölümünün ardından, onun öyküsünün peşine düşer anlatıcı. Çünkü ötekinin kendisine sunduğu dokunuş, sadece ötekine ait olmayan bir ıstıraba çeker anlatıcıyı ve onun acısının kaynağına doğru gider, içinde onun ıstırabıyla... Çünkü ötekinin ıstırabının, çektiği acının, kendini saklama çabasının ve korkusunun farkına varan şey, beceriyi şefkatle dokunmaya çeviren, insanın elindeki hareket; bakışları saygıyla hedeflerinden aşağı çeken, insanın gözlerindeki hareket; ve söylenenin tutarlılığını bozan, kavramlarını ve sebeplerini birbirine karıştıran, mırıltılar ve sessizlikle işini zorlaştıran insanın sesindeki bu belli belirsiz harekettir.
Bu kımıltı bazen kekemedir. Yerleşikliğin imkânsız olduğunu bilip yerleşik hayatı kekeleyerek yaşayan Çingene’nin dilinde kekeleme; bir kuşla hasbıhalı tercih eden Gülay’ın dilinde mırıltıdır. Nurdan Gürbilek’in söylediği gibi, “İnsanın bir yabancının bakışını üzerinde hissetmeden kendi kendine ya da bir benzeriyle gerçekleştirebileceği gerilimsiz, alçak sesli konuşma”dır mırıltı... Yitirilen bir sesi yeniden yaratmaya çalışırken kimi kez ürkek davranan, kimi kez bilinçle kendini saklayan, çokça da alçak sesle konuşan romanlarını, ötekinin ‘yanında olma’ ve ‘ile olma’dan çıkararak ‘için olma’ya getirir Devecioğlu. Anlatıcı, olay örgüsüne o denli katılır ki bir süre sonra kahramanıyla özdeşleşir, onun için olur –anlatılan sanki kendi hikâyesidir.
Kendilerine has karakteristik özellikleri ne olursa olsun kahramanlar, ortaklıklar sergilerler; yazarın mesele edindiği ahlâki sonuçlar adına belirleyici ortak özelliklerdir bunlar. Ki her iki romanda da yapısal ve kurgusal olarak iki özellik göze çarpar: parçalılık ve epizodiklik ile iki özelliğin bir aradalığından oluşan bütünsellik... Ağlayan Dağ Susan Nehir’de de, Kuş Diline Öykünen’de de ana hikâyeye bağlanan küçük hikâyecikler mevcuttur; Devecioğlu yazar ve anlatıcı olarak kahramanlarıyla, hikâyecikleriyle birliktelik içindedir.
Bu birliktelik, Bauman’ın formülasyonuyla açıklarsam; ‘yanında olmak’, ‘ile olmak’lıkla başlayıp ‘için olmak’a dek ilerler. Epizodikliğini, karşılaşmaya yüklediği anlama borçludur bu kurmacalar. Ötekiyle karşılaşmayla ilgili ne varsa, karşılaşmanın süresi içinde yaratılır. Parçalı epizodik karşılaşmanın amacı sonuçsal olmama niyetidir ki, anlatıcının kahramana dair anıları, anladıkları, andıkları bitmez, ona dair keşifleri sonuçlanmaz. Bu düzenekte birbirleriyle yan yana konumlanırlar.
Çingene (Ağlayan Dağ Susan Nehir) ve Gülay (Kuş Diline Öykünen) ile ben-anlatıcı yan yanadır. İlkin kahramanlar ön plandadır; ben-anlatıcıysa onları, kendi hayatındaki bağıntıyla ve bağlamıyla anlatırken, kişisel tarihini geri planda tutar. Ancak ötekiyle etkileşimi öncelleyen ilinti, güncel olanın içinden çıkar. Anlatıcının şimdiki zamanında, o ânın oluşmasında belirleyicidir, ötekinin hikâyesi. Bu nedenle anlatıcı benlik, o ânın içinde fazla rol ve yer almaz, sözü diğerine devredercesine, onun dilini konuşmaya başlar.
Çingene’nin tarihini anlatmaya başladığında, hikâyeye yan kahramanlar da katılır yani seçilen/ayrımsanan ötekilerin katılımıyla ‘yanında olma’ kipinden ‘ile olma’ kipine geçer anlatıcı. Bu durum, Ayşegül Devecioğlu’nun diğer romanı için de geçerlidir. Kuş Diline Öykünen’de de, anlatıcı ile italik hikâyenin yazarı İbrahim, Gülay ile ‘Üsküdar’a Gidelim Kuşu’ ve Yavuz, birbirleri iledir; yan yanadırlar. Bu kiplerin ardından roman kişileriyle, anlatıcının birbirleri ‘için olma’ sürecine geçilir. Çingene’yle birlikteliği bütün ve süreklidir anlatıcının; artık ‘onun için’ olmuştur. ‘İçin olmak’ı şöyle açıklar Bauman: “İçin olmak, ile olma koşulu altında, her karşılaşmanın kendisinden geçici bir kopuş olduğu ve her karşılaşma vakasından sonra partnerlerin kendisine döndüğü bir temel çizgisi olan bu parçalanmışlığı tamamen ortadan kaldırır.”
Artık kopuşun olmadığı bir çizgidir bu; tecritten bütünlüğe doğru bir sıçrama! Romanın sonunda birbirleri için olan anlatıcı ve kahraman, öteki’nin eşsizliğini korur, savunur. Onu öylesine içselleştirir ki giderek onun için(de) olur. Nitekim anlatıcı, Ortaköy’de bir çingeneye fal baktırdığı günü, falcının yalanlarını iyimserlikte dinlediği günü anlatırken birden Çingene’nin sesi olur sesi, onunkine dönüşür düşüncesi. Ve kendi söylemi, ötekininkiyle yer değiştirir: “Lakin bu garip Romancık, karşısında oturup da iki-üç tane baklayla bir nazar boncuğundan kaderini öğrenmeye çalışan gacodan niye utansın ki kızanım? (...) Fala inanmaz Çingeneler. Fal, boş hayaller peşinde koşturur adamı, umuda düşürür ki ateşe düşmekten beterdir bak.”
Kuş Diline Öykünen’deyse kuş dili, Gülay için bir başka dilin imkânından yararlanarak özgürleşmektir. Ötekinin bir öykü gibi düzenlenmiş olan hayatı, başlangıcından, kökeninden, miyadına hem bir amaç hem de erek (telos) olan zamandizinsel bir düzene uygun olarak gider. Ancak bu daima geçerli değildir. Anlatı, her zaman için katı zamandizinsel silsileler dahilinde ortaya çıkmamış olmakla birlikte, anlaşılabilir bağıntılara göre sıralanmış/düzenlenmiş bölümler biçiminde düzenlenme eğilimi ya da iddiasında olan olaylar da önerir, Bourdieu’ye göre. Yaşam öyküsünün öznesi ve nesnesi, bir bakıma anlatılan hayatın (ve üstü örtük biçimde her hayatın) anlamına ilişkin koyutu kabul etmede aynı çıkara sahiptir. Anlatıcı, kendisi de oluş halinde olan ve bitmek bilmez dönüşümlere tabi olduğundan, bir uzamda art arda sahip olduğu konumların dizisi olarak yörünge kavramının oluşmasına götürür okuru.
Devecioğlu iki romanında da, özel adı olan kahramanlardan, dahil bulundukları anlam dünyasının içinde olgusal ve kavramsal olarak söz eder. Kuş Diline Öykünen’in Devrim’i ‘Çocuk’; Ağlayan Dağ Susan Nehir’in Naciye Abla’sı ‘Çingene’dir çoğu zaman. Çünkü onlar ne kendi halklarındandır, ne de diğerlerinden. Onlarla özel ilişkilerinde adlarıyla bahsederken, büyüme ve bilinçlenme döneminde, dahil oldukları olguyla anan her iki anlatıcı da, özel ismin oluşturduğu bu tamamen tekil adlandırma yöntemini zaman zaman terk ederek biyolojik bireyin kimliğinin, eyleyici olarak devreye girebileceği bütün alanlarda, yani bütün muhtemel yaşam öykülerinde güvence altına alan sabit ve süreğen bir toplumsal kimlik olduğunu gösterir. Böylece hem parçalanmış çoğul bir öznenin, anında açımlanması hem de özel isimle toplumsal olarak verilmiş bir kimliğin dünyalarına özgü çoğulluğunun ötesindeki sürekliliği vurgular.
Öteki olarak çingene de devrimci gençler de ante portas (kapıdaki) yabancıdır ve iki yüze sahiptir. İlk yüz ayartıcıdır, çünkü gizemlidir. Çingenenin anlattığı masallar, evde yasak olanı yıkarak ortamı karnavallaştırması, kadınlığın yasak bilgisini aktarması, haz vericidir. İkinci yüzse tehditkâr ve tekinsizdir. Sanki onların egzotik dünyasında, insan yüreğinin kaldıramayacağı bir uğursuz trajedi gizlenmektedir. Öteki, egzotik otantikliği övülerek, etnik kökleri sevimlileştirilerek bir tür ters ırkçılığın nesnesine indirgenir ancak.
“Bizim için Naciye Abla âdeta bir oyuncak, sevilen bir eşyaydı.” Naciye Abla’yı korkutmak, kandırmak, özellikle okuma-yazma bilmediğini öğrendikten sonra onunla çeşitli biçimlerde dalga geçmek, en büyük eğlencesidir anlatıcının ve erkek kardeşinin. Naciye Abla’nın okuma yazma bilmemesi onu egzotik bir karakter haline sokar ailede. Zaten yıllar yılı korkutulmuş, daha da korkmamak için kendi imgesini reddetmiş bu Çingene’yi, Naciye Abla’yı ne zaman gerçekten duyumsar ve onun için olur peki anlatıcı?
Doğduğu kentin karanlık tarihinden, ancak üniversitede okuyan erkek kardeşinin doktora çalışması sırasında haberdar olur anlatıcı. Trakya’da Yahudi mahallelerine yapılan saldırıyı, çingenelerin ve yabancıların üstünü atmıştır dönemin gazeteleri. Üniversitede okuyan erkek kardeşiyse Çingenelerin suçlanmasının, resmi makamların haberdar olduğu organize saldırıyı gizleme amacını taşıdığını söyler. Erkek kardeşi tez hocası tarafından engellenip caydırılınca anlatıcı, kendisine yöneltilen sorulara ısrarla cevap vermeyen Çingene’yi anlama ve masallarını başka türlü okuma devresine girer. Çünkü masallarda tekinsiz bir hayalgücü, özneler ve nesneler dünyasının güvenli sınırlarının dışına çıkarak ayrımları belirsizleştirebilir ve bizi hayvansal içkinliğe taşıyabilir. Hem masal, gerçekle aynı bedendendir, “onunla aynı kanlı etten ve kemikten”.
Masallarını kendini doğaya adayarak, yurdunu müziğin ve neşenin yurdu haline getirerek ve unutarak oluşturur Çingene. Unutmak, halinden hoşnut olmak anlamına gelmez asla. Bu sözcüğe yüklenen ana anlam, kimi zaman ümit ve neşe de dolu olabilen bir çeşit karşı koyma gücüdür. Aynı toplama kamplarında fırınlara gönderilen Yahudiler zulme ve dört bir yana dağılmalarına devasa bir hatırlama endüstrisiyle karşılık vermişler, buna mukabil Çingenelerse kaderciliğin ve unutmanın sanatını yaratmışlardır.
Her çingene gibi Naciye Abla da hikâyesini yanılsama ve unutma; kimliğini red ve bir başka kimliğe bürünme üzerine kurmuştur. Onun hayatta kalma stratejisidir bu. Kimlik, Laclau’nun da inandığı gibi, elementlerin hegemonyacı dile getirilişinin sonucu olarak inşa edilen koşullu bir kavramdır. Ve özne, hele ki nesneleştirilen öteki, toplumsal arzu ağlarınca içerilmiş, kendiliğindenliği tekinsiz kılınmıştır. Bütün kendiliğindenlikler, medeni düzeni yıkıcı unsurdur; düzenin iyiliği için küçük ve utanç düşürücü olduğu ilan edilmeli ve öyle davranılmalıdır. Kendi olmak, utançtan uzaklaştırmaya yarayan simgesel bir duvardır; çığlığı önleyen bir ara kesit... İnkâr edilemez ve bakışın nesnesi olmaktan çıkarılır utanç. Bu da bir bölünme figürüdür, Çingene ömrü boyunca Çingene olduğunu reddeder.
Oysa sonluluğun hüküm sürdüğü beyazların dünyasında, Çingeneler adına bir son yoktur; onun imgesi, itiraf edilemeyen cemaatin üyesi olarak bakidir. Maurice Blanchot İtiraf Edilmeyen Cemaat’te bu olguyu sorgular: “Onu ancak gıyaben var kılan şey kavranabildiğine göre, cemaatin varoluş biçiminde onu ortaya çıkarabilecek bir itirafın mevcut olmaması mı demektir?” Çingeneleri, çiçekçi, falcı, bohçacı, çalgıcı sıfatlarıyla gıyaben tanırız, cemaatin varoluşunu, ötesini bilmediğimizdendir belki bu kavrayışımız. Ama onlar da hiç doğruyu söylemezler ki...
Doğruyu söylemek, tahammül sınırlarını aşmaktır. Karşımıza ilkin Yunan edebiyatında, Euripides’te çıkan parrhesia (açıksözlülük ve doğruyu söyleme), kalbin ve zihnin konuşma aracılığıyla başkalarına, sır saklamaksızın açılmasıdır. Parrhesiastes, yani doğruyu söyleyen kişinin düşüncesi hakikattir ve inançla örtüşür. İnsan ahlâki niteliklere sahipse hakikate erişir ve bunu başkalarına da aktarır. Michel Foucault’nun Doğruyu Söylemek adlı kitabında belirttiği gibi, bir insan ancak hakikati söylemenin risk ya da tehlike arz ettiği durumlarda parrhesia kullanıyor sayılır. Kişi, bir parrhesia oyununu kabul ettiği zaman kendi kendiyle özgül bir ilişkiye girebilir ancak. Çingene için doğruyu söylemek tehlikelidir, ama sırrını güvendiği bir diğerine aktararak, ötekiyle gerçek bir ilişkiye girebilir ve hikâyesini teslim edebilir.
Unutulanın Parçalı Hatırlanışı
Poetik dili ve romansal estetiği bir yana Ayşegül Devecioğlu çok iyi bir tahkiyeci. Romanlarında mutlaka bütünü sırtlayıp götürecek, dramatik gerilimi artıracak, romanın trajik özelliklerini karşılayabilecek ve romansal hakikate içselleşebilecek sahici bir hikâye anlatan yazarın her iki romanı da, gücünü tarihi gerçeklikler olmasından ve dönüştürücü bir sıçrama imkânı yaratabilmesinden alıyor. Bunlar, bireyin ezeli ve ebedi sorunlarını bir odağa toplayıp sonra kendi dışına açan uzun hikâyeler kanımca. Nâlân Barbarosoğlu (Adam Öykü; Ocak-Şubat 2003, Sayı: 44) roman ile hikâye arasındaki farkı anlatırken şöyle der: “Roman, gücünü merkezden dışa doğru yayılan dalgalardan alırken, öykü tam tersine yayılan ya da yayılmış dalgaları merkeze, odağa toplayarak, ana eylem ya da durum ya da kişi içinde eriterek, seçtiği merkezi/odağı yoğunlaştırarak gücünü kazanıyor.”
Devecioğlu’nun eserleri, yayılan ya da yayılmış olan dalgaları bir merkezde toplayarak dışarı açar. Çünkü 12 Eylül, uzak geçmişteki bir ‘altın çağ’ olarak hep kendi içine, hatta kendi üstüne kapanmıştır, şimdiye dek. Kuş Diline Öykünen, devrimci mücadeleye inanan, kendisine verilen her şeyi yutarcasına okuyan, yoksulluğa ve zulme karşı mücadele eden Gülay’ın kişisel hikâyesi gibi görünse de, anlatılan hepimizin hikâyesidir. Seçtiği merkezi, yan hikâyeciklerle besler, destekler Devecioğlu. Şimdiki zaman ile geçmiş zaman kipini ardı ardına kullanarak zamanın akışkan döngüsünü yıkar. Anlatıyı oluşturan ana öykü ile yan hikâyeleri birbirine bağlayan iki şeyden biri, bütün bu olanları gören ve yazan anlatıcıdır; ötekisiyse zamanın sessiz tanıkları... Masal zamanının...
Romanlarında kullandığı masal dili ve masala gönderme yapan yan öykücükleriyle masal tadında bir akıcılık, şiir tadında bir dil, trajedi tadında kurmacalar yaratır Devecioğlu. Ağlayan Dağ Susan Nehir, kimilerince klasik roman yapısına sadık kalmadan, anlatımda doğrusallık izlemeden kurulduğu veçhesiyle eleştirildi. Peki ama, çizgisel anlatı şeklindeki roman yapısının terk edilmesi, hayatı, hem mânâya hem de yöne sahip bir varoluş olarak ele alan görünün sorgulanması anlamında okunamaz mı? Neden olmasın!
Öyle ki, geçmişi edilgen olarak hatırlamakla yetinmez Devecioğlu’nun kahramanlarıyla anlatıcıları... Düz zamansal çizgiye eklenen ara bölümlerle etkinleşir ve romanın olup bitmiş zamanında yaşamaya devam eder. Roman boyunca, italikle yazılan ve araya giren bölümlerle anlatıya katkıda bulunan yan hikâyeler, dairesel kurgunun yapıtaşlarıdır. Alain Robbe-Grillet’nin belirttiği gibi, gerçek olan süreklilik göstermez; sebepsiz bir biçimde üst üste binen ve her biri tek olan öğelerden oluşmuştur ve bu öğelerin kavranması, hele de sürekli öngörülemeyen konu dışı, rastlantısal biçimde ortaya çıktıkları düşünüldüğünde çok zordur. Hele ki hikâye anlatmayı, her şeyi başsız sonsuz bir zamana sığdıran bir Çingene’den öğrenmişse anlatıcı... Hele ki unutulmuş bir dönemi bugünden bakarak hatırlamaya çalışıyorsa kahraman...
Söz konusu dairesel kurguyu, kadın yazısı üzerinden yorumlamak da mümkündür. Doğrusal anlatıyı kıran, dişil akıcı, istikrarsız, marjinal, devinimli, merkezkaç özellikli metinler ortaya çıkan dişil metinlerin işi, metaforlarladır. Kuş Diline Öykünen’de Gülay, Yavuz, Leyla ve İbrahim’in trajik hayatlarında konuşmak kadar konuşamamak da önemli bir sorundur. Gözlere, yüreklere, gülüşlere sinmiştir, derin acılar, hiçbir söze sığmaz; yaşananlar bilinen bütün kelimelerden kaçıp kimsenin bulamayacağı kuytulara saklanır. İşte burada imgeler girer devreye...
Yaşanan bütün acılara rağmen ayakta durma gücünü, bir kuştan, özgürlüğü simgeleyen bir imgeden alır Gülay. Başkalarının farkında bile olmadığı, yalnızca Gülay’ın bildiği sözcükleri tekrarlayarak öten bir kuştur bu. Ağlayan Dağ Susan Nehir’deyse bir başka falcı kadından aldığı pembe dinozor, Naciye Abla’ya dair metaforu olur anlatıcının. Ötekinin acı çekmiş olduğunu bilmesine rağmen acıyı yatıştırmasına engel olan bir imkânsız umut temsili, kahramanı için bir hatırlama nesnesidir bu simgesel varlıklar.
Devecioğlu’nun romanları, eril dilinin temsilciğiliyle değil, kendiyle bağlantılı, kaygan ve akıcıdır. Birbirinden kesik parçalar, bölüntülenen olay örgüsü, klasik romansal söyleme aykırı olarak görülse de ana gövdeye bağlanan bölümler (anlatıcının eski arkadaşı Ekin’le karşılaşıp Çingeneler hakkındaki bir sempozyuma katılması, Kakava Şenlikleri, kimi coğrafi ve ansiklopedik bilgiler, gezi izlenimleri, gözlemler, Basri’nin Yılmaz Güney’e olan tutkusu ile Maraş Katliamı’nın ortasına düşmesi veya ilk romanda İbrahim’in ağzından anlatılan italik pasajlar, 12 Eylül’den sonra dağa çıkan arkadaşların tuttuğu bir gerilla birliğinin günlüğünden alıntılar, yazarın bizzat yaşadığı ya da duyduğu anekdotlar), asıl hikâyeyi bütün ayrıntıları ve arkaplanlarıyla anlatabilmek, anlamlandırabilmek, kaybolan zamanı geri getirebilmek amacıyla kurulan yan hikâyeciklerdir.
Buna mukabil her biri başlı başına, bir novella olan bu hikâyecikler, ana gövdeye bütünsel bir kurguyla bağlanmaz. Bütün hikâyeleri kendi etrafında örgütleyen merkezi bir olay örgüsünün olmayışı, romansal bir kusur değil, dili bu denli iyi kullanabilen yazarın tercihidir kanımca. Ancak yine de Devecioğlu, roman yazarı olmaktan ziyade, usta bir tahkiyeci. Nitekim belirsiz kişilere gönderme yapılan zamir kullanımı daha çok öykü girişlerinde kullanılıyor, ki Devecioğlu iki kitabının da girişinde, belirli bir zamir kullanmamıştır. Ağlayan Dağ Susan Nehir’in girişinde belirsiz, herhangi bir çingeneye adanmış, kadim bir masal anlatılır. Ancak daha sonra okuyacağımızın, ‘bir çingenenin öyküsü’, Naciye Abla’nın hikâyesi olduğunu anlarız. Çingene de kendi kimliğinden göçmeye çalıştığı için diğer kimliklere öykünecektir.
Kuş Diline Öykünen’de de yine birinci bölümde ‘karanlık’ betimlenir; belirsiz bir anlatıcı ses, karanlığın, içinde yavaşça yurt edindiğini mırıldanır. Ardından, romanın kahramanı Gülay devreye girer. Kendini gizleme çabası içindeki bütün kahramanların hikâyesi sondan başa doğru aktarılır. Bu da öyküde, hikâyenin sona yakın bir noktadan başlama özelliğiyle uyum gösterir. Roman olmaktadır, hikâyeyse olmuştur. Dağ ağlamış, nehir susmuştur.
Olmuş ile olmakta olandan yola çıkarak olacağı da anlatır bize Devecioğlu, mırıldanan öykülerle... Cortazar’ın Mırıldandığım Öyküler’de dediği gibi, bu mırıldanan öykülerin en güzel, sevilesi yanı, her şeyin, her edimin ince ince betimlenmesi, gittikçe artan bir tadın çok ağır çekimi, bedene, sözcüklere, suskunluklara doğru usulca tırmanışıdır.