A. Ömer Türkeş “Kuş Diline Öykünen”, Pandora, 2004
Ayşegül Devecioğlu, 1956 doğumlu. 1977 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden öğrenimini tamamlayamadan ayrılmış, 1986 yılından sonra gazete, dergi ve televizyonlarda çalışmış, çok sayıda makale ve deneme yazısı yayınlanmış. Kuş Diline Öykünen yazarın ilk romanı.
Öncesi ve sonrasıyla 12 Eylül’ün güçlü bir arka plan teşkil ettiği romanda okuduğumuz hüzünlü, trajik bir aşk hikayesidir; roman kahramanı Gülay, devrimci harekete o coşkulu günlerde bilgisinden ziyade duygularıyla katılmış, darbeyle birlikte yakalanarak işkence görmüş, tecavüze uğramış genç bir kadın. Hapisten çıktığı anda karşılaştığı hayata ayak uydurmakta, yaşananlar hiç olmamış gibi davranan evdeki, etrafındaki, iş yerindeki insanlarla iletişim kurmakta güçlük çekiyor. Ayşegül Devecioğlu, şiddetin kadınlar üzerindeki ikili etkisini vurgularken iktidarın cinsel kimliğini de sorgulamış. Gülay, devlete isyan edip hapse düştüğü için şüpheli bir şahıstır artık, üstelik o süreçte bedenine ve kadınlığına da yabancılaşmış, erkeklerden çekinir bir hale gelmiştir, ama tecavüze uğramışlığının bedelini kendisine ödetmek isteyen toplumsal ahlakın kuşatması çok daha ağırdır.
Zamana, aşka ve unutulanlara adanmıştır
Gülay, bütün bunlarla baş edebilecek bir kadın; baş edemediği, zamanın yitikliğidir. Zamanla birlikte mekanlar da değişmiştir sanki. En temel şiddete, toplumun yüz çevirmesine maruz kalan Gülay ve arkadaşları sanki hiç var olmamış, sanki bu toplum coşku ve umutla geçirdiği o beş yılını hiç yaşamamıştır. Duygudaşlık edeceği hiç kimsenin kalmadığı, hikayesini anlatacağı, gerçekten neler yaşayıp neler hissettiğine kulak verecek ve bunların gerçek olduğunu kavrayacak herhangi birinin bulunmadığı, tersine unutmadığı için kınandığı bir dünyada, kendisini dünyadaki son kişi görmenin yarattığı kesif yalnızlıkta, işte tam böyle bir anda, Yavuz’a rastlayacaktır Gülay.
Yavuz da aynı hareketin militanı; üniversite öğrencisiyken katıldığı örgütün askeri kanadına seçilmiş, idamlık pek çok eyleme katılmış, darbe nedeniyle örgütsel ilişkileri dağılınca yakalanmamış ama yalnız kalmış bir genç. O da Gülay gibi yalnız, o da zamanın ihanetini, toplumun kendilerine yüz çevirme nedenlerini anlamaya çalışıyor. “Birkaç yıl öncesinde en ücra köşesine kadar kıpırdanan bu toprağın, yabancı, suskun, lanetli bir taş parçasına dönüşüvermesine akıl sır erdiremiyor” Yavuz; “Birkaç yıl önce, bu denli haklı ve kabul edilebilir olan şey, şimdi nasıl da tüm gerçekliğini, tüm haklılığını, hatta tüm masumiyetini yitirmişti!” sorusuna bir cevap bulamıyor. Etrafındaki çemberin daralmasının ve çaldığı bütün kapıların kapanmasının yalnızlığında, işte tam böyle bir anda karşılaşacaktır Gülay’la.
85-87 yılları arasına sığan anlatı zamanı içinde bu iki kuşatılmış insanın benliklerini birbirlerinin duygularını paylaşarak onarma çabasını, onların iç dünyalarını tarihsel/toplumsal süreçle etkileşim içerisine çok iyi yansıtmış Devecioğlu. Duyguları, düşünceleri ve tenleri her zaman aynı dili konuşmasa, pembe düşler hiç kurgulanmasa, iç sorgulamaları hiç tükenmese, her kapı tıkırtısı yüreklerini hoplatsa, ölümün yanı başında bir sevgi yeşertmek çok zor olsa bile, dar zamana sıkıştıracakları bir aşkları var Gülay ve Yavuz’un; küçük sevinçlere sığınan trajik bir aşk bu. Çok sonra Gülay’ın farkına varacağı gibi ikisinin de aradığı anılardır; bugünün geçmişi silerken bıraktığı küçük izler, lekeler, benekler... Belki de en başından beri, aradıkları yalnızca bu izdir işte; “Yavuz kadar kendi için de, oyundan bir aşka gizlenmiş o kayıp geçmişe dair bir işaret...”
Aşkın ve Yavuz’un kaderi daha baştan yazılmıştır. O kader, o dönemin hukuku ve doğalın akışı içerisinde hep vardır. Ama öyle olmasın isteriz, belki yazarın sevgi ile yaklaştığı roman kahramanlarına bizim de içimiz ısındığından, belki de onları bir zamanlar tanıdığımız birilerine benzettiğimizden mutlu bir son dileriz. Ne var ki, hikâye –tıpkı hayatın kendisi gibi– yavaş yavaş işleyecek ve bütün nedenselliğiyle o trajik sonu getirecek mantıksal çerçeveyi tamamlayacaktır. Devecioğlu, trajedinin kaçınılmazlığını romanın kurgusu ile vurgularken, ana hikayeyi yer yer kendisinden bağımsız sisli bir yan hikâyecikle kesmiş. İtalik karakterlerle verilen bu kısa yan hikayecik sol harekete ilişkin değerlendirmeleriyle, romanda bir görülüp bir kaybolan Leyla ve İbrahim arasındaki aşkla, özellikle de işkencecilerin kimliğini deşifre eden ürpertici anlatılarıyla hem ana hikâyedeki açık noktaları kapatıyor, hem de 12 Eylül karanlığını aydınlatabilecek bir derinlik taşıyor.
Yavuz’un şiddet ve travma anılarıyla biçimlenmiş kimliğini de netleşiyor bu anlatılar. O şiddet günlerinden sağ çıkan Yavuz, Gülay dışında kader ortağı bulamadığı ve hala koruduğu inancını kimselerle paylaşamadığı bir anda etrafını çeviren timlerin üzerine, yani ölümün üzerine elinde silah ağzında “kahrolsun faşizm” çığlığıyla yürüyecektir; inanmayı unutmuş insanlara arkasında hiç değilse inancı ve mucizeyi hatırlatacak bir masal bırakmak için… Gülay’sa bir kez daha yalnız kalmanın hüznünü, bir kez daha yalnız bir kadın olmanın önüne dikeceği sorunları sessizce göğüsleyerek sürdürecektir yürüyüşünü. 12 Eylül zihniyetinin toplumun her kesimine sindiği, operasyonun tamamlandığı bir tarihe gelinmiş, geçmiş ancak bir daha geri gelmeyecek nostaljik bir çocukluk anı olarak anlatıldığı takdirde medyanın haber konusu olmuştur. Yansıtılan duyguların yas, pişmanlık, hatta intikam olması bile ehemmiyetsizdir artık, yeter ki geçmişin bir daha asla geri gelmeyeceği vurgulanmış olsun…
Edebiyatla siyasetin kesişme noktası
İki türlü okunabilir bir sonla bitirmiş hikayesini Ayşegül Devecioğlu. Ben de bir yorum yapmadan aktarmak istiyorum: “Zaman... Zamanı anlamak, diye düşündü Gülay, bu yabancı, bu zalim zamanı anlamak; kaderle baş edebilmenin tek yolu belki. Bu düşüncenin üstünde zihni halsizce oyalandı. Sonra kalktı, belli belirsiz bir umutla gözlerini parkta dolaştırdı. Orada olamayacak olanı yeniden bilinçsizce aradı. Yoktu... Biraz ötesinde, kendinden bir-iki yaş küçük bir oğlanla oynayan Çocuğu gördü. Devrim! diye seslendi... Birden, ilk kez, bu kadar yüksek sesle çocuğun adını söylediğini aynmsadı. İsim, kaçak bir mahkum gibi fırlayıvermişti ağzından. Gayri ihtiyari çevresine bakındı. Sonra, bir kez daha yeni, değişik, alışılmadık tuhaf bir şey yapıyormuş gibi, söyleyip söyleyemeyeceğinden emin olmadan, bir kez daha bağırdı. Kimse ilgilenmiyordu. Kimse onlara bakmıyordu. Duymamışlardı bile... Gülay bunca zaman ağızlarından çıkmamış bu ismi, meydan okur gibi hastalıklı bir çabayla inatla tekrarladı bu kez. Çınarın altında yün ören kadınlar, birbirlerine bir şeyler söyleyip kahkahayla güldüler... Kadınlardan biri çocuğuna seslendi. İrili ufaklı kızlar oğlanlar, boyaları dökülmüş kaydıraktan itişe kakışa kaydılar. Yanındaki tarha dikilmiş olan kadife çiçekleri, hafif esintinin etkisiyle, iki yana sallandı. Uzaktan duyulan bir vapur sesi, bu görüntüyü dondurup, tablo gibi çerçeveleyiverdi. Her şey, birkaç dakika öncesindeki gibiydi. Sanki bu isim, hiç söylenmemiş gibi...”(s. 218)
Devecioğlu, tarafları ve tanıkları hâlâ yaşayan 12 Eylül gibi özel bir siyasal, toplumsal tarihi içerden bir bakışla, tarafını ve kuşkuya yer bırakmayan tanıklığını hiç gizlemeden romana aktarırken siyasi dönemlere ilişkin edebiyat yapmanın hatalarından hiç birisine düşmemiş. Anlatısının –roman kahramanlarının aidiyeti nedeniyle zorunlu olarak telaffuz edilen– siyasi söylemle kesiştiği anlarda bile edebiyatın dışına çıkmıyor, edebiyatı araçsallaştırmıyor, doğrudan siyasi söze indirgemiyor. Hikâyede kimlerin gerçek, nelerin belge, hangi olayların yaşanmış olduğunun hiçbir önemi yok; yazar belki de yaşanmışlıktan derlediği malzemesini edebi bir malzemeye dönüştürmüş, edebi bir dille kurgulamış.
Toplumsal belleğin nasıl çalıştığını, hatırlananların içeriğinin nasıl değiştirildiğini ya da unutulduğunu çarpıcı hikâyesiyle açığa çıkaran Kuş Diline Öykünen, yenilginin nedenlerini, toplumdan kopuşun anı ve yalnızlaşmayı sorguladığı kadar bugüne kadar uzanan iktidara şartlanmış devrimci anlayışa getirdiği eleştirilerle de dikkat çekici. Buraya bir not düşmek zorunluluğu var: Olayların, eylemlerin ve örgütün tahlillerini –bir karakterini idealize etmek pahasına– İbrahim’in ağzından dillendirirken bile roman dokusuna sadık kalmış Devecioğlu; kurgusal yapıyı İbrahim’in rolünü öne çıkartmayarak dengede tutmayı bilmiş…
Son birkaç yıldan bu yana solun tarihine, o tarihin acılarıyla yoğrulmuş ve darbe “adaleti”nin travmasını yaşamış solcu insan tiplerine edebiyatı unutmadan eğilen romanlarda bir artış görülüyor. Kuş Diline Öykünen de onlardan –o tarihe içerden yapılan yolculukların en iyilerinden– bir tanesi…