Hande Öğüt, "Üsküdar'a gidelim kuşu", Radikal Kitap, 13 Şubat 2004
Yetmişlerin sonlarında, henüz ilkokul ikinci sınıf öğrencisiyken sadece geceleri değil, gündüzleri de okula giderken, oyun oynarken, komşu ağabey ve ablaların neden ortadan kaybolduklarını düşünürken hep o korku dolu soru üşüşürdü zihnime. Ne anlamını ne cevabını bildiğim meşum soru; "Sağcı mısın, solcu mu?" rüyalarıma girip kırbaç gibi ruhuma inmeye başladığı gecelerden birinde, şapkadan çıkan bir tavşan hasıl olup fısıldadı kulağıma: Sen çocuksun, bunları unut gitsin!
Bu, Alice'i, harikalar diyarına götüren tavşan mıydı yoksa o sıralar ('80'lerin başı) televizyonlarda, ne hikmetse (!) sık gösterilen ilüzyon şovlarının bir bırakıtı mıydı zihnime?
Ayşegül Devecioğlu'nun ilk romanı Kuş Diline Öykünen'i okurken kitaba adını veren, kapağına suretini yansıtan kuş, "Üsküdar'a gidelim kuşu" ile "unut gitsin" tavşanı(m) arasında, duygusal bir özdeşim kurdum. Bu hayalsi imgeler; masalsı birer yaratık, bir yanılsamaydı kimilerince.
Peki 12 Eylül'den önce yaşananlar da bir masal mıydı? Ne kalacaktı geriye devrim idealinden, sadece naif anlatılar mı? İnsanların ölümcül uykudan uyanmasını sağlayacak şifre neydi? Şiirsel bir ölüm mü, canavarlara kendi etini yedirmek mi, yoksa unutulana ayna tutan bir roman mı? Cevap olarak sunulanı reddeden, gücünü, yazının imkânlarından alan... Uçurum yaratma çabasına tenezzül etmeden, uçurumun "hepimiz" olduğunu gösterebilen, olup bitenin süreğenliğini anlatan bir roman. Üstelik de romanın, yaşamla dünyayla insanla ilişkisinin koparıldığı, biçimin kurgunun ve söz oyunlarının egemenliğinde içinin boşaltıldığı günümüzün edebiyat ikliminde,
insanlığımızı yeniden hatırlatan, mükemmel bir "ilk" roman. On binlerce kişinin hayatını, hayallerini, bedenini, aklını yitirdiği, kökten değişimlere yol açan bir dönemi; devrimcilik, gerilla hareketi, darbe, hapis, işkence, parçalanan yaşamlar, yeni çağın köşedönmeci zihniyeti gibi kavramlarla didaktizme paye vermeden, sıcacık ancak buna rağmen insanın içini ürperten bir ifadeyle aktarırken tüm bunlar gerçekten de yaşandı mı sorusu üzerine uzun uzun düşündürüyor, Devecioğlu. Donkişotluğa soyunan değil devrime inanan gerçek hayattan "kahramanları", tarihsel arka planı, mekân ve atmosfer yaratmaktaki başarısı, güçlü betimlemeleriyle, en iyi "dönem" romanlarından, Kuş Diline Öykünen. Zira Devecioğlu, darbeyi; mekanik bir kol çekme hareketi değil; insanı, insana dair olanı iğdiş ederken normalleştiren ve hayatımıza yayılan bir ideoloji olarak yansıtırken günümüz apolitik romanlarına da ironik bir göndermede bulunuyor, yaşanılanlar masal mıydı derken.
Tarihi boyunca düşman siyaseti üzerinden yükselen; şiddeti ve saldırganlığı meşrulaştıran, solcuları ve Alevileri (ki Gülay ve ailesi Alevi'dir), düşman belleyen MHP'nin eylemlerini ve sıradan faşizmi, duru bir gerçekçilik içinden verirken özellikle de final bölümünde, Tanıl Bora'nın deyimiyle; doğal-insani tepkilerin milliyetçi reflekslere dönüştürülmesinin, milliyetçiliğin, milliyetçilerin koşullandırmasıyla olduğunu, on yılların birikimiyle, kurumsal bir süreklilikle oluşan bu koşullanmanın, bir dizi ideolojik aygıtın yanı sıra, bilhassa medyanın gayretleriyle gün be gün yeniden üretildiğini de gösteriyor.
Sosyalist devrim inancını içselleştiren, halkın kurtuluşu için faşizmle savaşan Yavuz'un, İbrahim'in, Hüseyin'in, Caner'in, Hasan'ın; Gülay üzerinden anlatılan hikâyesi oluşturuyor romanı. Hapse giren, tecavüze uğrayan, işkence gören, geri dönüşü olmayan bir zamanda, zamansızlıkta, hiçleşerek yaşayan, tepkisiz, kayıtsız, edilgen, erkeklerle ilişkisinde, kendi çaresizliğinden ürken, devrimci geçinen erkeklerin tacizi karşısında bile ses çıkartamayan Gülay, tesadüfen tanıştığı Yavuz'u kolayca benimseyiverir. Sahiplenilmenin, onca dehşetten sonra biri tarafından sevilmenin güzelliği mi, yoksa eskiden gelen bir tanıdıklık, bir yoldaşlık mıdır onları kolayca birbirlerine bağlayan.
Hayata yeniden kabul edilmek anlamına gelen bu ilişkide; birbirlerini bir sığınak olarak gören ancak normal bir 'çift' olmayı bir türlü başaramayan Gülay ve Yavuz'un, hatta Leyla ve İbrahim'in trajik yaşamlarında tek bir korku vardır: Çözülmek ve büyünün bozulduğunu ayrımsayarak yılgınlığa kapılmak. Konuşmak kadar konuşamamak da sorundur. Gözlere, yüreklere, gülüşlere sinmiştir, derin acılar, hiçbir söze sığmaz; yaşananlar bilinen bütün kelimelerden kaçıp kimsenin bulamayacağı kuytulara saklanır. İşte burada imgeler girer devreye...
Yaşanan tüm acılara rağmen ayakta durma gücünü, bir kuştan, özgürlüğü simgeleyen bir imgeden alır Gülay. Başkalarının farkında bile olmadığı, yalnızca Gülay'ın bildiği sözcükleri tekrarlayarak öten bir kuştur bu. Anneannesi Gülay çok küçükken bütün kuşların içinde yalnızca bu kuşun, hem kuş hem insan dilince konuştuğunu söyler. Ölümünün ardındansa Gülay'a kuş dilinde söylenip de insanların anlayabildiği tek sözcüğü miras bırakır:
"Üsküdar'a gidelim." Kimi kez elindeki tek zenginliğin bu ses olduğunu düşünür, Gülay; ona teslim edilmiş bir giz. Ona incindiğini, yaralandığını anımsatan ama acının, ağrının, kendisine bir mesafe koymaya meyilli bir imge, acıyı bugüne taşımasına engel olan bir "imkânsız" umut temsili.
Acısını bir kuşa ikame ederek onun üzerinden dönüştüren Gülay için kuş dili, verili olanın formundan sıyrılmak, bir başka dilin imkânından yararlanarak özgürleşmektir. Ancak özgürlüğün dilini kullanmasına izin vermez; iktidarın dili. Başka bir sese tahammülü yoktur. Yine de mücadeleden yılmaz Gülay, kuş diline öykünmeye, kendine içrek kılmaya devam eder. İşte metin boyunca, bilinçli olarak temrin edilen 'gibi'ler de burada anlam kazanır. Betimleme ve benzetmeleri, temaya bir köprü gibi bağlayan ve içeriği ilmek ilmek ören bu edat, öykünmenin ve hatırlamanın doğasını da açıklar.
"Üsküdar'a gidelim kuşu", bir yönüyle de Gülay için bir hatırlama nesnesidir. Zamanın içinde, görünüp kaybolarak hatırlamasını sağlar; geçmiş ile bugün, geri dönüşler ve ana bakışlar arasında gidip gelerek ya anımsar ya yaşar. Ama hep durarak, bölünerek; eyliyor iken eylemişliği fark ederek, şimdiki zaman ile geçmiş zaman kipini ardı ardına kullanarak zamanın akışkan döngüsünü yıkarak.
Oysa romanın asıl anlatıcısı (yazar) için zaman, yaratmadır ve oluşmayla eş değerdir. Geçmişi edilgen olarak hatırlamakla yetinmez, düz zamansal çizgiye eklenen ara bölümler ile etkinleşir ve romanın olup bitmiş zamanında yaşamaya devam eder. Roman boyunca, italik ile yazılan ve araya giren bölümlerle anlatıya –kesmeden, katkıda bulunan, sıcak bir dip akıntısı olup usul usul ana hikâyeye karışan İbrahim'in hikâyesi, birinci tekil şahıs zamiriyle verilir. Kendini anlatan İbrahim, kendi öyküsünü yazdığı için belki de en çok gözetlediğimiz olur. İlk sayfadan itibaren onun hikâyesine "bakmaya" başlarız. Onun acı çeken ama mücadeleden yılmayan sesini, parmaklıkların dışından duyabiliriz ancak. İçeri giremediğimizdendir belki, dışarıyı içeriden yaşayan İbrahim'in kendini bize açması ve hatta anlatıyı da başlatması. Onun hikâyesi, giderek bir ağacın dalları gibi birbirine bağlanan diğer hikâyelerin de açarıdır. Hareketin "kilit" adamı olan İbrahim, hapistedir ama sosyalist devrim inancını hâlâ yaşatır; yaşar.
"Anlatılan"la anlatma süreci arasındaki mesafeyi ustaca ayarlayan Devecioğlu, kurgusu ve yalın ifadesiyle bitmiş bir geçmişin yanı sıra, bitirilmiş bir şimdiki ve olmayacak gelecek zamanı; bekleyiş, vazgeçiş, umut ve yılgı izleklerini; kimi yerde geri dönüşlü kimi yerde bir kamera-göz gibi anlatışıyla, dilin ve dilbilgisinin imkânlarından harikulade yararlanışıyla da "yeni bir dil" fısıldıyor, kulağımıza. Öyle ki her şeyi silip süpüren zamanın hızlı, iktidarın örseleyici dilini bu dile ikame ettiğimizde ne zamandır unuttuğumuz ruhu da anımsayacak ve final sahnesinde o kuşun sesini yine duyan Gülay'la bir olup Victor Jara'nın şarkısını seslendireceğiz: "Yitirme umudunu asla, güzel kuşum; sulanırsa yetişecek çiçek, büyüyecek; ve güneş dönecek, dönecek".