Göksun Yazıcı, “Emeğin metafiziği”, Express, Ağustos-Eylül 2009
Bazı düşünürlerin temel argümanları vardır, bazı düşünürlerin ise temel soruları; argümanlara sorular sormadan ulaşılmaz elbette, ama bazı argümanlar kendisini doğuran soruların üzerini kapatır ve sanki soru sorulmadan ulaşılmış gibi dolaşıma girerler. Temel soruları olan düşünürler ise çok önemli argümanlara varsalar da, yine de düşünce biçimlerinde soruların üzeri örtülmez ve okura başka sorular sorma cesareti verirler. Tüm kitapları, “deşme”, “ayrıştırma”, “ters-yüz etme” çabasıyla doludur. Okur, argümanların ne kadar titiz bir sorgulama sonrasında ortaya çıktığını görür; düşünür, tüm kategorilerle ve bazen de tüm düşünce geleneğiyle boğuşuyordur aslında.
Jacques Rancière, ikinci tür düşünürlerden biri; argümanlarının sorularını ikinci plana itmesine izin vermeyen, her yeni argümandan yeni bir soru üreten bir düşünür. Rancière, emek ve düşünce arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğunu sorguluyor. Temsilleri düşünce ve filozoflar tarafından yapılan emeğin ve emekçilerin kendi sesini bulmaya çalışıyor. 1960’lı yıllarda hocası Althusser’den etkilenen Rancière, onunla birlikte “Kapitali Okumak”ın önemli bir bölümünü de yazdı. Hocası gibi toplumsal aktörlerin deneyimi ile teori arasındaki açıklığı sorguladı. Fakat Althusser’in ‘68 olaylarına uzaklığını kabul edilemez buldu ve ondan uzaklaştı. Foucault’nun soykütük metodolojisini benimsedi, henüz Türkçeye çevrilmeyen The Nights of Labor’da (İşçinin Geceleri) 1830 ve 1840’lı yıllarda işçilerin entelektüel hayatlarının izini sürdü; işçi gazeteleri, işçi şairler, tartışma toplantıları... Sınıf bilinci, işçi olmak gibi kavramların sorgulandığı kitapta, entelektüel faaliyet içindeki işçilerin, maddî zorluklardan çok, onları toplumsal hiyerarşi içinde düşünceden dışlayan toplumsal düzene karşı olduklarını tespit etti. Bu çalışmayı Filozof ve Yoksulları izledi. Soykütükçülüğe devam eden Rancière, işçileri entelektüellerden, efendileri tebadan ayıran normları ters-yüz ederek emek temsillerini sorguladı. Bu kitabında ortaya çıkan en önemli nokta, Batı felsefe geleneğinin Platon’un mirasını devralması ve Platon’un kategorilerini farklı biçimlerde olsa da yeniden üretiyor olmasıydı.
Rancière, Platonik düşünce çizgisinde gelişen Batı felsefesi geleneğinin, emek dökmek zorunda olduğu için boş zamanı olmayan kişilerin varlığına dayanan bir toplum düzenini temellendirmesini ve bu düzenin emekçinin düşünceye cüret etmemesini onun için bir erdem olarak nitelendirmesini ele alıyor. Platon’la başladığı bu okumanın farklı durakları var. Platon’da böyle bir izlek bulmak şaşırtıcı olmazken, bu okuma bağlamında Marx’ın farklı bir perspektiften benzer bir anlayışı üretmesini görmek şaşırtıcı oluyor. Rancière, diğer okuma duraklarında, Sartre ve orta sınıf yaşamının ve yaşam değerlerinin hegemonyasının eleştirmeni Bourdieu’nun da eleştirel olsa bile aynı felsefe geleneğinden çıkamamasını sorunsallaştırıyor. Rancière, “filozofa ve zanaatçıya kendi paylarına dağıtılan, zaman ve uğraş bölüşümünü kendi kökensel kuramsal çekirdeği içinde kavramaya ve modern bilimsel söylemlerin çoğunun –ilerici ve devrimci olsalar bile– tohumdaki özünü koruduklarını göstermeye çalışıyor”. (s. 258)
Emekten kopuş ve özgürlük zamanı
Rancière, emek, özgürlük ve düşünce ekseninin yeniden ele alınması ve Ortodoks düşüncenin eleştirilmesi anlamında, Foucault, Arendt ve Agamben çizgisine yerleşiyor. Foucault, Arendt ve Agamben, kapitalist modernliğin tarihini, insanı emeğe, üretime ve verimliliğe zincirleyen bir bakış açısının tedricen ve çoğu zaman da felaketlerle yerleşmesi olarak nitelendirdi. “İnsanın sahip olduğu en yüce değer olarak emek”anlayışı, aslında, üretimin, izolasyonun, “insan kaynaklarının” anlayışıydı. Emeğin doğal kaynağı olarak insan “kaynağı”. Oysa hiç kimse sadece emekçi olmasın! Bu düşünürlerin yaklaşımlarını “emek karşıtlığı” ya da “emek düşmanlığı” olarak nitelendirmek doğru olmaz. Yaşamda emek dökmek ve yaşamın zorunlulukları içinde debelenmek zorunda kalan insanları –ki hangimiz değiliz– yücelten değil de, kaybolan özgürlük ufkunun yeniden düşünülmesine ve ele alınmasına cüret eden yaklaşımlardır bunlar. Rancière, işçi sınıfının özgürleşmesinin, işçilere özgü değerlerin olumlanması değil, “bu değerleri temellendiren düzenden kopuş, düşünce ayrıcalığını kimilerine, üretim görevini başkalarına veren geleneksel pay dağılımın kesintiye uğraması” olduğunu söylüyor. İşçiyi işçi yapan düzenin topyekûn yıkılması! Sürekli ve kesintisiz devrim! Yaratıcı olan, şiirler yazan emekçilerin ürünlerini “işçi kültürü” olarak nitelendiren yaklaşıma karşı, yaratıcılığa ve düşünmeye cüret eden işçilerin yalnızca filozoflara ve sanatçılara tahsis edilmiş düşünce lüksüne “yekten” bir saldırısı olarak okumak. Bu düşünce lüksü ancak işçinin işçi kalmasıyla mümkünse, herkesi işçi yaparak düşünceyi yok etmek değil, kimsenin işçi olmadığı, emek dökmek zahmetinin ortak paylaşıldığı ve herkesin kendini gerçekleştirebileceği kişilerarası alanda varolabilmesi; yani özgürlüğe eşit olan eylem. Ya da, “özgürlük zamandır”.
Fakat Rancière, yukarda sözü edilen eleştirel çizgideki Arendt’e önemli bir eleştiri getiriyor. Siyasal olanla toplumsal olanı ayıran Arendt’in Platoncu “eylem adamları” ve “ihtiyaç adamları” kategorisini yeniden ürettiğini vurgulayarak, The Nights of Labor kitabında, Arendt’in On Revolution (Devrim Üzerine) başlıklı çalışmasında Fransız Devrimi ve Amerikan Devrimi karşıtlığında formüle ettiği, ihtiyacın devrimi istila etmesi anlayışına karşı, “ihtiyaç insanı” işçilerin siyaset sahnesine sadece ihtiyaçların giderilmesi için değil, tam da görünürlük kazanmak ve ihtiyaç insanı olmaktan kurtularak siyaset adamı olmak için girdiklerini söylüyor.
Platon ve “ascholia”
Kölelerin köleliği hak ettiğini, çünkü köle olmaktansa ölmeyi tercih edecek kadar “onurlu” olmadıklarını söyleyen filozofların tiranı Platon, bir kölenin düşünmeye cüret edebileceğini tahayyül bile etmek istemezdi. Fakat Platon’un felsefesi sadece köleleri değil, özgür zanaatçıları da düşünceden dışlıyordu. Platon, iş bölümü kesinleşmiş şehirde, “herkes kendi işini yapsın ve kendi durumuna özgü erdemi geliştirsin” (s. 258) diyordu. Zanaatçının erdemi, ancak boş zaman yokluğuyla biçimleniyordu: “ascholia”, boş zamanın yokluğu. “Ama bu ‘zaman yokluğu’ da zaman ve mekânın simgesel bir bölümlenmesiydi yalnızca. Platon, zanaatçıyı salt üretme ve yeniden üretme yazgısından ayıran boş zamanı ve boş mekânı dışlamıştı.” (s. 264) Başlarını yaptıkları işten kaldırmama ve itaati de erdeme dönüştüren zanaatçı ahlâkının şehir devleti tarafından biçimlendirilmesi...
Platon, tiranlara lâyık eseri “Devlet”te, şehir-devletini organik işbölümü anlayışıyla kurar; şehrin ihtiyaçları bedenin ihtiyacı kadardır ve ona benzer: “Başlangıçta dört kişi varmış ya da beş. Bedenin ihtiyaçları kadar. Yiyecek için bir çiftçi, barınak için bir duvarcı, giyecek için bir dokumacı, buna ek olarak bir kunduracı, bir de gerekli malzemeleri sağlayacak bir işçi.” Rancière, bir kişinin daha gerekeceğini söyler, beşinci ya da altıncı kişi olarak bir vatandaş. Yönetici sıfatı taşımayan, ama şehir-devleti herhangi bir kabileden ayıracak olan özgür vatandaş. Bu özgürlük, önce negatif özgürlüktür: Özgür vatandaş, bedenin ve şehrin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmak zorunda değildir, yani çalışmaktan özgürleşmiştir. Vatandaşın erdemi, boş zamana –scholia– sahip olarak biçimlenir. Vatandaşlık ancak boş zaman sahibi olarak mümkündür ve ancak boş zaman bir insanı vatandaş yapabilir. Fakat Platon, vatandaşın boş zamanı zaten hak ettiğini söyleyecek. Şehrin kurucu mitini yazan Platon, üç maden efsanesini anlatır: “Siz şehirdekiler, ‘hepiniz kardeşsiniz’ diyeceğiz onlara hikâyemizde. Ama sizi yaratan tanrı hükmetmeye yatkın ve daha değerli olanlarınızın harcına altın kattı. Siteyi savunan askerlerinkine gümüş, işçilerin ve diğer zanaatçılarınkine de demir ve tunç.” Efsane, doğal eğilimleri işlevlere dönüştürdüğünü iddia ederek, toplumsal düzeni doğallaştırır. Dolayısıyla zanaatçının tanımı, bir negatifliktir: “Kunduracı kendine kunduracılık dışında tüm etkinlikleri yasaklayandır, bu kadar.” Diğer bir deyişle, filozofa göre, “Delphoi kâhini filozofa ‘kendini bil’ der, zanaatçıyaysa ‘fazladan hiçbir şey bilme’...”
Marx ve “sophrosune”
Platon’a göre zanaatçının temel erdemi, ılımlılıktır (sophrosune). Emekçi, seçmediği koşullarla biçimlenen, seçmediği bir erdemin efendisi olabilir ancak. Marx, yalnızca Hegel’i değil, Platon’u da ters çevirmiştir. İşçinin erdemi ılımlılık olamaz. O, ılımlılığın tersini kendine şiar edinmeli, ayaklanmalı, ürettikleri üzerinde hakkını iddia etmelidir; üretim araçlarına da sahip olmalıdır. Oysa, kunduracıların isyanına tanıklık eden 19. yüzyıl, kunduracıların üretim araçları için değil, kunduracılık vasfına karşı, yani kunduracılıktan başka etkinliklere katılmak, “fazladan bir şey bilmek” için mücadele ettiklerine de tanıklık etmiştir.
Şair kunduracılar, Marx için, “en kötü tarihin insanıdır: çelişkinin insanına karşı ikizliğin insanı; tam da konumunda vazgeçmesi gerektiği sırada onu iyileştirmeye çalışan, pastoral rüyasını yavanlaştıran işçi”... İşçinin hayatındaki çelişki, tarihin demir yasalarının motorudur. İşçi için düşünce ve yaratıcılık, devrim ve hatta sosyalizm sonrasına ertelenmiştir. Marx, işçilikle düşüncenin bir arada gitmeyeceğini düşünür; o kadar yorgun olan bedenler ancak yorgunluklarına sarılarak çelişkiyi keskinleştirebilirler.
Çelişkinin yazarı Marx’ta da gerilimler eksik değildir, işçi sınıfı bilincinin işçiliği aştığının farkındadır ve gerilim işçiliğin nasıl aşılacağıdır. 1844 El Yazmaları’nda komünist işçilerin bir araya gelmesinde, işçi sosyalleşmesinde işçiliği aşan bir şeyler görür Marx: “Komünist işçilerin bir araya gelmekteki amaçları öncelikle öğreti ve propaganda. Ama bu yolla yeni bir ihtiyacı da –sosyalleşme ihtiyacını– kendilerine mal etmiş oluyorlar ve böylelikle araç gibi görünen şey amaç oluyor. Amacı sosyalleşmek olan meclis, dernek, sohbet onlara kâfi geliyor; insanlığın kardeşliği onlar için boş değil, hakikattir ve alınterinin çizgilerini sertleştirdiği bu çehrelerde insanlığın soyluluğu parıldar.” Amaç, yani Antik Yunan’ın vatandaşının özgürlüğünün kırıntıları, 19. yüzyıl sosyalleşmesindedir. Amaç, işçinin diğer işçilerle birlikte işçi vasfını aşmasıdır.
Fakat Marx, emeğin ve işçilik durumunun yüceltilmesindeki sorunun farkındadır. Gotha Programının Eleştirisi’nde, emeğin tek zenginlik ve bütün kültürün kaynağı olmasını kıyasıya eleştirir. “Burjuvaların yanlış olarak emeğe doğa-üstü yaratıcı güç yüklemeleri pek iyi temellere sahiptir, çünkü salt emeğin doğaya bağlı olması olgusundan, emek gücünden başka bir şeye sahip olmayan insanın, toplumun ve kültürün bütün koşullarında emeğin maddî koşullarının sahibi haline gelen başka insanların kölesi olmak zorunda olduğu ortaya çıkar. Bu insan, ancak onların izniyle çalışabilir ve yaşayabilir.” Yararlı emeğin toplum içinde üretildiğini söylemek, “birey olarak işçiye emeğin koşulu olan toplumun varlığını sürdürmesi”ni öğütler. Yararlı emeği yüzceltmek mevcut toplumu yüceltmek olur ama Marx, işçiye mevcut toplumsal düzen yıkılana kadar şiiri yasaklar, çünkü bunun burjuva şiiri olacağını ve işçiye sahte bir yaratıcılık hissi vereceğini düşünür.
Rancière, eleştirel düşüncede bile korunan bu Platonik nüvelere dikkat çekerken bir sloganı ters-yüz ediyor –bunun tüm tehlikeleriyle birlikte: Dünyanın Bütün İşçileri, Felsefe Yapın!