| ISBN13 978-975-342-807-1 | 13x19,5 cm, 144 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Önsöz: Rancière'in Revizyonizmi, Hayden White, s. 9-13 Tarih söyleminin siyasi, bilimsel ve edebi durumuna ilişkin bu uzun "deneme" aslında Cornell Üniversitesi'nde "yazı siyaseti" konulu bir seminer dizisinde sunulmak üzere hazırlanmıştı. Burada Jacques Rancière, tarih araştırması ve tarih yazmanın politikasını konu alıyor; tarihçilerin ortak araştırma nesnesi saydıkları "tarihi" nasıl kavramlaştırdıkları, bu "tarih" üzerine nasıl konuşup yazdıkları ve bu konuda yazarken siyasi anlam taşıyan birtakım yöntemlerle bu "tarihi" nasıl fiilen kurdukları ile ilgileniyor. Başka bir deyişle, bu deneme, "geçmişin" doğasına ilişkin çok güçlü görüşler öne sürse de, belirli türde olayların vuku bulduğu "geçmiş" anlamında "tarih" üzerine bir inceleme değil. Bu geçmişe dair nasıl konuştuğumuz ve bu geçmişin bizimle nasıl konuştuğu, nasıl konuşamadığı ya da bizimle konuşmasının nasıl yasaklandığı üzerine, yani "tarih söylemi" üzerine bir tefekkür daha çok. Rancière'in kitabının ilk adı Les Mots de l'histoire (Tarihin Sözcükleri) idi. Bu önsözü yazarken önümde 1992 Kasımı'nda Paris'te aldığım bu birinci basımdan bir nüsha duruyor. Ama, öğrendiğime göre, ikinci basımda kitabın adı Tarihin Adları olarak değiştirilmiş. Yazık olmuş. Hem Sartre'ın özyaşamöyküsünü (Sözcükler), hem de Foucault'nun Batı'nın bilgi üretim tarzlarıyla ilgili o büyük araştırmasını (Kelimeler ve Şeyler) çağrıştırdığı için ben ilk adı tercih ediyorum. "Sözcükler" ile Rancière, tarihçilerin geçmişe ilişkin açıklamalarını temellendirmek için kullandığı belgesel bulguları meydana getiren bütün o "sözcükleri" ve aynı zamanda tarihçilerin bu açıklamaları yazarken kullandıkları tüm "sözcükleri" kastediyor. Tarih üzerine sözcükler üretilirken hammadde olarak kullanılan tarihe ait sözcüklerin başına ne geliyor? Tarihe ait sözcükleri ne yapmalıyız? Yalnız bir kısmı (resmi) kayıtlara giden yolu bulabilen, çoğu kaybolan ve ancak zorlu mu zorlu bir uğraşla kurtarılabilecek olan geçmişte söylenmiş sözcüklere karşı yükümlülüklerimiz nelerdir? Tarihçilerin ölülerin sözcüklerine karşı yükümlülükleri nelerdir? Bu yükümlülükler, sosyal bilimlerle yakın temas içinde olan modern tarihçilerin yapı modellerini ve süreç yasalarını geçmişe uygulama çabalarından daha mı önemlidir acaba? TARİHİN SÖZCÜKLERİ VE ŞEYLERİ Rancière "tarihin sözcükleri" ile bunların işaret ettiği, adlandırdığı ya da başka bir biçimde temsil ettiği geçmişe ait "şeyler" (geçmişin olayları, kişileri, yapıları veya süreçleri) arasındaki ilişkiyle ilgileniyor. Ama dahası, bu "sözcükler" ile bunların yanlış adlandırdığı, adını sildiği, kararttığı ya da başka bir biçimde görmezden geldiği geçmişe ait "şeyler" ile de ilgileniyor. Kısmen bu yüzden tarih araştırması ve yazımı, bilimsel bir disiplinden çok, öncelikle ve birincil olarak, tarihin olanaklı araştırma nesnelerini saptayan, bunları incelemenin yol ve yöntemlerini tartışan ve böyle nesneler üzerine konuşmak için uygun bir tarz kuran bir "söylem" olarak görülmelidir. Bu üç katlı söylemi oluşturma işinin sorgulanması, Rancière'in "bilgi poetikası" adını verdiği alanda bir çalışmadır. "Poetika" burada, aynı anda hem bilimsel, hem siyasi, hem de edebi olan bir geçmiş araştırması "disiplini" "oluşturma" ya da "icat etme", "yaratma" anlamında alınmalıdır.(*) Ancak ne "bilimsel", ne "siyasi", ne de "edebi", burada genel ya da geleneksel anlamda düşünülmelidir. Rancière'e göre modern tarih çalışmaları, "bir geçmişin" olduğunu gösteren fenomenlerin içinde, altında veya arkasında gizli olanın (saklanmış ve elbette görülemez olanın) sistematik araştırması olmaya uğraşmak anlamında bilimsel olmalıdır. Yani eski ampirist tarihsel araştırma idealine elveda denmelidir. Tarih fizikte elektronların doğrudan gözlemle değil de kabarcık odasında bıraktıkları izlerden hareketle varlıklarına hükmedilmesine ya da psikanalizde bilinçdışının semptomatik sonuçlarından hareketle inşa edilmesine benzer şekilde, inceleme nesnesini bilinçli olarak inşa etmelidir. Fizik veya psikanaliz gibi tarih de, önceden oluşmuş ve tarafsız gözlemcinin kendisini görmesini bekleyen inceleme nesnesini o halde buluvermiş gibi yapamaz. Mesela önce Napolyon gibi bir tarihsel kişiliğin var olmuş olduğu, bir zamanlar birtakım şeyler –kayda değer ve elbette tarihsel kayıtlara geçmiş şeyler– yapmış olduğunun varsayılması gerekmektedir; ama "Napolyon" ve "Napolyon'un hayatı ve yaptıkları" sözcükleri (veya göstergeleri), Napolyon'un "hayatının" salt "olgusal" bir dökümünün doğru dürüst işaret bile etmediği, daha büyük çaplı nedenlere ve sonuçlara, daha temel yapıların semptomlarına karşılık gelen birtakım fenomenlerin adıdır. Rancière'e göre en önemlisi de, Napolyon'un "yaptıklarının" altında, arkasında veya içinde, bu yapılanları mümkün kılan, yapılanlara katılan, o sırada ve o yüzden yıkıma uğrayan veya yok olan, o zamanın dünyasına isimsiz damgalarını vurup kimliği belirlenemeyen bir iz bırakan milyonlarca insanın hayatı, düşünceleri, eylemleri ve sözcükleri vardır. Rancière bize, tarihteki Napolyon döneminin etkin değil edilgin unsurları olan –yoksullar da dahil olmak üzere– bu isimsiz kitlenin tarihini çekip kurtarmanın, hem bilimsel, hem de siyasi bir görev olduğunu söylüyor. Hem bilimsel hem de siyasi bir ihmal veya husumet yüzünden yitirilmiş bir olgular yığınını bilgi alanına geri kazandırdığı için, bilimsel bir görev. İsimsiz kitlelerin, adı olmayan yoksulların tarihte bir yer edinme taleplerinin içini doldurarak modern çağa özgü demokratik programın meşrulaştırılmasına katkı sağladığı ölçüde de siyasi bir görev. Böylece, Rancière galiplerin hikâyesinin, tarihin mağluplarının, dışlanmışlarının, dertlilerinin hikâyesiyle dengelenmesi, hatta yerinden edilmesini savunan Walter Benjamin'in yanında saf tutuyor. TARİH VE SİYASET Bir dizi başka felsefeci gibi –akla hemen Hannah Arendt ve Jean-Luc Nancy geliyor– Rancière de, siyasete katılımın, soyları "tarihe" başvurularak teyit veya reddedilen birtakım cemaatlere üyelik anlayışlarının etrafında döndüğünü öne sürer. Ama bu "tarih" zaten şekillenmiş olan cemaatlere üye durumundakilerin, hatta bu konumlarıyla ayrıcalık kazanmış olanların bir kurgusudur. Yalnızca "olgulara" başvurmak bu kurgunun kılına dokunamaz, çünkü bu kurucu unsurlar, sadece "olguların neler olduğunu" değil, aynı zamanda ve daha önemlisi, "neyin olgu sayılıp neyin sayılmayacağını" belirlemek için ne tür bir bilimin uygun düşeceğine de karar verirler. On dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyılın epey bir kısmında, "tarih", kralların ve kendisini kral yetkisiyle donatılmış gören devletlerin, toplumsal kastların veya milletlerin yaptıklarıyla sınırlıydı. Bu tür tarihyazımı çoğunlukla, Rancière'in bunun teorisini kuran ilk kişi olan Thomas Hobbes'un onuruna, "krallık ampirizmi" diye nitelediği ilkelere dayanıyordu. Özgürlüğe karşı düzenin felsefecisi olan Hobbes, sözcüklerin sorumsuzca kullanılmasını sivil itaatsizlikle, isyan konularıyla ilgili hikâyelerin yayılmasını devrim kışkırtmasıyla bir tutuyordu. Kadim zamanların siyasi kavgalarına, din sapkınlıklarına ve tiran katline dair hikâyelerini okumanın iç kargaşa ve isyanı körükleyebildiğini ilk görenlerden biriydi. Sorumlu tarih yazıcılığının tarihin görünür içeriğiyle, kralların ve devletlerin yaptıklarıyla uğraşması gerektiğini söyleyen Hobbescu kavrayıştan türemiş "krallık ampirizmi" usulü tarihyazımı, on dokuzuncu yüzyıl başlarında kurulan tarih disiplininin ortodoks biçimi halini aldı. O günden sonra ortodoks tarihçiler, (resmi) "tarihsel kayıtlara" başvurularak doğrulanabildiği ölçüde, sadece "gerçekte ne olduğunu" anlatmakla kendilerini sınırladılar. Uygun bir dil kullanarak, uygun insanların uygun eylemlerine dair uygun hikâyeleri anlattılar. Bilim olarak adlandırılmayı hak ediyorduysa bile, tarih bir "uygunluk" bilimiydi. TARİH VE BİLİM Ancak I. Dünya Savaşı'ndan sonra Lucien Febvre öncülüğünde Annales grubu, geleneksel, (siyasi) olay-yönelimli, "ampirik" ve hikâye-anlatan tarih çalışmalarını modern, yapısalcı, istatistiksel toplum bilimlerinin tekniklerini kullanan ve onların modeline uyan bir disipline dönüştürme sürecini başlattı. Bu, başka şeylerin yanı sıra, yüzeydeki siyasi olayların gelip geçici "köpüğünün" altını kurcalamak, toplumsal, ekonomik ve nihai olarak doğal (coğrafi, iklimsel, epidemiyolojik, vb.) süreçlerin katmanlarını belirlemek; bu katmanların uzun vadeli nedensel güçler olarak görece önemlerini saptamak; bir katmandaki sonuçları, bir başka –daha temel– katmandaki olanaklılık koşullarına istatistiksel korelasyon ile bağlamak anlamına geliyordu. Annales grubunun mirasçıları, Fernand Braudel öncülüğünde, yalnız Fransa'da değil, bütün Avrupa kültüründe, tarih çalışmalarına egemen olmayı başardı. Uzun süre Annales tarihçilerinin tarihi bir bilime dönüştürdüğü düşünüldü, ancak Rancière bu iddiaya eleştirel yaklaşıyor. Ona göre Annales grubu tarihi sosyal bilimlerin arkasından gelen bir ilaveye dönüştürmek dışında pek bir şey yapmadı – ve bu arada insani içeriğinin de ciğerini söktü. Notlar(*) Poetika sözcüğünün Yunanca kökü olan poesis'in "yapma, kurma" anlamına göndermeyle. Güncel sözcüklerin Yunanca köken anlamını öne çıkarma ve güncel anlamını bu köken anlamından hareketle yorumlama eğilimi, Rancière'in diğer kitaplarında da (örneğin Siyasalın Kıyısında, çev. A. Ufuk Kılıç, İstanbul: Metis, 2007) görülür. – ç.n. Yukarı |