Yakup Yılmaz, "Antisemitizmin İstismarına Karşı Yahudi’yi Tarihe İade Etmek", avlaremoz.com, 18 Kasım 2025
7 Ekim 2023’ten beridir, İsrail tarafından Filistinlilere uygulanan soykırım, tanık olan herkese kaçması zor bir politik sorumluluk yüklüyor. Bunun, içinde çok güçlü sömürgeci pratiklerin çalıştığı yaklaşık seksen yıllık tarihin hem nitelik hem nicelik olarak sıçrama yaptığı bir an olduğunu bilmek için konuya uzman derecesinde hâkim olmaya gerek yok. [1] Bu vahşetle ilgili hakkaniyetli bir politik tavır almak çok kolay aslında. Olaydaki vahşetin mutlaklığı, durulacak yeri, alınacak politik pozisyonu işaret ediyor zaten. Fakat söz konusu fail, öncelikle herhangi bir ulus devlet olarak görülmesi gerektiği halde ideolojik kimi operasyonların yönlendirmesiyle öyle muamele görmeyen İsrail olduğunda, bizi bu sonuca götürecek muhakeme yoluna muktedirler tarafından kocaman bir “antisemitizm” engeli konuluyor. Seksen yıllık bir sömürgeci işgalinin şiddet dolu tarihini yok sayıp, her şeyi 7 Ekim’le başlatma “madrabazlığını” (181) saymazsak, buradaki ilk ideolojik operasyon, kollektif bir emeğin ürünü olan Hem Antisemitizme Hem İstismarına Karşı [2] (HAHİK) yazarlarından Judith Butler’in “Yahudilik ile Siyonizm ya da Yahudiler ile Siyonistler arasına bir eşittir işaretini koymak” (s. 10) şeklinde ifade etmesine gerek kalmadan bilebileceğimiz basit ama etkili bir illüzyon ile gerçekleştiriliyor. Başka bir ulus devlet söz konusu olduğunda bu kadar etkili olmayabilecek bu işlem, tarihin en radikal suçu olarak kayda geçen Shoah’ın hafızası nedeniyle beklenmedik güçte bir etki yapıyor.
Solun Filistin yanlısı politik pozisyonunu “antisemitizm” olarak damgalamakla sadece bu mücadeleyi değil, solu genel olarak itibarsızlaştırmaya çalışan İsrail [3] ve onunla işbirliği yapan devletlerin bu ideolojik işlemlerini ve onların Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin politik bağlamındaki iş görme biçimlerini tartışan etkili yazılardan oluşan HAHİK kitabının en keskin dilli yazılarından birinin müellifi Houria Bouteldja’dan alıntılayacağım şu uzun pasaj bu açıdan önemli bir tespitte bulunuyor:
“Fransa sömürgesindeki yerleşimci bir Fransızdır, Britanya’nın sömürgesindeki yerleşimci Britanyalıdır, ABD’nin sömürgesindeki yerleşimci Amerikalı. Dolayısıyla bir Cezayirli, İrlandalı ya da Vietnamlı kendisini ezenlere karşı barışçıl olan ya da olmayan bir direniş eylemi gerçekleştirdiğinde, saldırısı sömürgeci yerleşimciye yönelmiştir. Bir Filistinli bir direniş eylemi gerçekleştirdiğinde saldırdığı asla sadece bir yerleşimci değil, hep bir İsraillidir. Burada Britanyalı ile İsrailli arasında paralellik kurmak son derece meşru. İrlandalı Britanyalıyı veya Filistinli İsrailliyi sömürgeci yerleşimci olduğu için hedef alır. Ama bu paralellik pek işlemez, çünkü Britanyalı sadece Britanyalıdır, İsrailli ise Yahudidir. Salt Yahudi olma niteliğiyle Yahudi değil, ahlaki teminat olma niteliğiyle de Yahudi. Dolayısıyla Filistinli her direndiğinde, en barışçılından en şiddetlisine, kavganın aldığı biçim ne olursa olsun, fiilen Beyazların masumiyetine saldırmış olur” (149-150).
Epey de şahit olduğumuz üzere, kolayca düşülebilecek bir tuzakla kuruluyor bu hat. Tipik bir örnekten yola çıkan Maxime Benatoil anlatsın: “Birey olarak Yahudilerin veya Yahudi diye tanımlanan toplulukların maruz kaldığı ayrımcılıklar ile kendini Yahudi diye tanımlayan bir ulus-devlet arasında süreklilik kurmaktadır. Bu çerçevede (ister Filistinlilere yönelik belli politikaların kınanması söz konusu olsun ister Siyonizmin radikal bir sorgulaması) İsrail’i eleştirmek, Yahudilere Yahudi diye saldırmak kadar antisemitik bir eylem haline gelmektedir. Sözlerini desteklemek için Nazi mirasını seferber etmekten çekinmez” (101).
Yahudiler ile İsrailliler arasındaki devamlılık varsayımına haklı itiraz yine kitabın yazarlarından Ariella Aïsha Azoulay’ın, Enzo Traverso’nun Yahudi tarihinin muhafazakar dönüm noktası olarak işaret ettiği anı hatırlatan şu sözleriyle geliyor: “Bu noktada İsrail devletinin aynı zamanda Yahudileri ortadan kaldırmak, onları kadim tarihlerinden ve disiplin altına alınmamış hafızalarından mahrum bırakarak ‘İsrailliler’ adıyla yeni bir kategori altında yok etmek amacıyla kurulduğunu da hatırlamalıyız” (27). Ulus ve devlet özdeşliğinin hem teorik hem de tarihsel açmazlarını görmek için illa ki bu konudaki tartışma literatürünü taramış olmaya gerek yok ama merak edenler literatüre de bakabilir. Bu özdeşlikte ısrar her durumda, muktedirin, burjuvanın tutumu olmasında şaşılacak bir şey yok; solun bu özdeşliği kıracak araçlar geliştirmesi gerektiği eski ama hâlâ geçerliliğini koruyan bir kavrayış.
Birazcık dikkat edilirse, bu işlemlerin etkili olmasını sağlayanın, antisemitizm ile bugünkü İsrail yanlısı rejimlerin “filosemitizm”i arasındaki kökensel ortaklığın da şifresi olan, “Yahudi”nin tarih dışı, hiçbir maddi koşulda değişmeyen, bazen korkulan, bazen de sevilen tuhaf bir “öz”, bir “yaratık” gibi düşünülmesi olduğu anlaşılacaktır. Yahudiler söz konusu olduğunda unutulması nedensiz olmayan “hiçbir toplum tarihten azade değildir” şeklindeki en temel sosyal bilim öncülünün Yahudiler için de geçerli olduğunu hatırlatmak başka bir bağlamda da olsa Marx’a düşmüştü zamanında: “Yahudilik varlığını tarihe rağmen değil, tarih sayesinde sürdürmüştür.” Bu kitaptaki yazıların konusu değişse de hepsinin ortak olarak yapmaya çalıştığı şey tam olarak böyle özetlenebilir aslında: Onu her durumda tarih dışına çıkarmaya çalışan ideolojik tertibata karşı “Yahudi’yi tarihe iade etmek.”
Bunun için, İsrail devletinin ikinci Dünya Savaşı’nın ertesinde yeni bir ırk düzeni içinde kurulmasını, soğuk savaş ortamındaki konumunu tartışmaya açıyor kitap. Bu yeni ırk düzeni içinde konforlu gibi gözükse de Yahudiler için hâlâ tehlikeli ara bir konum öngörülüyor. Bu ara konumu ve tehlikesini Bouteldja’dan aktarıyorum: “…bugün Beyazların üstünlüğünün onlara bahşettiği özellik, ne aşağıda ne yukarıda olmaktır. Ne Siyah, ne Beyaz. Bazılarının insafına kalmış, bazılarının da karşısında. Seçkinlerin çıkarları ve suçlarıyla ilişkilendirilmiş, halk sınıflarındansa tecrit edilmiş. Hülasa, ırk düzeninin ve Batı ile Batı yanlılarının birliği lehine olacak biçimde, yenileriyle karışarak devam eden eski nefretlerin merkezindeler” (136). Bu ara konumun tehlikesi nedeniyle Fanon’un Arap ve Afrikalı sömürge halklarının antisemit söylemlere kulak kesilmesi gerektiği yönündeki tavsiyesini, Yahudilere bir çağrı olarak güncelliyor Bouteldja: “Yahudiler: Müslümanlardan ya da siyahlardan bahsedildiğinde kulak kesilin, sizden bahsediliyordur” (148). Bu çağrıya zaten çoktan kulak kabartmış bir Yahudi kamuoyunun olduğunu bu sitenin okuru kitaptan öğrenmeyecektir tabii ki. Filistinlilerin uğradığı soykırımın “Yahudilerin bedenleri kazınmış soykırımla iç içe geçtiğini” (27) görmemek, kötü ihtimal olan ideolojik bir körlükten değilse, iyi ihtimal olan politik naifliktendir.
Hemen eklemek gerekiyor, geniş bir Yahudi tarihi birikimine dayansa da yazılar Yahudi tarihi üstüne değil. Öncelikle gören göz için “antisemit” içeriğini çok da gizleyemeyen “filosemit” ittifaka ve zaten mevcut krizlerini bu meselede de aşamadığından, bu ittifak ile ilişkisinde politik köklerine, dilim bu kadarını söylemeye müsade ettiği için, “uzak düşmüş” sola karşı yazılmış öfkeli yazılar bunlar. Bazılarını zaten tanıdığımız, çoğu politik olarak aktif olan yazarlar da politik mücadelelerinin kendilerine kazandırdığı keskin bir belagatle yazıyorlar. Burjuva ittifakının pozisyonunda bir şaşırtıcılık beklemek gereksiz; ancak bu konudaki tavrının sorunsuz olmadığını düşünmek için elde güçlü verilerin olduğu solun sıkıntıları izah gerektiriyor. Irkçılık karşıtı solun, İsrail’e yaptıklarından ötürü karşı çıktığı zaman bile “olduğu haliyle” Siyonizmin temellerini sorgulamaktan kaçtığını kabul edersek, kitabın önemli bir kısmının bu meseleye ayrılmasında da şaşılacak bir şey olmadığını görürüz. Kitapta bu meselelerin nasıl tartışıldığının ayrıntılarına girmem gereksiz. Şunu söylemek mümkün ama: Solun sıkıştığı ve içinde debelendiği bu ideolojik ağdan çıkmak için iyi bir rehberlik edecek kudrette.
Bu kudrette bir kitaptan, İsrail yanlısı ittifakın bu kadar etkili olmasını tek başına ideolojik işlemlerin gücüne bağlamak gibi zayıf bir yorumun gelmeyeceğini zaten tahmin edecek hin okuru aşağıdaki satırlar tatmin eder mi bilmem ama aynı hin okur aynı kitabın fikir çizgisini burada bırakmayacağını da bilecektir muhakkak. [4] “Burada muhakeme biçimlerinin çöküşü saf aptallığa atfedilemez: Çıkarcı aptallığa atfedilebilir. Çok dolaylı bir biçimde de olsa, maddi çıkarlar, düşünsel çıkarları belirler; ya da mesela belirli biçimde düşünme eğilimini ve böyle düşünmeyi yasaklama eğilimini” (178-179).
Yukarıda Burjuvanın pozisyonunda bir şaşırtıcılık olmadığını söyledim ama bu pozisyonu tutma, yani İsrail’i kayıtsız şartsız destekleme iştahında bir şaşırtıcılık var. Buna Frédéric Lordon’un, akla ilk gelebilecek işbirliği vs. açıklamalarına ek olarak getirdiği yorum ilginç ve güçlü: “Tahakküme duyulan sempati ve -tahakkümün belki de en saf, dolayısıyla egemenler için en heyecan verici biçimi olan ırkçılığa duyulan sempati. Tahakküm krize girdiği zaman, kapitalizmin organik krizi, Filistin’de sömürge krizi söz konusu olduğu zaman, yani egemenlik altındakiler artık tahammül edemedikleri için ayaklandığı ve egemenler güçlerini teyit (vurgusu yazarın) için ezmeye hazır olduğu zaman artan iki tür sempati” (179). Tabii ki Lordon’un Sandra Lucbert’ten mülhem yorumuna göre Burjuvazinin büyülendiği nokta tam olarak burası değil. Bu sempatinin bakışını büyüleyen nokta daha kötücül ve radikal: “Batı burjuvazisinin büyülendiği nokta, İsrail’in masum bir tahakküm figürü olarak, yani ‘gerçekleşmiş fantazi noktası’ olarak imgesidir. Kötülük lekesi taşımadan tahakküm kurmak egemenin mutlak fantazisidir. Çünkü normal koşullarda masumiyetini koruyarak tahakküm kurmak imkânsız bir şeydir; oysa İsrail bu imkânsızı gerçekleştiriyor ve bu modeli Batı burjuvazilerine sunuyor” (179). Bu modelin Batı burjuvazisinde sebep olduğu büyülenme, onu şaşırarak şahit olduğumuz iştahla dayanışmaya koşturuyor.
Enzo Traverso, Yahudi Modernitesinin Sonu [5] adlı kitabında 18. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın ortalarına kadar süren, Yahudiliğin evrensellikle özdeşleştiği bir Yahudi modernitesinin tarifini yapar. Muhafazakar bir dönüm noktası olarak işaret ettiği bir sonla biten yirminci yüzyılın ilk yarısında Franz Kafka, Sigmund Freud, Walter Benjamin, Rosa Lüxsemburg, Leon Troçki gibi isimlerin temsilcisi olduğu modernitenin birikimine sadık kalan, yüzyılın ikinci yarısında Raymond Aron, Henry Kissinger ve Ariel Sharon gibi isimlerin temsil ettiği güçlü bir karşı akıntıyla karşılaştırılınca zayıf kalsa da, bu “evrensel”in lehine yönlendirici bir hatırlatma yapmasıyla önemli olan Claude Lévi-Strauss, Eric Hobsbawm, Emmanuel Lévinas, Jacques Derrida, Noam Chomsky gibi bazı sembol isimler sayar. (Çok kalabalık bir listeden rastgele seçilmiş de olsa bu isimler arasında Adorno’nun olmaması büyük talihsizlik bence). İsimler arasında Judith Butler de vardır. Ölçütü Yahudi modernitesine sadık kalmak olan listeye Judith Butler’in girmesinin şaşırtıcı olmadığını anlamak için onun 7 Ekim 2023 sonrası ortaya koyduğu duruşu beklemeye gerek yoktu; ama bu tarihten sonra gösterdiği politik-entelektüel tutum, tek başına bile Yahudi modernitesinin her anına/birikimine olan sadakatiyle bunun kaçınılmaz olduğunu göstermiştir. Kitabın bir önemi de, Yahudi modernitesine sadık, İsrail’in, bu modernitenin ürünü olan belli bir evrenselliğin temsilcisi Yahudiliği temellük edip onu arsızca harcamasına itiraz eden önemli bir örgütlü Yahudi kamuoyunun Judith Butler ile sınırlı olmayan sözcülerini de içermesi.
Bu kıymetli derlemenin, Maxime Benatoil’in, Antisemitizmin, “İsrail’in Filistin halkına karşı işlediği haksızlıklara itiraz eden sesleri yaftalamak, susturmak ve suçlu ilan etmek için” kullanılması olarak (102) tarif ettiği istismarına ve antisemitizme aynı anda tutarlı bir şekilde karşı çıkmanın yollarını arayan yazılarının menzilinin, başlığın gösterdiğinden daha uzun olduğunu söyleyebiliriz. Buralardaki okura tanıdık gelecek emperyalizmin ırkçı teknolojilerini, güncel söylem dağarcığını, ideolojik hamlelerini aşırı bir örnek olayda analiz ve deşifre ederek doğru hedefi, daha uzun bir menzilden vuruyor. Bazı bedenlerin öldürülebilir olduğu kabulünün siyasetin merkezinde skandal olmaktan çıktığı bir dönemde böyle bir güncelleme gerekiyor ki, bu kitap bunu yapan tek çalışma değil ama bu derleme, kimsenin “görmedim” diyemeyeceği korkunç bir sürecin tanıklığı ve tecrübesiyle çok derin bir kavrayış geliştiriyor ve Jean Genet ile birlikte Aralık 1983’te Sabra ve Şatilla katliamları için yapılan bir gösteriye geldiği Viyana’da katıldığı bir söyleşide Leyla Şahid’in Avusturyalı gazeteciye sorduğu, geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmemiş soruyu güçlendirerek yankılıyor: “Ve onların (Yahudilerin) uğradığı zulümden sorumlu olan bu Avrupa, yargıcımız kesiliyor. Bizlerse sanık sandalyesindeyiz. Siz Avusturyalı olarak (Avrupalı olarak okuyun-YY) İsrail’in durumunda ve dolayısıyla Filistinlilerin durumunda bir sorumluluğunuz olduğunu hissetmiyor musunuz?” [6]
Filistin’in İsrail devleti tarafından silah endüstrisinin hem bir laboratuvarı hem de bir vitrinine dönüştürüldüğü yönünde karanlık olduğu kadar, haklılığına itiraz etmenin zor olduğu tezler de var. Bkz: Antony Loewenstein, Filistin Laboratuvarı, Metis Yayınları
Notlar
[1] Filistin’in İsrail devleti tarafından silah endüstrisinin hem bir laboratuvarı hem de bir vitrinine dönüştürüldüğü yönünde karanlık olduğu kadar, haklılığına itiraz etmenin zor olduğu tezler de var. Bkz: Antony Loewenstein, Filistin Laboratuvarı, Metis Yayınları. Metne dön.
[2] Kollektif (Judith Butler, Ariella Aïsha Azoulay, Sebastian Budgen, Leandros Fischer, Maxime Benatoil, Houria Bouteldja, Françoise Vergès, Frederic Lordon, Naomi Klein), Hem Antisemitizme Hem İstismarına Karşı, Metis Yayınları. Kitaptan yapılan alıntıların sayfa numaraları parantez içinde belirtilmiştir. Metne dön.
[3] Solu itibarsızlaştırmak üzere, “antisemitizm” ile itham etmek neden buralarda pek karşılaştığımız bir şey olmadı diye sormak bir benim aklıma gelmemiştir muhakkak. Buna cevap verecek ve kitabın harici bir bölümü gibi okunacak yorumlar mutlaka yapılacaktır, yapılsın. Spekülasyon yapmama izin olsaydı şöyle derdim muhtemelen: Bu ithamın itibar kaybına neden olacağı bir toplumsal atmosfer, bir politik kültür pek olmadı. Hatta aksine, itibarsızlaştırmak için insanların “gizli Yahudiliklerinin” izinin sürüldüğü bir politik ortam hakimdi. Metne dön.
[4] Muktedirlerin, kitap boyunca deşifre edilen algı hilelerini kastediyorum; ideoloji derken. Yoksa ideoloji ve onun işlemlerinin bu kadar hızlı paketlenemeyeceğini söylemeye gerek yok. Dileyen okur yine de buradaki “çıkarcı aptallık”ı, libidinal yatırımından dolayı “ideolojiye” yakalanmak olarak değerlendirebilir. Ben sadece ideoloji ve bilinç arasında bunca şeffaf bir ilişkiyi ima ettiği için geri duruyorum. Metne dön.
[5] Enzo Traverso, Yahudi Modernitesinin Sonu, Ayrıntı Yayınları. Metne dön.
[6] Jean Genet, Açık Düşman, Metis Yayınları. Metne dön.