| ISBN13 978-605-316-265-0 | 13x19,5 cm, 224 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Temmuz Fırtınası, s. 9-10 Dokuz yaşındaki nataşa çoktandır küçük kardeşi Antoşka’yla birlikte “Ortak Yaşam” Kolhozu’ndan Panyutino Köyü’ne doğru yürüyordu. Yol yalnızca dört kilometreydi ama çocukken dünya insanın gözüne büyük görünür... Nataşa, yorulunca ona acıklı bakışlar atan kardeşini kâh kucağına alıyor, kâh kendi ayacıkları üzerinde yürüsün diye yere indiriyordu – gürbüzdü kardeşi, ağırdı, dört yaşını doldurmuştu ve Nataşa’nın canını çıkarıyordu. Sıcak temmuz yolunun iki yanında yükselen çavdarlar başlarını eğiyordu artık – başaklar bitimsiz yaz ve güneşten yorulduklarını hissetmiş de ihtiyarlara dönmüşlerdi sanki. Nataşa, birilerinin gizli gizli yaşadığından emin olduğu çavdar tarlasına korkarak bakıyor, karşılarına biri çıkacak olursa kardeşini nereye saklayacağını düşünüyordu – o bari sağ kalsın. Antoşka’nın başına kendi eşarbını bağlasa, onu kıza benzetse –kızlara pek ilişmezler ya– daha iyi olurdu; ya da onu bir koyaktaki kumdan mağaraya gizleyebilirdi, gel gör ki karşılarına kolhozlarının yanındaki gibi bir koyak çıkmıyordu. Böylece Nataşa eşarbını kardeşinin başına bağladı, kendisi başı açık yürüdü – içi biraz olsun rahatlamıştı. Çavdarlar, yolda ağır aksak ilerleyen çocukların yanı başında usulca hışırdıyordu. Issız öğle sıcağında sisli, solgun, bulutsuz gök Nataşa’nın gözüne kederli ve ürkütücü görünüyordu; babası ve annesiyle birlikte yaşadığı kolhozdaki kulübe ve avlunun üzerindeki yıldızlı geceyi anımsadı, gecenin daha eğlenceli ve iyi olduğuna karar verdi; geceleyin kolhozda sadece iyi yürekli ürkek ocak çekirgeleri şarkı söyler, su bendinde kurbağalar vıraklar, hayvan ahırında öküz gürültüyle solurdu – orada korkunç bir şey yoktu, annesi kapının önüne çıkar, sızlanmayı andıran değişik seslerle çağırırdı onu: “Nataşa, hadi yemeğe, yatma vakti geldi sen hâlâ yıldızları sayıyorsun, yarın yine gün doğar, yaşamaya fırsatın olur!” Nataşa Antoşka’nın elini iyice sıktı ve ninesiyle dedesinin oturduğu Panyutino Köyü’nün kulübelerini bir an evvel görebilmek umuduyla çavdarların ortasından bir koşu tutturdu. Fakat kardeşi çabucak yoruldu, tozun içine kapaklanıp ağlamaya başladı – Nataşa onun elini bırakmayı hemen akıl edememiş, yanlışlıkla toprakta sürüklemişti onu. Nataşa kardeşini yeniden kucağına alıp gözyaşlarını sildikten sonra onunla birlikte tepeye tırmandı. Burada toprak kötü, çavdarlar kısaydı ve çok uzakları görmek mümkündü: koyu renk rüzgâr dalgalarının tarla üzerinde gezinişini, yelin gölgesi çekildiğinde ışığın tahılların üzerine serilişini... Nataşa çevresine bakındı –Panyutino neredeydi peki?– ve değirmenin kanatlarını gördü: Uzaktaki çavdarların içinden çıkıp geri dönüyordu koyunlarına. Şimdi küçük kız, ıssız güneşin altında, çavdarın kederli hışırtısı ve yeknesak öğle rüzgârının sessizliğinde olmaktan eskisi kadar korkmuyor, rüzgârın iyiliğini yüzüyle ve tüm bedeniyle hissediyordu. Avundu Nataşa, iç geçirdi – değirmen de göründü işte: Tahıl öğütüyorlardır, herhalde dedesi de getirmiştir bir çuval; torunlarının geleceğini bilir, taze undan blin pişirmek gerektiğini de; eski unları azalmıştır zaten ve hamuru iyi kabarmaz, blin’ler de yeni öğütülmüş undan pişirilenler gibi gevrek ve gözenekli olmaz. |