Emek Erez, "'Palyatif Toplum': Acısız, anlatısı olmayan, anlamsız hayat", kisadalga.net, 12 Haziran 2022
Acı kelimesinin yaşamın ortasında olması gerektiği bir çağda yaşıyoruz. Ancak aynı zamanda acılarımız zayıflık olarak görülebiliyor, sadece tıbbi bir meseleymiş gibi ele alınarak anlamını kaybedebiliyor veya gösterinin, performansın bir parçası olmadığında yokmuş gibi davranılıyor.
Byung-Chul Han, Metis Yayınları tarafından, Haluk Barışcan çevirisiyle basılan, Palyatif Toplum: Günümüzde Acı adlı kitabında, acının yaşamın içinden, bedenin alanından çekildiği bu nedenle de anlatısı olmayan, anlamsız bir yaşama mahkûm olduğumuzu düşünüyor. Başta “öyle değil çok acı çekiyoruz” diye içimizde bir isyan yükselse de yazarın anlatısından, acılarımızın yaşadığımız zamanda nasıl anlam değiştirdiğini sezebiliyoruz ve bu değişikliğin yaşamla olan tüm ilişkimize yansıdığını hissedebiliyoruz.
“Palyatif” kelimesinin anlamından şöyle söz ediliyor kitabın başında: “‘Palyatif’ sıfatının kökeninde Latince ‘manto’ anlamına gelen pallium ve bundan türeyen ‘paltoyla örtmek’ anlamına gelen palliare sözcükleri vardır. Tıpta temeldeki hastalığın tedavisinin mümkün olmadığı durumlarda hastanın şikâyetlerini, esas olarak da acılarını gidermeye yönelik tedaviyi tanımlamak için kullanılır.”
Byung-Chul Han bu kelimeyi toplumsal bir duruma işaret edecek şekilde tartışıyor ve anlamını genişletiyor. Siyasette, sanatta, edebiyatta, hayatta, insanın varoluş çabasında palyatif bir toplumda yaşamanın ne anlama geldiğini anlatmaya çalışıyor.
Algofobi
Byung-Chul Han’a göre, günümüzde her yerde algofobi yani acı korkusu hâkim. Gündelik ilişkilerden, aşk ilişkisine, siyasetten sanata her alanda bunun yansımalarını görülüyor. Kimse acıya gerçek anlamda cesaret etmiyor bu nedenle acı genellikle tıbbın alanına konumlanarak ağrı kesici ve anti-depresan ilaçlarıyla yatıştırılan bir şey hâline geliyor.
Düşünüre göre; “Algofobi toplumsal alana da uzanır. Acı verici fikir ve tartışmalara yol açabilecek çatışma ve fikir ayrılıklarına giderek daha az yer verilmektedir. Algofobi siyasete de yansır. Uyum ve uyuşma baskısı artar. Siyaset palyatif bir alana yerleşerek her türlü canlılığını yitirir.”
Acıdan korkarız bu doğal bir tepki olarak görülebilir ancak özellikle siyasi anlamda bu başka fikirleri duymamaya veya “çatışmadan kaçınmak” için tartışmaların önü kesmeye dönüştüğünde uyum sağlama zorunluluğu ortaya çıkar. Örneğin; coğrafyamızda güncel siyasette seçim dönemlerine indirgenmiş değişim talebine karşı çıktığınızda, “marjinallik”le suçlanıp, bir beklemenin içine sıkıştırıldığınızda yaşadığımız biraz bununla ilişkilenebilir. Çünkü yazarın işaret ettiği gibi: “ ‘Alternatifsizlik’ siyasi bir ağrı kesicidir. Mutlak ‘orta yol’ palyatif bir etki gösterir. Tartışmanın ve daha iyi savlar uğruna mücadelenin yerini sisteme uyum baskısı alır. Demokrasi-sonrası bir toplum yapısı yaygınlaşmaktadır. Bu palyatif bir demokrasidir.”
Kısacası, alternatif yok deyip, bunu bir “ağrı kesici” gibi alıp devam ettiğimizde, acısız bir “orta yolu” benimsediğimizde, sisteme uyumlu bireyler hâline dönüşüyor, dönüştürülüyoruz ve acısız demokrasi tercihi, olabilecek gerçek demokrasi imkânını aşındırıyor. Sanırım palyatif olanın dünya siyaseti açısından en önemli etkisi, genellikle kötünün iyisine razı edilmek olarak iş görüyor.
Pozitif Düşün Baskısı
Algofobinin getirdiği değişiklik bizi bir “olumluluk toplumu”na dönüştürüyor. Acı olumsuz çağrışımıyla bunun karşıtı olarak kuruluyor. Bu durum psikolojinin alanında da “pozitif psikoloji” gibi disiplinlerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Bu psikolojiye göre, “olumsuz düşüncelerden uzak durulması gerekir. Bunların yerine derhal olumlu düşünceler konmalıdır. Pozitif psikoloji acıyı bile performans mantığına tabi kılar. Neoliberal dayanıklılık ideolojisi travmatik deneyimleri performans artışı için katalizatör haline getirir.”
Neoliberal özne aynı zamanda performans öznesidir, pozitif psikoloji ve acı bahsinde de bu devreye girer. Dünyanın tüm olumsuzluğuna karşı “pozitif düşün” baskısı yayılır. Bunun en iyi örneğini kişisel gelişim kitaplarında görürüz, her türlü başarısızlığın bireye yüklendiği, sistemin sorunlarının görünmez kılındığı ve bu nedenle mutsuzsan, acı çekiyorsan sebebi sensin baskının hissedildiği metinlerdir bunlar genellikle. Bu durumda kitabın başka bölümlerinde de değinildiği gibi devamlı mutlu olma baskısı performansla ilişkilendirilerek, bu duygunun şeyleşmesine neden olur.
Olumsuzluklardan kaçınma, onlara temas etmemeye yol açar, iyileştirme duygusunu aşındırır eğer acı varsa da bunu bir şekilde performansa dönüştürmeniz gerekir çünkü Neoliberal dünyada performansınız kadar var olursunuz ve çeşitli medya araçları vasıtasıyla varlığınız kabul görür.
Byung- Chul Han, Psikopolitika: Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri [1] adlı kitabında bu durumdan şöyle bahsediyordu: “Bizi teşvik eden ayartan özgürlükçü, dost çehreli iktidar, talimat ve emir veren, tehdit eden iktidardan daha etkilidir. Mührü ‘like/beğendim’ simgesidir. Tüketerek, iletişimde bulunarak, hatta like’ı tıklayarak tabi oluruz tahakküm ilişkilerine. Neoliberalizm ‘Beğendim’ kapitalizmidir.”
Palyatif toplum, Neoliberal iktidar tekniklerinin geçerli olduğu bir toplumdur, dolayısıyla kendi kendinin girişimcisi, kendi kendinin özgürlükçüsü bireylikler ortaya çıkarır konu acı olduğunda bile bunun bir şekilde performansa dönüşmesi gerekir ki acının varlığı “beğenilir” olanın alanında işlevsel olsun.
Yaşamadan Hayatta Kalma
“Palyatif Toplum ‘Günümüzde Acı’” kitabı meseleyi başka şekillerde ele alıyor, bunlardan bahsetmek istediğim bir şey de “hayatta kalma”nın tek amaç hâline gelmesi ve palyatif toplumda yaşamın sadece biyolojik bir veriye dönüşmesi. Yazarın işaret ettiği gibi böyle bir toplumda: “Dijital hipokondri, sağlık ve zindelik uygulamalarıyla kendini sürekli ölçme, hayatı bir işlev haline indirger. Hayat kendisine anlam kazandıran her tür anlatıdan arındırılır. Artık anlatılabilir olmaktan çıkıp ölçülebilir ve sayılır olana dönüşmüştür.” Yaşam artık anlamın alanından çıkar sayıların alanına yerleşir, ritüeller, semboller anlamını kaybederken bu durum yaşamı niteliğin değil niceliğin geçerli olduğu bir şeye dönüştürür.
Bu durumun kapitalist sistem açısından da işlevsel bir yanı vardır. Kapitalizm, yazarın cümleleriyle söylersek: “Hayatta kalmayı mutlaklaştırır.” Tek amaç hayatta kalmak olduğunda onu biriktirilebilecek bir şeymiş gibi algılamaya başlarız, sayılabilir hayatta o da bir birikim nesnesine dönüşür. Düşünürün işaret ettiği gibi, “Hayatta kalma histerisinin hâkim olduğu toplum bir ölememişler toplumudur. Ölemeyecek kadar canlı yaşayamayacak kadar ölüyüz.”
Yazar bu konuyu Pandemi dönemi ile ilişkilendirerek anlatıyor ancak bana kalırsa bu sadece Pandemi döneminin değil zamanın sorunu. Çünkü günümüz dünyasında sadece hayatta kalmaya indirgenmiş yaşamları sürdürmeye çalışıyoruz, yaşadığımızı hissetmiyoruz hatta çoğu zaman nefes bile alamıyoruz.
Oysa Acı
Acının ortadan kaldırılmadığı bir hayatta anlatma ihtiyacı duyarız bu nedenle pek çok yazarın “katlanmak” için yazdığını söylemesi tesadüf değildir. Örneğin kitapta bu konuda verilen örneklerden birinde Kafka yazmakla ilgili şöyle söylüyor: “Şeytan tarafından çimdiklenip, dövülüp neredeyse un ufak edilmenin” karşılığı olan “tatlı şahane bir ödül.”
“Dövülmek”, “çimdiklenmek” çoğunlukla bedenin acıtılmasının göstergesidir böylece Kafka yazı deneyimini acı çekmekle ilişkilendirmiş olur. Acı aynı zamanda hakikat aracıdır, Viktor von Wezsäcker acıyı, “et olmuş hakikat, bir hakikatin et oluşu” olarak tanımlıyor metinde. Yani acı tüm bedenimizde duyduğumuz bizi var eden, mevcut kılan bir yan taşır bu nedenle palyatif toplum hakiki varoluşu elimizden alır, bedenimizin parçalarını algılamanın önüne geçer, onu bütünün içinde kaybeder.
Acı bağdır, her zaman öyle olmama olasılığı olsa da aşk acısı bizi ötekine bağlar. Acı başkasını duymamızı, onunla ilişkilenmemizi sağlar ve bu bir etik getirir. Ancak palyatif toplumda, kitabın cümleleriyle söylersek: “Kitlesel medyadaki ve internetteki acı ve şiddet görüntülerinin aşırı bolluğu da sessiz seyircinin pasifliğine ve aldırmazlığına itiyor bizi. Muazzam miktarda oluşları nedeniyle zihnimiz bunları işleyemez. Bu görüntüler algıya musallat olur. Bunlardan Susan Sontag’ın saptamış olduğu ‘resim şöyle der: şuna son ver, karış, harekete geç’ şeklindeki ahlâki emir çıkmaz.” Başkasının başına gelen görüp geçtiğimiz bir nesneye dönüşür, anlık bir acı hissetsek de yine performas öznesi olarak iş başında olduğumuzdan, “like” butonuyla acıyla ilişki kurarız.
Tabii tüm bunlar dijitalin reddi anlamına da gelmemeli, dijital ortamlar kapitalist şirketlerin, gözetimin bir parçası bizi pek çok açıdan olumsuz da etkileyebiliyor ancak dünyanın bundan sonrasında dışında kalmak imkânsız ve çok zor. Dünyanın geleceği için bu kaçınılmazsa, Lizzia O’Shea’nin söylediği “dijital kaderimizi tayin hakkı” [2] için harekete geçmeli ve geçmişin deneyimlerini işin içine katarak başka bir gelenek yaratmalıyız, acı gibi kaybolan duygularımızı, hayatla ve başkasıyla bağımızı geri almanın yolunu bulmalıyız.
Byung-Chul Han, Palyatif Toplum: Günümüzde Acı adlı kitabında, acının tıbbın alanında yerleşerek, yaşamın ve bedenin içinden çekilmesinin hangi anlamlara gelebileceğini tartışıyor. Siyasetten, kişisel varlık çabasına kadar acısız bir toplumun anlatısı olmayan, anlamsızlığın içinde yitip giden, başkasıyla ilişki kurmayan dolayısıyla yaşayamayan bir toplum olabileceğine işaret ediyor.