| ISBN13 978-605-316-174-5 | 13x19,5 cm, 128 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Ayfer Feriha Nujen, "Kübist bir yazar, Ayşegül Devecioğlu", edebiyatburada.com, 31 Ekim 2019 Ayşegül Devecioğlu, birçok öğesi olan, birbirine bağlanmış değişik öğelerden oluşan, değişik türden öğelerle metinlerini oluşturan bir yazar. Ağlayan Dağ Susan Nehir gibi. Bütün bu ayrılıklara, ayrımcılıklara, bütün bu düşmanlıklara, dışlanmaya, dışarıda bırakmaya, bütün bu hasta, aptal ideolojilere karşı bir yazar. Bir rengi de yok. Üstelik seviyor başka renkleri. Kitap önemli, pek çok diğer kitap gibi… Fakat öyle sıradan bir önem değil taşıdığı, önemine binaen önemli. Devecioğlu, bu kitapla 2008 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı Ödülü’nü aldı. Bu ödülü almasaydı da bir şey kaybetmezdi. Sosyolojik bir varoluş kitabıdır, basit bir roman değil, Ağlayan Dağ Susan Nehir. Varoluş, insanın en büyük acısıdır. Böylece bazılarını intiharın kucağına bırakır. Bunu bazen bir tek insan, bazen de koca bir devlet yapabilir. İnsanın omuzlarında kabuk bağlayan bir yaranın sızısını insanın kalbine indiren bir kitap. Bazen küçücük bir yara o kadar derindir ki, kabuklar omuzlarda dünya gibi ağır bir yük, sızısı kalbin içinde yangın yeri gibidir. İlk taşı günahsız olanınız atsın, diyen bir kitap. İnsanların kimliklerini ceplerinde, cüzdanlarında bir leke, can acıtan bir kelepçe gibi taşıdıklarını söyleyen bir kitap… Herkesin bir kimliği vardır, cebinde mendile sarılmış bir yara değilse bile durup baktığında bir aynaya, yüzünü, gözlerini, sesini çatlatan. Sadece bir Çingene’nin değil, insanın dışlanmışlık, bırakılmışlık durumunu bir duygu haline çevirmiş bir kitap. Seni, senden olan insan itiyorsa, tabiat kucaklar diyen bir kitap. Diğerlerinin arasında diğerlerinden olamamayı, bu uzakta kalışı belirgin bir yalnızlık ruh durumuyla pekiştirmiş. Bu büyük evrende küçük bir sorun değil ırkçılık. Tekil ve somut bir varlık olarak insan ya da bu insanın varoluşu üzerine bir dert var burada. Burası dünya, burada huzur yok, diyen bir kitap. Alıp başını durmadan gitmenin değil, sürekli bir sınırın ardına iteklenmenin kitabıdır. Yine de içinde bir yerde, elini kalbine koymuş, var olmanın bir tesellisi gibi yazılmış. Sanki dönüp sırtını insanlara, içine içine ağlayanlara ipek bir mendil uzatmış. Çünkü insan, herhangi bir nesne değildir. İşin aslı çarpılmış nesneler de yara alır. Öyle ya, nesnenin de bir ruhu var; nesneler de duyar, nesneler de cevap verir, onu görüp dinlemesini bilene. Kimi zaman insan da sadece yürüyen bir nesne… Bir insanın başka insanlarla bir arada olması, bir çakıl taşının başka taşlar arasında olmasına benzemez ama. İnsan boşlukta yer kaplayan bir şeyden çok daha fazlasıdır. İnsan, algılayan ve algılanmak isteyen bir varlıktır. Suyun yüzüne bağıranlar, dibinde kırılmanın kaynadığını bilemezler. Gönlü kırılanın, kaynayıp kaynayıp kendi içine döküldüğünü görmezler. Çünkü insanlar sevinci bayram yerlerinde hep birlikte, acıyı bir yas evinde bir başına bırakmayı öğrenmişler. Reddetmeyi, inkâr etmeyi, dışlamayı, kırmayı… Oysa insan, kırdı mı, kırıldı mı hemen belli olur. Toplum düzen ister mi, emin değilim. Öyleyse, bu düzen değil. Böylesi bir düzen, Devecioğlu gibi benim de kabulüm değil. Bir ressam için resmin içinde sıra dışı bir figür, geometrik bir sembol ne ise, Devecioğlu için de Çingeneler öyle bir şey sanırım. Formun bir parçası, fakat yerleştirilmemiş hiçbir yere hiçbir zaman. Bu büyük toplumsal yıkımın dişleri arasında, sanki elinde bir elek sen bizden değilsin diyerek, elenenlerin kitabıdır Ağlayan Dağ Susan Nehir. Bir yerde diyor ki, “Yol yorgunudur Çingeneler, yerleşikliğin imkânsız olduğunu bilir. Yerleşik hayatı kekeleyerek yaşarlar.” Kitabı bitirince, insanın içi söküle söküle insanın şerrinden söz eden Rainer Maria Rilke’nin şairane metni Anlamazlar’ı okumak gelir içinden, benim hep gelmiştir... Yalnızlardan söz etmemiz, insanlardan fazla anlayış beklememizdir. İnsanlar, neyden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. Hayır, anlamazlar. Bir yalnızı görmemişlerdir asla; ondan, tanımaksızın nefret etmişlerdir yalnızca. İnsanlar, onu tüketen komşular olmuşlardır; bitişik odanın onu baştan çıkaran sesleri olmuşlardır. İnsanlar patırtı etsinler, onun sesini boğsunlar diye, eşyaları ona karşı kışkırtmışlardır. Narinliği ve çocuk oluşu yüzünden çocuklar, ona karşı birleşmişler ve o her büyüyüşünde yetişkinlerin ramına büyümüştür. Bir av hayvanı gibi barınağını sezmişler ve uzun gençliği sürekli bir takip altında geçmiştir. Güçten kesilmeyip de ellerinden kaçtıkça, yaptığı şeylere bağırmışlar, çirkin deyip, kötülemişlerdir yaptıklarını. Ve o, bunlara kulak asmadı mı, biraz daha ortaya çıkmışlar, yiyeceğini bitirmişler, teneffüs edeceği havayı tüketmişler ve iğrensin diye, yoksulluğuna tükürmüşlerdir. Bulaşıcı hastalığı olan biri gibi adını kötüye çıkarmışlar, daha çabuk kaçıp gitsin diye, ardından taşlar atmışlardır. Ve yıllanmış içgüdülerinde haklıydılar gerçekten; O, gerçekten düşmanlarıydı çünkü. Okuduğum kitapları ezberlemesini severim. Bir şeyi öyle kolay kolay da ezberleyemem. Bazı yazarlar, sanki insanın göğsüne bir hançer saplar gibi yazarlar. Ben de herkes gibi göğsüme saplanmış bir hançeri çıkarıp atamazsam eğer, unutmam zaten. Böylece bazı kitaplar yeni yasasını oluşturur yaşamın. Süren devri daimi bozmak için gereken de budur. Çünkü her devrim, bir karşı devrimle yıkılır. Hiçbir sistem, hiçbir düzen sonsuza kadar sürecek değil. Devecioğlu, nasıl biridir kim bilir, bilemem. İlk kitabını okuduktan sonra, yazar için şunu söylediğimi bilirim ama: sende bir güzellik var… Ara Tonlar’daki Demir’in öyküsünü de böyle anlatmıştı çünkü. Biraz kendi öyküsünü yazar her yazar. Ne kadar dışlanmışsa, ne kadar itilmişse, onlardan söz eder sıkça ve o kadar. Devecioğlu, yaralı bir sosyolog gibi gelir bana. Kalbinde, dilinin ucunda iyileşmeyen bir kesik varmış gibi konuşur, Çingeneler gibi kekeleye kekeleye. Sanki bir demir askıda, “ah!” diyen birinin acısıyla, inlercesine… Yine de, sanki ona sırtını dönenlerin alnına, “insan değerlidir” yazar, inadına inadına. Çünkü insan değerlidir. Devecioğlu insanların, uyum sağlayamadıkları insanları, renkleri kendi renklerinden farklı olanları, onlarla aynı olmak durumuna kapılmayı reddedenleri itip dışladıklarını, yok etmek için büyük çabalar sarf ettiklerini bilir. 12 Eylül, o döneme has bir dönem olayı değildir. Kendinden evvelin başlatıp, bu gün hâlâ süren devri düzenidir. İçini dışına çıkarıp ziyan etmemek için bir kitabı, onun sadece bana hissettirdiği şeylerden söz ediyorum. Öykülerini, romanlarından ayıran bir başka ruh hali görmedim ben. Belki de romanlarında hissettiğim duyguyla, kendimi alıştırdığım şekilde okuduğum için. Her metninde aynı dili, aynı üslubu, aynı tarzı, aynı derinlikle kullanabilmesinden de kaynaklanıyor olabilir bu. Bu bir imzadır aynı zamanda. Herkesin kendisine has, hiç hatasız bir imzasının da olabileceğini sanmıyorum kolay kolay. Az ve nadir iyi yayıncılardan Metis için de büyük bir şans bence Devecioğlu. Tabii, Metis logosuyla bir kitap yayınlamış olmak da bir şans. Şahsen Devecioğlu’ndan etkilenme derecemi, kendisini neredeyse taklit etmek isteyecek kadar tanımlayabilirim. Ve hiç üretemeyen insanların böyle üretken yazarları taklit etmesini de içtenlik söylüyorum, tavsiye ederim. Böylece Devecioğlu’ndan mesafeli ve sakin olmayı gerçekten öğrenebilirler. Son kitabı, Güzel Ölümün Öyküsü buna sağlam bir delil sayılabilir. Zaten çoğu yazar, çoğu yazarın taklididir. Elbette ki, istisnalar kaideyi bozabilir. Bu yazarlardan biri de Devecioğlu’dur. Renkleri, kokuları, sesleri, tatları, mekânları betimlemek, tanımlamak, tarif etmek kolaydır. Zor olan, aslında en zor olan etki ve tepkiler altındaki durumları betimlemektir. Bir tek kelimeyi, içinde olduğu bütün cümleyi kuşatacak kadar derin, çekici bir biçimde anlamlı kılabilmektir. Güzel Ölümün Öyküsü, kalbin merkezine, aklın dehlizlerine bir yolculuk… İçsel bakışın, dış dünyadaki her şeyle teması. Okuyanlar şunu görecektir, bu içsel bakış, bu gizemci davranışsallık asla çilecilik düşüncesinden uzak değildir. Böylece okur şunu iyiden iyiye kavrayacak, kitaptaki her mekânda dolaşacak, her kokuyu alacak, her duyguyu bizati hissedecek ve her nesneye anlatıcı kadar yakında ve ona dokunmuşcasına hissedecek. Sonun da mı, Güzel Ölümün Öyküsü’nden sanki bir uykudaymışcasına uyanacak. Kitaptaki gibi. |