Seda Bütün, "Çingenenin söylediği", İAN Edebiyat, Eylül 2015
Ağlayan Dağ Susan Nehir, anlatıcı konumundaki genç kadının hayatında derin izler bırakan, çoğu zaman Çingene ya da Yalancı diye adlandırdığı Naciye Abla’yı gerçek yüzüyle tanımak istemesini konu ediniyor. Arka planda ise her daim öteki olmuş Çingeneleri ele alıyor. Devecioğlu, Çingene olmanın ne anlama geldiğini içten bir bakışla, yargılamadan, kategorize etmeden aktarabiliyor okura. Yerleşmiş Çingene imajını pekiştirecek Çingene’nin uçarı, renkli, şenlikli yaşamından kesitler sunmuyor mesela. Yazar aksine, önümüze sürülen bu sahte resmin arkasındaki gerçeği göstermek istiyor: “Çingene’nin altın küpeler, özgür ruh, tutkulu kan gibi bayağı imgelerden oluşmuş yağmalanmış suretini kafamdan silip atabilecek miydim? Kamp ateşi etrafında yapılan dansların, bıçakların konuştuğu tutkulu aşkları, gitar sesinin oluşturduğu sembolik Çingene yaşamı, yüzlerce yıldır yaşanmakta olan kıyım ve faciaları, yoksulluğu, aşağılanmayı görünmez kılmıştı.” (s.67) Metin boyunca Naciye Abla’nın bazen tuhaf bazen acımasız öykülerinin ya da anlatıcının izini sürdüğü yaşamının arkasından hep bu görünmez kılınan gerçek çıkacaktır. Okuduğumuz ilk Naciye Abla öyküsü olan “Malihulya”da Naciye Abla’nın çocukluğunda karşılaştığı Sitar (Ester)’in hikâyesinin ardında 1934 Trakya olayları olarak bilinen hadise, çocuğu olmadığı için onu terk eden kocası Basri’nin oğlunun izini sürerken de karşımıza Maraş Katliamı çıkar. Birincisinin Yahudilere, ikincisinin Alevilere yönelik işlenmiş suçlar oldu ğunu çoğumuz biliriz. Ancak romanda gördüğümüz üzere Çingenelerin de bu vahşetlerin hedefinde olduğu bir şekilde görülmemiş, dillendirilmemiş, söylenmeye gerek görülmemiştir belki de. Aynı 2. Dünya Savaşı Avrupası’nda o akıl almaz vahşetin Çingenelere de uygulandığı hâlde hiç dile getirilmeyişi gibi. Anlatıcı, yaşadığı Balkan kasabasında bir Çingene ailenin haksız yere hırsızlıkla suçlandığına şahit olunca toplama ve imha kamplarında öldürülen Çingenelerin kayıtlara “diğerleri” başlığı altında geçtiğini düşünür. (s. 155)
Yazar, gözlerden ırak tutulmak istenen ya da görülse-ler bile “diğerleri” adı altında toplanmak zorunda kalan bu halkı ne sevimli hâle getirmeye çalışır ne de popüler kültürün beslediği “Çingene” imajını tekrar üretir. Bu sayede sahici insan portreleri çizerek yüzyıllardır süregelen dışlanmalarla, kıyımlarla, facialarla şekillenen Çingeneliğin kaderini okura sezdirir.
Gabriel Garcia Marquez’in eşsiz romanı için “Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü olağan şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygu suz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım” der.
Marquez’in büyükannesindeki ifadenin aynısını Naciye Abla’nın yüzünde de görürüz. O da tuhaf, gerilimli, renkli öykülerini aynı böyle bir tavırla anlatır. Büyülü gerçekçiliğin en önemli özelliği olarak görülen gerçeküstü ile gerçeğin çatışmaya girmeden bir arada olabilmesi Ağlayan Dağ Susan Nehir'de de karşımıza çıkar. Özellikle Naciye Abla’nın anlattığı “Malihulya”, “Sairfilmenam”, “Kurbağalar”, “Kankurutan” ve “Mayabozan” gibi öykülerde hayal ve hakikat birbirini örtmeden yan yana gelebilir. Tüm mahareti karşısındakinin dinlemek istediği masalı anlatmak olan, yalancılığın verdiği köksüzlükle, uçacakmış gibi hafifçe yürüyen Naciye’nin ve onun halkının yaşayışını, hayatı algılayışını anlatabilmenin en iyi yöntemlerinden biri büyülü gerçekçiliktir kuşkusuz. Anlatıcı Naciye Abla’nın bir kızın başına gelmiş acı bir olayı anlatırken büründüğü hâli düşünür ve şöyle der: “Böyle şeyleri anlamsız, düz ve hiçbir merhamet izi barındırmayan bir yüz ifadesiyle söylerdi. Yıllarca beni öfkelendirmiş olan bu kayıtsız ifade, Çingenelerin hayatta kalmak için kullandığı en önemli silahlarından biriydi. (.) Ama küçüklüğümde dinlediğim ürkünç masalla birlikte, Naciye Abla’nın esmer, genişçe yüzünün ardından, bir yeraltı ırmağı gibi bilincime akan gerçeğin o dingin, acımasız sesini hâlâ tüylerim ürpererek anımsarım. Masal gerçekle aynı bedendendir.” (s.56)
Romandaki büyülü atmosferi besleyen başka bir unsur da metnin dilidir. Benzetmelerin yoğun kullanıldığı, şiirsel betimlemelerin olduğu, kanatlı kelimeleri daha da bir uçar hâle geldiği bu dil, anlatıcı karakterin sesinin duyulduğu bölümlerde daha belirgindir ve Naciye’nin kaskatı bir yüzle söylediği acı gerçekle büsbütün tezat oluşturur. Ancak bu tezat, dili bütünleyen bir etkendir; metne şiirsel ve büyülü bir hava verir.
Naciye Abla’nın öykülerinden aşina olduğumuz hayal ve hakikatin karşıt doğalarına rağmen birlikteliğine benzer bir durum kadının içine doğduğu dünya ile Naciye’nin dünyası arasında vardır. Anlatıcının ailesi ne kadar bilimsel, mantıklı, gerçekçi ise Naciye de bir o kadar tinsel, sezgisel ve hayalcidir. Naciye Abla ile anlatıcı karakterin ilişkisi çocukluğunda başlar. O dönemde yaşadıkları Edirne’de evlerinde sadece hizmet gören bir kadınken zamanla ailenin eli ayağı olmuş ve onları İstanbul’a taşındığında bile bırakmamış Naciye, çocuklara en derininde kendi yaşamından izler taşıyan tuhaf öyküler anlatır.
Cumhuriyet değerlerine sahip eği-timli-orta sınıf bir ailede büyüyen, ellerinden ansiklopedi düşmeyen çocuklar için anlattığı tuhaf öyküleriyle özgür imgeleme aralanan bir kapı rolü üstlenir Naciye Abla. Anlatıcı kadın babasının bilimsel ve kuru açıklamalarıyla geçen çocukluğunu “Çıkınına birer parça kuru ekmek konulup uzak ülkelere uğurlanan çocuklar gibiydik. Bu azıkla yola devam edemeyecektik.” diye tanımlarken Naciye Abla’nın öykülerine neden ihtiyacı olduğunu “Her çocuğun ülkesi olmuş o karanlık uzamda, varoluşun tekinsiz armağanlarına bir kez olsun dokunmadan nasıl büyüyebilirdik?” sorusuyla dillendirir. (s.36) Aklın/mantığın karşısına Çingene’nin hayalini/masalını koyan anlatıcı karakterin bu Çingene kadının izini sürmesi, onun gerçeğini keşfetmeye çalışması genç kadının içsel mücadelesidir de bir yandan. Naciye’nin memleketi Edirne’ye defalarca giderken de, Balkan kasabasında Çingene kadının izini sürerken de anlatıcının aradığı şey bu-dur: “Çingene’nin yalan tiyatrosunun kadim sahnesi bana Gerçek’ten çok daha fazlasını borçluydu; en esasından bir yalanı.” (s.99) Naciye’nin, Sitar’ın, Basri’nin, Karazindan’ın hikâyeleri aracılığıyla anlatıcının dolaştığı bu vahşet iklimine sebep olan şey başlı başına akıldır. Toplama kamplarında Çingene ikizleri parçalayan, gözleri, saçları kavanozlarda saklayan hep bu “akıl” değil midir zaten? (s.154)
Ayşegül Devecioğlu, Çingene’nin hikâyesini anlatırken ona has bir dil kurabilmiş. “Yalancı” bölümünde anlatıcının söylediği “Hikâyemi gerçeğe teslim etmek değil, hikâyemle gerçeği teslim almak niyetim.” bir bakıma yazarın da isteğini açık eder. Yazar, ele aldığı gerçeğe uygun bir anlatımla, gerçeği kuşatıyor, insanlığın en karanlık duygularıyla dâhil olduğu kıyımları öğretici bir sese bürünmeden ele alabiliyor.