İpek Bozkaya, "Hayatla hikâyeyi birbirinden ayırmak", İAN Edebiyat, Eylül 2015
İçinde yaşadığımız toplumun seçici hatırlamayla kendine yol çizmesi, genç ve belleksiz olmaya öykünmesi, unutkanlığın bir tür dinamizmine inanç hepimizce malûm. Hatırlamak ve daha iyi anlamak yerine düşünmemek, hafızadan silmek, unutmuş gibi yapmak çoğu zaman daha uğraşsız. Binlerce kişinin sokaklarda öldürüldüğü bundan 35 yıl öncesine ait unutkanlığımız, üzerinden çok zaman geçmemesine rağmen bu unutma kuvvetinin ısrarı bakımından ilginç. Ayşegül Devecioğlu’nun Ara Tonlar'ı işte bu bize fazla uzak olmayan bir zaman diliminde gerçekleştirilen kopuşun görgü tanığı.
Roman en baştan “Yine eylül!” (10) diye açılıyor ve 12 Eylül’den sonra yirmi yıl süreyle ortadan kaybolan, öldü sanılan Demir’in ve onu yirmi yıl boyunca bir gün geri döner tedirginliğiyle- yürek çarpıntısıyla bekleyenin hikâyesini anlatıyor. Yirmi yıl önceki arkadaş grubu Demir’in dönmesiyle yeniden bir araya geliyor. Bu zaman diliminde hayatı anlamlandırma biçimi hepsi için farklılaşmış, hepsi farklı yerlere savrulmuş. Demir’in döneceği haberine öldüğüne inandıkları için ve Demir bu süre zarfında kimseye haber vermediği için tepkililer. Demir’in dönmesi onun dönüşünü ve orada geçirdiği süreyi sorgulamaları kadar kendilerini ve kendi yaşadıkları 20 yılı da sorgulamalarında etkili oluyor. Nitekim Serpil’in Demir’in dönüşünden sonra gözden geçirdiği hayatındaki gelişme şöyle: “ -Sinan’dan ayrılmaya karar vermemde neyin etkisi oldu biliyor musun? -Neyin? -Sana ilgisiz gibi görünecek belki ama Demir’in dönüşünün. Demir döndükten sonra artık Sinan’la beraber olamayacağımı, bir adım atmam gerektiğini anladım.” (193)
Yabancılaşma ve bireysel sorgulama
Demir’in dönüşüyle adı bizden gizlenen kadın karakterin hayatı altüst oluyor. Yalnız kalma çekincesinden dolayı birlikte olduğu ya da neden birlikte olduğu sorusuna kafasında net cevaplar veremediği, onu anlayan şefkatli Kerim farklı bir şefkat algısından yahut salt gururdan onu terk ediyor. Demir’in sevgilisi (sevgili kelimesini burada iki kişi arasında yaşanan duygusal etkileşimin tarafı olarak kullanıyorum kahramanımızın ismini kitap sonuna kadar öğrenemediğimizden, yoksa Demir’le onun yaşa(yama)dığı şey genelgeçer içi boşaltılmış bir sevgililik değil) yirmi yaşında Demir’in onu bırakmasıyla mutluluğa inancını yitirecek biçimde etkileniyor ve kalabalıkların nimet gibi görünen külfetinden sebep yalnızlığa gömülüyor, aidiyet duygusunu geliştiremiyor. (Kerim’in varlığı ya da Demir’in dönmesi de bu kökleşememiş aidiyet duygusuna çare olmuyor. Nitekim Demir yirmi yıl sonra döndüğünde hissettiği şey rahatlama yerine karmaşa.)
Devecioğlu dilini kurarken salt 12 Eylül’ü çerçeveye yerleştirip siyasetin kuruluğuna edebiyatı kurban etmek yerine, 12 Eylül’ü fon olarak kullanıp edebiyatın kırılganlığını gözetiyor. İlk romanı “Kuş Diline Öykünen”de 12 Eylül’e dair siyasi gerçeği ve yaşanmışlığı daha çok kahramanların başından geçenler ekseninde verirken Ara Tonlar'da kahramanların 12 Eylül ile şekillenen hayatlarının-düşüncelerinin nasıllığı ile duygu ve ruh durumları görece daha ağır basıyor. “Kuş Diline Öykünen” sosyolojik bir okumaya daha müsaitken Ara Tonlar bireyin iç çatışmalarını, ruh halini yabancılaşma, sıkıntı, bireysel sorgulama ekseninde anlatması bakımından edebi açıdan okumaya daha elverişli.
Romanda, Eğitim Çalışması (79) adlı bölüme kadar kadın kahramanın huzursuzlukları kendi içindeki savaşıyla Demir’in etki ettiği şimdinin etkisi ekseninde veriliyor. “Yıllar önce gecekondu mahallesinde ilk kez karşılaştıkları gün ve onu izleyen hafta, Demir’in hayatının bir parçası olacağını sezmişti.” şeklinde açılan Eğitim Çalışması adlı bölümle birlikte Demir ile olan geçmişlerine ışık tutuluyor, yaşadıkları - yaşayamadıkları Demir’in geçmişin sahnesine çıkmasıyla anlatılmaya başlanıyor. Çiçcionalya (133) adlı bölümle birlikte Demir’in geçmişinde başkahraman için önemli bir kesit başlıyor. Demir’le alakalı artık bir eşten ve bir manevi çocuğun varlığından haberdar olduğumuz bu kesitte, Demir’in kimsesi kalmayan aç ve korkmuş çocuğa sahip çıkışı ve çocukla birlikte Tilda adlı Fransız kadının Demir’le çocuğa sahip çıkışı, Fransa’ya geçmesine yardım etmesi ve devamının hikâyesi anlatılıyor.
Toplumun aynası olan kadınlar Kadın, yazarın romanlarında bireyden yola çıkılarak toplumun anlatılması açısından önemli bir konumda. Ara Tonlar'da başkahraman ve “Kuş Diline Öykünen”de Gülay Eylül hareketinin içinden gelen, toplumsal şiddetin etkisiyle sarsılmış, kimi zaman ötekileşti-rilmiş, toplumun aynası olan kadınlar. İktidar karşısında ideolojisinde güçlü ve kararlı fakat kendi içinde-kendine karşı kırılgan ve sorgulayıcı. Cinselliğin toplumsal şiddetle paralel rahatsız ediciliğini duyumsayan kadınlar. Nitekim “Kuş Diline Öykünen”de devrimci geçinen doktorun muayene adı altında tacizine ses çıkarmayan Gülay ile Ara Tonlar'da yoldaş bildiği evli-çocuklu adamın tacizkâr bakışlarına maruz kalan kadın kahraman aynı kaderi paylaşır. Ara Tonlar'da küçükken yıllarca amcasının oğlu tarafından taciz edilen Serpil de bunlara eklenir: “...bunu doğal bir şey olarak görüyordu, ben ona aittim, istediği zaman dokunabileceği bir yaratıktım, bize geldiğinde pis pis bakar sırıtırdı bana, söyleyemeyeceğimi biliyordu, rahattı.” (191) Sosyalizm savaşındaki kadının bu savaşa girmekle iktidar karşısındaki yıpratılmışlığı karşı cinsin yıpratışıyla katlanıyor.
Ara Tonlar zengin tasvir gücünün kitabın sonuna dek diri tutulduğu tahlil ve tasvir gücü yüksek bir roman. Yazar kahramanların duygu dünyalarının etkili ifadelerle anlatımında Rus edebiyatına özgü derinlikte ve incelikte tespitler sunuyor. Durum tasvirinde kimi zaman zıtlıklardan yararlanıyor: tahammül edilmez bir doğallık (46), rahatsız edici normallik (46), kremam-sı bir sessizlik (88), göz kamaştırıcı bir hiç kimse (54).
Çevrenin etkisiyle değişen birey
Romanda renklerin, mekanın, duygu durumlarının aktarımında çeşitli türlerini duyduğumuz çiçekler kahramanların ardında gizli ve önemli bir konumda. Dikkatli bir okumayla kadın kahramanın kendini yalnız hissettiği anda yazarın bize bir çiçek ismi sunduğu fark edilebilir. Kadın kahraman kitabın başında gizemli bir telefonu kapadıktan sonra “...çiçek nüfusunun büyük bölümünü oluşturan sardunyaları suluyor, güvez, leylak rengi, yavruağzı, biri morlu biri pembeli, biri pembeli biri beyazlı iki ebruli bir kırmızı.” (12) Kapı çaldığında görmek istediği son kişi Kerim’in kapının ardında olabileceği mutsuzluğuna kapılıyor ve çürümüş kaktüsler geliyor aklında. (16) Sahile inen yol genişletilirken bir kısmı kesilen ağaçların verdiği hüzün pencerelerin ardında görünmeyen camgü-zellerini, küpe çiçeklerini zikrettiriyor. (19) Yolda gördüğü ölmüş kedinin kanını “asfaltta kedi ölümü kırmızısı” olarak zihnine kaydetmesinin ertesinde köşede lastikçinin yanındaki ufak lokantanın masasında içinde birkaç sarı çiçek olan bardağı korumak istercesine eline alıyor. (23)
Herkesin toplandığı akşam yemeğinde Demir yirmi yıl sonra gördüğü arkadaşlarına çocukları olup olmadığını soruyor, kız mı oğlan mı olduklarıyla tek tek ilgileniyor ama onu 20 yıldır bekleyene sormuyor. Necati ise konudan rahatsız olmuş biçimde kıpırdıyor. Bu gerilimli anlarda masaya konan “turuncu, mor, sarı çiçekler”e kamera çevriliyor. (57) Büyük yemekten sonra geçmişe dair anlardan biri başkahraman tarafından gelinciklerin o an üzerindeki etkisi çerçevesinde hatırlanıyor: “Artık her gelincik gördüğünde bunları anımsayacaksınız, yalnız muhtarın ve ihtiyar heyetinin kurşuna dizilmesini değil, ay çiçek yağlarını, arabayı kullanırken gösterdiği dikkati...”(66)
Durumun oluşmasına etki eden şahısların içinde bulundukları şartlar mekanın şekillenmesinde etkili oluyor. Ara Tonlar'da mekan çözülmelerin, kişilik bölünmelerinin, sorgulamaların yansıtılması için bir araç konumunda. Toplumsal ve bireysel serüven çoğu zaman çevreye bağlı olarak - çevrenin etkisiyle değişen birey üzerinden anlatılıyor.
12 Eylül’den sonra bir tür susuş
Ara Tonlar'da zaman tekdüze bir şekilde ilerlemiyor. Demir ile başkahraman arasında yaşananlar ve 12 Eylül döneminin toplumsal çözülmesi ve bireysel çözülmeler geriye dönüşlerle, belli zaman dilimlerine yoğunlaşma ile veriliyor. Demir ile başkahramanın yaşadığı ve sorgulamaların belki de en kuvvetli sebebi olan otelde geçirilen iki gece, geriye dönen zamanda önemli bir noktadır. Demir’in manevi oğlunun ve ona birçok yardımı dokunan eşinin nasıl Demir ile bir araya geldiğinin anlatıldığı bölüm de bu önemli geçmiş zaman dönemeçlerindendir. Yazarın, romanlarında karakteristik olarak vaka zamanı ile anlatma zamanı arasındaki mesafeyi daralttığı da göze çarpıyor: “Büyüleyici bir dans, sonra yerçekimine yenik düşüp sırayla dizilmiş arabaların arasına düşüyor, artık alelade bir çöpten farkı yok, ama birkaç saniye, dansın sürdüğü zaman boyunca dünyanın bütün ışığını üstünde toplamış gibi fırladı.” Romanda gerçek hayattan şahıslar kurmacanın gerçekten evrildi-ğine işaret edercesine kullanılıyor. Burnuna düşmüş gözlüklerinin üstünden olan bitene bakan adam Woody Allen’ı andırıyor. Masanın örtüsü Kurosawa filmlerindeki savaş sahnelerini anımsatan bir pırpırlamayla rüzgarda uçar. Akbabanın Üç Günü’nün yeniden gösteriminde Robert Redford’un geleceği kulaklara çalınır. Tom Waits, Cohen, Turandot plaktan sık sık dinlenir.
20 yıllık kayboluş
Kuramsal birikimin edebiyatın kıyılarına getirdiği yazarların 12 Eylül’den sonra bir tür susuş dönemine girdikleri, yaşananları çocuklarına doğru dürüst anlatmadıkları -anlatamadıkları-anlat-mayı unuttukları günümüz kuşağının konuyla alaka derecesine bakılarak tespit edilebilir. Devecioğlu’nun Ara Tonlar'daki Demir’i bu uzun susuş döneminin kurmacadaki yansıması. Demir dönüp yirmi yıl sonra konuşmaya karar verdiğinde kendi romanını yazıyor, böyle parçalıyor yirmi yıllık susuşu ve kayboluşu ve kendi üst kurmacasını oluşturuyor belki. Yaşanacaklar yaşanmış, çekilecekler çekilmiş, kurulan-ku-rulmayan-parçalanan aileler kaderini yaşamış, şimdi sıra o yılları görmemiş çocuğunu-okuru karşısına alıp olan biteni gerçeğin acımasızlığıyla ve gerçeği hissizce haykırmanın vurdumduymazlığıyla değil, içe dokunarak kavrayışın içselleşmesini hedef alarak usul usul yapıyor.