Türker Armaner:
"Kendinden kaçan ve kendini çoğaltan korkular üzerine..."
Duygu Durgun, Cumhuriyet Kitap Eki, 19 Temmuz 2007
1979 yılının Türkiyesi'nde, hayali bir sahil kasabası olan Karanca'dayız. Her biri kendi "gerçeklik" ve "hayal" âlemlerinde yaşayan bireylerden oluşan, orta sınıf bir ailenin 24 saatine tanık oluyoruz. Türker Armaner'in yeni romanı Tahta Saplı Bıçak bizi, hem bu ailenin üyeleriyle teker teker tanıştırır ve temelinde korku ve sevgisizliğin hüküm sürdüğü ilişkilerini yan odadan gözlememizi sağlarken hem de karakterlerin belleklerinde yaşadıkları ve yaşattıkları imgelerle zaman içinde geriye uzanan bir yolculuğa çıkarıyor.
       1960'ların, 1930'ların İstanbulu'nu ve romanın temel karakteri Münevver Hanım'ın öğrenci olarak kaldığı 1939 Berlin'ini kapsayan roman aynı zamanda, Soğuk Savaş sonrası Türkiye'nin çok partili sistemle birlikte darbeler dönemine geçişinin, bu dönemde başlayan ve insani ilişkilerden toplumsal düzleme uzanan "muhafazakârlığa" adım atışının safhalarını da yansıtıyor.Tahta Saplı Bıçak üzerine Türker Armaner ile konuştuk.


Her şeyden önce, Tahta Saplı Bıçak'ı önceki kitaplarınızdan ayıran önemli bir özellik var. Kıyısız (1997), Taş Hücre (2000) ve Dalgakıran'da (2003) kurguladığınız karakterlerin neredeyse hiçbirinin fiziksel herhangi bir özelliği ve hatta ismi bile yokken bu romanda her biri kanlı canlı birer "tip" oluşturan kahramanlarla ve "gerçek" hayat enstantaneleriyle karşı karşıyayız. Hatta roman dilinizde de bu farklılığın izleri bariz biçimde görülüyor. Eski Türkçe'ye çok sık başvuruyorsunuz. Bu anlamda önceki kitaplarınız arasındaki bütünlüklü yapı Tahta Saplı Bıçak'ta kırılıyor adeta. Bu kırılma nasıl bir ihtiyaçtan oluştu?

Önceki kitaplarımda, kitaplar ve öyküler arasındaki birçok tarz ve tema değişikliğine rağmen bir bütünlük olduğunu ben de üçüncü kitabım Dalgakıran basıldıktan sonra fark ettim. Bu kitaplarda belirli "durum"ları karakterler üzerinden anlatmayı denemiştim. Dolayısıyla karakterlerin isimleri ve fiziksel özellikleri belirsizleşerek bu "durum"ları oluşturan eylemleri ön plana çıktı. Şimdi ilk kitabımın yayımlanmasından beri geçen on seneye baktığımda bu üç kitap arasındaki bütünlüğü, "mekânın dışında bulunmak durumu" diye ifade edebileceğim bir öğenin oluşturduğunu görüyorum: Yerleşikliğe karşı "göç", Stalinist parti merkezine karşı "Troçkist muhalif", işleyen zamana karşı "duran saatler", iletişime karşı "dilin kırılması"... Öykü ya da yer yer "novella" da, bu resmi çizebilmem için uygun bir edebi tür olmuştu. Yaklaşık dört yıl önce, bu kez mekânın kendisini anlatmak istedim. Bu temsil için uygun edebi türün de roman olduğunu varsaydım ve Tahta Saplı Bıçak'ı yazmaya başladım. Böylece, sizin de belirttiğiniz gibi, sınırları olan kanlı canlı karakterlere ihtiyaç duydum. Daha önce karakterler "durum"ların taşıyıcısı iken bu kitapta sanıyorum bir yer değişikliği oldu. Dil konusunda; kitabın anlatı zamanı bir günün içinde geçse de, roman kırk yıllık bir döneme yayılıyor. Bu nedenle birkaç kuşağın giderek ayrışan, değişen ya da anlamı kayan sözcükler kullanması gerekli oldu.

Tahta Saplı Bıçak'ta bir dizi karakterle tanışıyoruz. Münevver Hanım, Nuri Bey, Erkan, Leonard, Emine... Ancak buna rağmen romanın baş kahramanı bir "tip" değil aksine bir nesne. Bu da alışılagelmiş yapının dışında duran bir seçim. Bir objeden roman kahramanı yaratmak üzerine konuşsak biraz...

Romanı birkaç eksen üzerinde tasarlamıştım; demiryolları, hukuk sistemi, tarihe ve devlete bakış, ülkeler arasındaki siyasi benzerlikler bunlardan bazıları. Bu eksenleri bir araya getiren temel nokta ise "şiddet ve korku"ydu. "Tahta Saplı Bıçak", farklı dönemlerde, coğrafyalarda, sözlerde, kendini yeniden üreten şiddetin arkaik bir imgesi oldu. Temel bir karakter olarak "bıçak", aynı zamanda öteki karakterlerin bilinçlerindeki "şiddet"e dair imgelerin de ortak bir resmi biçiminde ortaya çıktı. Başka bir açıdan da "tahta saplı bıçak", üçüncü tekil şahıs anlatıcı tekniğini kullandığım bu romanda anlatıcının zamanda ileriye gitmesini ve geriye dönmesini bir anlamda meşrulaştırdı.

Romanda 1939-1979 yılları arasındaki 40 yıllık bir dönemi kapsayan bir yolculuk söz konusu. Bu zaman dilimini seçmenizin özel bir nedeni var mı?

Evet. Türkiye'nin özellikle 1930'lu yıllarındaki belirli bir damarın üstünün örtülmeye çalışıldığını görüyorum. O günlere ve daha sonrasına baktığımızda bugün yaşanılanların izlerini de sürebiliyoruz. Tüm dünyada bu kırk yıllık dönem, ikinci dünya savaşına, savaş sonrasına ilişkin sorgulamaların yapıldığı, "soğuk savaş" diye adlandırılan durumun uluslararası ilişkilerde belirleyici bir zemin oluşturduğu, Türkiye'nin çok partili rejimle birlikte darbeler dönemine de geçtiği bir süre. Bu dönemde aynı zamanda ahlaki yargılarda, insan ilişkilerinde de önemli bir dönüşüm, bu dönüşümün karşısında da ona direnç gösteren muhafazakâr bir refleks kök salmış. Az önce sözünü ettiğim şiddet uygulamanın ve korku salmanın da, bu dönemde hem kişisel ilişkilerde, hem de politika üretmede sıkça başvurulan bir yöntem olduğunu düşünüyorum. Bu sadece 1939-1979 arasıyla da sınırlı değil tabii...

Yakın tarihimizden önemli bazı bilgileri de yeniden hatırlatıyorsunuz okura... AKM'nin inşaatı sırasında ortaya çıkan Osmanlı mezarı çarpıcı bir ayrıntı örneğin... Bu roman için bir arşiv araştırması yaptınız mı?

Tahta Saplı Bıçak'ı tasarlarken ve yazma sürecinde, önceki kitaplarımda yaptığım gibi, ama bu romanın formu nedeniyle onlardan çok daha geniş bir arşiv araştırması yaptım. Romanın kurgusu için gerekli gördüğüm kitapları, süreli yayınları taradım, mekan tasvirleri için tabloları, fotoğrafları, haritaları, filmleri inceledim. Tüm bunların yanında elimden geldiği kadar "sözlü" bir araştırma da yaptım. Sizin değindiğiniz Osmanlı mezarı, o yıllarda Taksim'de yaşamış ve o döneme ilişkin bir roman yazdığımdan habersiz birkaç kişinin kişisel sohbetlerimiz esnasında aktardığı bir bilgi. Bu bilgiyi edindikten sonra, romanın yapısı içinde yer almasını sağlamak amacıyla bu konuda da bir araştırma yaptım.

Roman kişilerinin hayattaki tercihleri, temsil ettikleri değerler ile hayli tezat halinde. Genç ve bilinçli Münevver'in Nazi partisi üyesi Alman bir sevgiliye sahip oluşu, Avrupa'da tahsil gören "İstanbullu" Erkan'ın kasabalı bir genç kızla kurduğu şehvet dolu ilişki, küçük burjuva ailesi mensubu Nigar Hanım'ın alt sınıftan bir adamla yaptığı evlilik... Bu kişilerin hayatlarındaki mutsuzluk ve korkuların yaptıkları bu uygunsuz tercihlerle de ilgisi var mı?

Tezat oluşturan karşılaştırmalar, groteskliğe kaçmamak kaydıyla, edebiyat için gerilim oluşturan, dolayısıyla metne devinim kazandıran bir yöntem olabilir. Korku, sözünü ettiğiniz bu üç ilişkide de hem korkudan kaçmak için bir sığınak, hem de içinde başka tür korkuyu barındıran bir hücre oldu. Yazmaya başladığımda aklımda bu yoktu, ama roman ilerledikçe ilişkiler de böyle bir yere yerleşti. Açıkçası, bence hiçbir karşılaşma imkânsız değildir; ideolojik, sınıfsal farklılık, kent-taşra ayrımı karşılaşmanın bir noktasında eriyebilir. Bu üç ilişkinin "korku"ya bağlı bir diğer ortak bir yönü, belki de "hayal kırıklığı" oldu.

Tahta Saplı Bıçak'ta çarpıcı, gerilimli ve şiddetli bir final bekliyor okuru. Fiziksel şiddet dolu sahneler önceki kitaplarınızda görmeye alışık olmadığımız bir unsur. Bu, bundan sonraki kitaplarınızda da yer alacak mı?

Bugünlerde bir sonraki kitabımın taslağını çıkarmakla uğraşıyorum. Henüz bilmem mümkün değil tabii ama, bizzat bir "şiddet" romanı olmasa da, oluşmaya başlayan taslağa bakılırsa bu tür sahnelerin de yeri olacak gibi görünüyor.

Son olarak öykü-roman ilişkisi üzerinde duralım biraz. Siz bugüne dek öykü kitaplarınızla karşımıza çıkan bir yazarsınız. Bu kez ise farklı bir türü, romanı deniyorsunuz. Öykünün romanın hazırlık aşaması olduğuna dair bir genel kanı yaygındır edebiyat dünyasında. Bu, sizce de öyle mi? Bundan sonraki tercihiniz hangisinden yana olacak?

Kişisel olarak bu kanıya çok uzakta bir yerde duruyorum. İki temel nedenle: Bir "hazırlık" olsaydı, ya iyi roman yazarlarının kariyerlerine hazırlıksız başladığını, ya da iyi öykü yazarlarının hep hazırlık aşamasında kaldığını söylememiz gerekecekti –bu da tuhaf bir yargı olurdu. Dünya edebiyatında buna karşı örnek oluşturan hem yüzlerce roman yazarı, hem de Haldun Taner ya da J. L. Borges gibi öykü yazarları var. Bu iki isim, edebiyat yazarlıklarının yanı sıra, bir tür olarak "öykü" üzerine de denemeler yazmış kişiler. Buna katılmamamın ikinci nedeni, aralarındaki temsiliyet farklılıklarından dolayı, öykü ve romanın yan yana duran ayrı türler olduğunu düşünmem... A. H. Tanpınar, J. Joyce gibi her iki türü de denemiş yazarlara bakıldığında, ya da Sait Faik Abasıyanık gibi öykü yazarı olarak bilinip tek ve kısa bir roman yazmış bir yazar göz önüne alındığında, hem şiir, hem de öykü yazarı E.A. Poe, çok etkilendiğim iki romanı olan ve en sevdiğim Türkiyeli şairlerden biri olan Oktay Rifat, şiir ve roman yazarı Melih Cevdet Anday dikkate alındığında, bu yazarların her türdeki metninde seslerinin aynı kaldığını ama o türe uygun ayrı temsiller ürettiğini görebiliriz. Bence ancak öykü bir sonraki öykünün, roman da bir sonraki romanın hazırlığı olabilir. Ben şu anda bir roman üzerinde çalışıyorum.
       
Okuyabileceğiniz diğer Türker Armaner söyleşileri
▪ "Şiddetle ilişkim herkes kadar sıradışı"
Tolga Meriç, Akşam Kitap Eki, 30 Mart 2008
▪ "Her sınırın diyalektik bir işlevi olduğunu düşünüyorum."
Anıl Çoban, İpek Bozkaya, Esin Hamamcı, Abdullah Ezik, Dilek Sarıboğa, sanatkritik.com, 12 Şubat 2021
▪ "Yerinden Edilmiş Öyküler"
Burak Kara, Yeni Binyıl, 17 Mart 2000
▪ "Ben dünyanın öykü geleneği içinde gördüğüm biçimini tasarlamaya çalışıyorum"
Nalan Barbarosoğlu, Varlık, Sayı 1127, Ekim 2001
▪ "Hayat, dilin sınırlarıyla ölçülür"
Sema Uludağ, Radikal, 14 Mart 2003
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X