Türker Armaner, öykü dünyamızda
Kıyısız (1996) ve
Taş Hücre (2000) kitaplarıyla duruyor. İki kitabında da öykülerin dayandığı zemin ve taşıdığı enerji düşünüldüğünde derin soluklu bir yazarla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Dünyayla derdi olan yazarlardan Armaner; yalnızca yazarak anlatmanın büyüsüyle yetinmeyen, yazdığı öykünün içeriğine uygun dil kalıbını arayanlardan. Öykü metnini besleyen, öykü gerçekliğini inandırıcı kılmaya yarayan alt metni sağlam öyküler kurguluyor. Görünen gerçekliğin (durum) arkasındaki süreci ve koşulları içeren, kuşatan bir yazma eylemi gerçekleştiriyor.
İlk kitabında dokuz, ikinci kitabında yedi öykü yer alıyor Armaner'in. Her iki kitabın öyküleri içerik olarak birbirlerine gönderme yapıyor. Tekin olmayan, zeminin kaydığı, değerlerin yer değiştirebildiği dünyanın insanlarını yazıyor Armaner. Dünyanın "görünen" ve "düşünülen" dünya olarak halini sorguluyor. Bu dünyada eyleyen insanın konumunu... Öğretilmiş ve edinilmiş, dayatılan yaşama kalıplarının arkasındaki değerleri görmeye, eylemlerine bir dayanak noktası bulmaya çalışıyor yazdığı öykü karakterleri. "Tip" ve "tipik olma" Armaner öykülerinde bulamayacağımız özellikler arasında. (Olanlar da, –"Mayıs" öyküsünün yaşlı kadını gibi– tipik olmayanın çizgilerini daha görünür kılmaya yardımcı oluyor yalnızca.) Bunlarla bir alışverişi yok çünkü yazarın; tam tersine ayrıksı kişi ve "durum"larla yaklaşıyor dünyaya ve oradan bir dünya algısına gitmek istiyor. Bu istek, alışılagelmiş ya da sık karşılaştığımız bir yazı yolculuğu değil. Öykü geleneğimizde Bilge Karasu'ya dayandırabileceğimiz ve ardılına rastlamadığımız bir tutum. Yaşama ve yazma sarmalında, yaşanan dünyayla metinde üretilen dünyanın kesiştiği noktalarda kök salan bir yazma tutumu. Düşünülerek varılan dünya bilgisiyle –beş duyuyla– duyularak edinilen dünya izlenimlerinin birbirini beslediği bir üretim biçimi. Duyan, düşünen ve eyleyen bir insan olarak kim olduğumuzu arayan yazma yolculuğu. Köklerini görmek, beslendiği toprağı bilmek isteyen bir göz-kalem'in serüveni. Kullandığı araca da (: dile de) bakan, bazen o aracın (: dilin) kendisi olan bir göz-kalem'i var Türker Armaner'in. Bu göz-kalem bize yeni bir öykü tadı yaşatırken, dilimizin olanakları, Türkçe'nin anlam katmanları, günümüz öyküsünün açıldığı denizler hakkında da bir bakış açısı kazandırıyor.
Öykü gerçekliğinde, dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir çağda ya da zaman parçasında yaşayan (kurgulanan) ya da yaşanmış (kurgulanmış) insan olma durumlarına bakan yazar, yaşamdaki seçimleri ve bu seçimleri güdüleyen ortam ve koşulları fon olarak kullanıyor. Böylece öyküde (bütün olarak sanatta da diyebiliriz) "evrensellik-yerellik" sözde ikilemine kendiliğinden oluşan bir yanıt veriyor. Türker Armaner öykülerini okuduktan sonra elimizde kalan soru şu: Bize verilmiş dünya, belki de verildiği gibi değildir; ya da ne kadar verildiği gibidir?
Yanıtlar, okurlarla çeşitlenecek ve çoğalacak... Sorular da. Ben kendi adıma, bir okur olarak, öyküyle önüme serilen bu perspektifte çok yol alabileceğimi görüyorum. Şimdi Türker Armaner'le öyküleri üzerine daha esnek bir çizgide söyleşebiliriz.
Sorularıma, "yazma uğraşın" çerçevesinde öykünün yerinden ve anlamından başlamak istiyorum. Sence bir yazma biçimi olarak öykü nedir? Senin için anlamı nedir?Kurgu metinleri, bu çerçevede öyküler, bir yeri, bir zamanda anlatıyor gibi görünebilir. Bence öyküye bu biçimde bakmak, ancak yazarın zamanı ile metnin zamanını ters yüz etmeye yarar. Öykü, bir yerde bir zamanda yazılır, çünkü zamana ve mekâna tabi olan fiziksel bir etkinliktir, metnin kendisi ise, sadece kendi içine kapanır. Öykünün zamanı, bence, yazarın –kurgusal metinler açısından– en "iktisatlı" olması gereken zaman boyutu. Ben –ne okuduğum, ne de yazdığım– öykülerde metnin bir "konu" üzerinde olduğunu düşünmüyorum. Metin, anlatılan şeyin kendisidir. Ne ise, onu anlatır. Öznel zaman, nesnel zamandan çok uzaklaşmıştır. Kişiler, "aktör" değil, bütünün birer taşıyıcısıdır. Öykü, okuyucu için hem bir mekân inşa eder, hem de o mekânın içine alır. İçine girdiğiniz halde, bütünü görebilirsiniz.
Ben, dünyanın öykü geleneği içinde gördüğüm biçimini tasarlamaya çalışıyorum.
İlk kitabın Kıyısız'da zaman ve uzam olarak dünyanın kuzeyini yurt edinmiş dokuz öykü yer alıyor. Bu coğrafyanın en tipik fiziksel özelliklerinden biri de, doğanın burada neredeyse "özel bir çaba harcayarak" kıyıları işlemiş olması... Ama sen bir metafor olarak "kıyı"ya ulaşamayan, bir "kıyı"da yer alamayan insanları anlatmışsın. Dünyayla ve yaşamakla her zaman karşılaşamayacağımız türden alışverişi olan insanları, sıkışmış ve daralmış, çıkışsız insanlık durumlarını anlatmışsın. Kıyısız olma durumu, kıyıların belirgin olduğu, zamansal geçişlerin alabildiğine uzun sürdüğü, sonsuzluk duygusunu çoğaltan uzam ve zamanda daha mı iyi ortaya çıkıyor?İlk kitabım, "Kuzey" üzerine değil, en azından yazarken düşündüğüm bu değildi. Bu bölgenin, kitaptaki öyküler için çok "imkânlı" bir tuval oluşturduğunu varsaydım ve kuzeyi görmeden yazdığım öyküleri de "kuzey"e taşıdım. Ama örneğin “Sunak” öyküsünü yerli yerinde bıraktım.
Taş Hücre 'deki “Kuyu” öyküsünün karakteri şunu söylüyordu: "...Kıyıya ulaşmak için de bir toprak parçasından geçmeniz, ya da yola çıkmanız gerekir. Benim hiçbir zaman ait olduğum bir toprak olmamıştı, üzerinde olduğum bir kıyı da." Belki de bir önceki kitap için sözünü ettiğin insanlık durumlarının bir metaforu olarak "Kıyı"yı ben de bu kadar tasvir edebilirim.
Bir keresinde trenle Narvik kentine gitmiştim. Bir gece kaldıktan sonra daha da kuzeyi görmek istedim, istasyona gidip bilet sordum. Gişedeki görevli bana "Başka bir araçla devam etmeniz gerek," dedi. "Burası Avrupa'nın kuzeyindeki son istasyon."
Taş Hücre kitabında yer alan öykülerin çoğunda Luttha, bir karakter ve bir gönderme olarak öykünün yönlendiricisi rolünü üstlenmiş. Bir karakter olarak Luttha (Evren Ruhu da diyebiliriz belki) sence öykülerinde neden bu kadar baskın?.. Luttha'nın bir öykü yazarı olarak sendeki anlamı ne?Bir öykü karakteri olarak Luttha'nın adı, kitabın ilk (“Saat”), ikinci (“Taş Hücre”) ve sonuncu (“Sokak”) öykülerinde geçiyor; ama yedi öyküde de baskın olduğu doğru. Bu ismi ilk kez kitapla aynı adı taşıyan öyküde kullanmıştım, daha sonra başka öykülere de yayılabileceğini düşündüm. Dosyanın tamamlandığına karar verdiğimde de, senin de söylediğin gibi, "yönlendirici bir rol" üstlenmiş olduğunu gördüm. Yazma etkinliği, en azından bir kurgu oluşturma süreci, belki de tümüyle yazarın "mutlak hâkimiyetinde" değil: "yazılan" metin, "yazan" yazara rehberlik etmeye başlıyor.
"Luttha" ismi, Anadolu'nun güneyinde günümüzden üç bin yıl önce uygarlık kurmuş bir kavmin mitolojisine ait –biraz değiştirerek kullandım; bir anlamı var, özel isim olarak kullanılıyor ve bir cinse işaret ediyor. Öyküde, benzer bir izleğin çerçevesinde iç içe geçmiş, aynı anda da okunabilecek üç dönem olmasını tasarlamıştım: bugün, yüzyılın ortası ve üç bin yıl öncesi. Luttha, her üçünü görüyor.
İlk ve son öykülerde ise, Luttha metnin kapısını açan ve kilitleyen bir anahtar, belki de bir kapının açık ve kapalı durumu.
Her iki öykü kitabında da yarattığın zaman, uzam, karakterler açısından dil-düşünce, yazmak-yaşamak, birey için toplum-toplum için birey, zaman-varlık, geçmiş-şimdi ilişkileri ön plana çıkıyor. Okuyucuyu gündelik yaşam içinde, pek de gündelik yaşamın gerçekleri olarak –ne yazık ki– yaşamadığımız bir sorgulamanın içine çekiyorsun... Bu tavrının arka planında neler var?Bence bunlar tam olarak da "gündelik yaşam"ın içinde; "gün içinde" olmayan bir yaşam düşünebilir miyiz? Yazarken, okuyucuyu herhangi bir konuyu sorgulamaya sevk edeceğimi de düşünmüyorum, sadece yazıyorum. Sessizliği bir tür olumlama, "farkında olmamayı" da bir seçim olarak görüyorum.
Kıyısız'daki "Ada" adlı öykünde Makte, "insanların, huzursuzluklarının asıl kaynağını arayamayacak kadar kendileriyle yüzleşmekten kaçmalarına kızıyorum" diyor. Peki sen bir öykü yazarı olarak yaşarken nelere kızıyorsun?İşte buna, örneğin. Kızgınlıklarımı yazarlığıma taşımamaya çalışıyorum, ama kişinin kendiyle yüzleşmesi ya da bundan kaçması, benim için etik ve politik bir tavır. İnsan çevresine bakar, nerede olduğunu anlamaya çalışır, bulunduğu yeri ise göremez. Bunun için bir adım atması, geriye dönmesi, az önce üzerinde durmuş olduğu toprağı izlemesi gerekir. Bunun için özel bir yöntem aramaya da gerek yok sanıyorum, biraz cesaretinin olması ise zorunlu.
Taş Hücre 'deki "Mühür" adını taşıyan öykün çerçevesinde, yaşanmış (ya da yaşanmakta olan) yaşamla, yazılmış (ya da yazılmakta olan) yaşam arasında ne türden kesişmeler, paralellikler, ilgisizlikler var sence?Bu öyküden yola çıkarak, izninle biraz daha genel bir şey söylemek istiyorum. "Toplumsal bellek" diye bir şey varsa –bu da bir benzetme– yerinin yazılı metinler olduğunu düşünüyorum. Bir kişinin "unutmayı" tercih etmesi belki mümkün değildir, ama bir topluma "unutturmak" mümkündür –özellikle de "hatırlamak" yasaklanırsa.
Edebiyat, bir açıdan, yaşamın ve dünyanın yazılı metindeki izdüşümüdür.
Yine Taş Hücre 'deki "Büyücü"nün anlatıcısı "Nesne ve haz yitirildiğinde zihin yeni bir doku hazırlıyor. Kişi de bunun içinde yaşamaya başlıyor. Bu, bir süre sonra yitirilenin bulunduğu yanılgısıyla bozulmamalı. // Bulunduğu sanılan, aslında hep başka bir şeydir" diyor. Yazı bağlamında bu saptamaya bakarsak, yaşamsal gerçeklik içinde yazınsal gerçeklik nasıl bir doku sence? Öykündeki saptama çerçevesinde karşılaştırma ve ayrıştırma yapabilir misin?Aynı gerçeklik; en azından bir yazar için. Kendi adıma, bir öykü yazmaya başladığımda; sesler, sessizlik, ışık, karanlık, kişiler, hazlar, acılar, süzülerek sözcüklerde, cümlelerde karşılığını buluyor ya da bulamıyor. Ama bence yazarlık açısından önemli olan, bir metnin başka metinler arasında bir yerinin olması: bir dil içinde, sözün tarihinin bir noktasında, benzer türden, başka dillerde –aynı zamanda ya da öncesinde– yazılmış metinlerin yanında. Edebiyat yazarlığı için bana göre öncelik taşıyan edebiyat okumalarıdır çünkü, "algılar" değil.