Mustafa Günay , "Özgürleşme Olarak Eğitim Mümkün Müdür?", Aydınlık Kitap Eki, Aralık 2015
Geçtiğimiz günlerde yapılan 19. Eğitim Şurasında ileri sürülen önerilerin ve yol açtığı tartışmaların oluşturduğu toz duman içinde akıl, bilim ve felsefenin feneri, yaygınlaştırılmaya çalışılan karanlığa karşı bir umut olarak görülebilir. Zorunlu din dersi saatlerinin artırılmasının yanısıra, ilköğretimin ilk yılından itibaren dinsel değerler eğitimi verilmesi önerisi, nasıl bir toplum nasıl bir yurttaş yetiştirilmek isteniyor biçimindeki soruları yeniden ele almayı gerektiriyor.
Dine dayanan siyasal-toplumsal mühendislik projeleri uzun zamandır uygulanmakta. Zihinlere dinsel dogmaları, inançları okul öncesinden başlayarak yerleştirme düşüncesi, ne eğitimsel ölçütlerle bağdaşabilir ne de demokratik değerlerle. Eğitim, eğitilenin istenildiği gibi biçimlendirilip büküleceği bir süreç değildir. Bireyleri istediğiniz kalıplara sokmanın, eğitimsel değerlere ve ölçütlere aykırı müfredatlarla ve yöntemlerle şekillendirmenin adı eğitim olamaz. Beyin yıkama, sakatlama, körleştirme denebilir, ama eğitim denemez. Bireylerin kişilik gelişimini sakatlayan, zihinsel gelişimini körleştiren, insan ve yurttaş olarak kazanması gereken nitelikleri çarpıtan bir şeye eğitim demek mümkün görünmemektedir. Eğitimin gerçek sorunlarının yerine siyasal mühendislik projesinin çeşitli boyutlarının gündemde olması, aklı tutulanlara ve akıl tutulması durumuna karşı aklın, felsefenin, bilimin ve insanı temele alan bir anlayışın gündemde tutulmasını gerekli kılmaktadır.
"Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür" sözünü söyleyen halk filozofu Sakallı Celal idi yanılmıyorsam. Eğitim ne içindir? Ne için olmalıdır? Felsefe açısından eğitimi ele almak istediğimizde, hiç şüphesiz insan kavram odağında konunun çeşitli yönlerini düşünmek yerinde olur. Bu bağlamda insan-eğitim ilişkisini irdelemek gerekir. Nasıl bir insan yetiştirmek istiyoruz? Bu soru felsefe açısından eğitim anlayışının ve sisteminin temelinde nasıl bir insan ve değer anlayışı bulunduğunu belirlemeyi gerektirir. Son yıllarda ve özellikle son Eğitim Şurasında gündeme getirilen konular ve alınan kararlar, eğitimi bütün yönleriyle sorgulamayı gerekli kılmaktadır. Daha anaokulundan, o da olmazsa ilk sınıflardan itibaren gencecik zihinlere, dinsel inanç ve kabullerin yerleştirilmesi çabaları, çok vahim ve düşündürücü bir tablo ortaya koymaktadır. Daha zihinsel gelişiminin ilk evrelerinde bulunan ve henüz soyut bazı kavram ve değerleri kavrama durumundan uzak olan çocuklara, bu ideolojik tahakküm kurma hezeyanı nereden kaynaklanıyor? İnsan istenildiği gibi biçimlendirilecek, belirli kalıplara sokulabilecek bir varlık mıdır? Siyasal iktidarın insan ve yurttaş kavramının içeriği nedir? Bir insan kavrayışı var mıdır, yoksa insanı kul olarak mı görmek ve göstermek istemektedir? Bütün bu sorulara cevap ararken, son zamanlarda yayınlanan bir kitaba gönderimde bulunarak, eğitimin özgürleşmeyle bağıntısına değinmek istiyorum.
Jacques Rancière, Türkçe’de eserleriyle tanınan bir filozof. Özellikle siyaset felsefesi ve estetik konusundaki çalışmalarıyla bilinen filozofun, Cahil Hoca- Zihinsel Özgürleşme Ütüne Beş Ders adlı kitabı, bu kez eğitim olgusuna odaklanmakta. Ama eğitimin siyasetle bağıntılarını da göz önünde tutarak, eğitimin özgürleşmeyle ilişkisini irdeliyor. Eğitim nasıl yapılmalıdır ki, kişiyi özgürleştiren bir eylem ve ilişki olabilsin? Bunun somut örnekleri var mıdır? Bu noktada Ranciere, 19. Yüzyıldan bir örnek bağlamında sorunu işler. Söz konusu zihinsel serüven, kitapta ayrıntılarıyla ve yol açtığı etkilerle birlikte işlendiği için, buna değinmeyeceğim.
Rancière, Joseph Jacotot’nun yaşadığı deneyimin felsefi çözümlemesiyle birlikte, modern toplumda pedagojinin radikal bir eleştirisini de yaparak, eğitimin hem eğiten hem de eğitilen için bir zihinsel özgürleşme olma imkanlarını ve bu doğrultudaki güçlükleri, kısıtlamaları ve önyargıları irdeler. Ona göre, “Hocanın sırrı öğretilen konu ile öğrenecek özne arasındaki mesafeyi, aynı zamanda öğrenme ile anlama arasındaki mesafeyi bilebilmesidir. Açıklayan kişi, mesafeyi ortaya koyan ve ortadan kaldırandır, mesafeyi kendi sözü içinde ortaya serip eritendir.”(s. 12)
Rancière’in eğitime bakışında kilit kavramların başında özgürlük ya da özgürleşme yer alır. “Özgürleştirmeksizin eğiten aptallaştırır.”(s. 24) Burada söz konusu olan özgürlük, herkes için geçerli olmalıdır. “Başkasını özgürleştirebilmek için önce insanın kendisinin özgürleşmesi gerekiyor.”(s. 39) Özgürlüğün iradeyle bağıntısını ise şöyle açıklar: “İradenin yeni ilkeler bulsun, kursun diye zekaya ilettiği enerjinin büyüklüğüne, küçüklüğüne göre zekanın tezahürlerinde eşitsizlik olabilir, ama zihinsel kapasite hiyerarşisi yoktur. İşte bu doğa eşitliğinin bilincine varmaya ve bilgi ülkesine doğru her türlü serüvenin önünü açmaya özgürleşme denir”.(s. 33-34)Özgürlüğün zeka ve bilgiyle ilişkisini ise Ranciere şöyle kurar: “Özgürleşmiş birinin asıl kadir olduğu şey özgürleştirici olmaktır. Bilginin anahtarını vermek değil, bir zekanın kendini başka bir zekaya ve her zekayı da kendine eşit gördüğü zaman ne yapabileceğinin bilincini kazandırmaktır.”(s. 45)
Zekaların eşitliği düşüncesini vurgulayan Ranciere, bunu aynı zamanda toplumun ontolojik temeli olarak görür. “Eşitlik ve zeka eşanlamlı kelimelerdir, tıpkı akıl ve irade gibi. Her bir insanın zihinsel kapasitesini temellendiren bu eşanlamlılık, genelde toplumu da mümkün kılan şeydir. Zekaların eşitliği insan türünün ortak bağıdır, insan toplumunun var olabilmesi için gerekli ve yeter şarttır.”(s.76)
Ancak zekaların eşitliğinin kabulü için, pedagoji hakkında oluşturulup benimsenmiş mitlerin açığa çıkarılması gerekir. “Pedagoji miti dünyayı ikiye böler.(...) Zekayı ikiye böler. Mite göre, bir aşağı zeka vardır, bir de üstün zeka.”(s. 14) Eğitimi bir zihinsel özgürleşme süreci ve eylemi olarak gören Ranciere’e göre ise, “Bir zekanın bir başka zekaya tabi kılındığı yerde aptallaşma vardır.”(s. 20)
Aptallaşmaya ve aptallaştıran eğitime karşı evrensel eğitimin çıkarılması gerekir.Ona göre, “Evrensel eğitimin bütün pratiği şu soruyla özetlenir: Ne düşünüyorsun? Bütün gücü hocada kuvveden fiile çıkardığı, öğrencide uyandırdığı o özgürleş(tir)me bilincinde yatar.”(s. 42) Aptallaştırmanın asıl nedeni ise şöyle açıklanır: “Halkı aptallaştıran öğrenimsizlik değil, zekasının aşağı olduğuna duyduğu inançtır.”(s. 45)
Ranciere, zekayı yalnızca bir kavrayış yetisi olarak görmediği gibi, iradeyi de yalnızca seçme yetisi olarak değil, kişinin kendi eylemini ortaya koyabilme gücü olarak tanımlar. “Zeka, birtakım fikirlerin terkibi olmaktan önce, dikkat ve arayıştır. İrade, seçme mercii olmaktan önce, hareket etme, kendi hareketine göre eylemde bulunma kudretidir.”(s. 58) Ona göre, “Toplumsal kötülüğün kaynağı, “Bu benim!” diyen kişi değil, “sen benim eşitim değilsin” demeyi ilk akıl eden kişidir.”(s. 82)
Eşitsizliğin doğal olmadığına ilişkin vurgulaması da, karşılaştığımız kötülükler karşısında bize düşen sorumluluğu ifade eder. “Ne kötü huylu tanrı, ne ölümcül kitle ne de radikal kötülük vardır. Olan tek şey, kendi sonuçlarını getiren şu eşitsizlik tutkusu veya kurmacasıdır.”(s. 82-83) Bu noktada filozofun sorusu önemlidir: “Zekaların eşit olduğu ilan edilirse, kadınlar kocalarına, yönetilenler yöneticilere nasıl itaat edecekler?”(s. 89)
Ranciere’in Cahil Hoca’sı eğitimcilerin, eğitilenlerin, kısacası eğitimle ilgili herkesin okuması ve üzerinde düşünmesi gereken bir kitap. Aynı zamanda eğitim pratiklerini dönüştürmeye yönelik çağrısıyla da önemli. Özellikle baskıcı ve dayatmacı siyasal-toplumsal mühendislik söylemlerinin gürültüsünün arttığı bir zamanda, eğitimle özgürleşmenin ve insanlaşmanın olanaklarını ortaya çıkarmanın anlamı daha da belirginleşmeli diye düşünüyorum.