Eylem Özdemir, "Cahillik, hocalık, eşitsizlik", Mülkiye Haber, 12 Aralık 2014
1800’lerin başında, Leuven şehrinde hiç Felemenkçe bilmeyen Fransız bir öğretmen, Fransızca bilmeyen ve öğrenmek isteyen bir grup Felemenk öğrenciyle karşı karşıya gelir. Yani ortak dilleri yoktur. Öğretmen Jacotot, kendince bir yol bulur ve eline geçen bir eserin Fransızca ve Felemenkçe olmak üzere iki dilli bir basımını öğrencilere verir. Tekrarlayarak bu metin üzerinde çalışmalarını ister. Daha sonra metni Fransızca olarak anlatmalarını istediği bir sınav yapar ve öğrencilerin çok başarılı olduğunu görür. Hiç Fransızca bilmeyen öğrenciler Fransızca bir eseri, aktif bir hoca yardımı olmaksızın, Fransızca anlatmışlardır. Jacotot, hayretle bu deneyi resim ve piyano gibi yetkin olmadığı başka alanlarda da uygular. Leuven Üniversitesi’ndeki bu tecrübesi Joseph Jacotot’a öğrencinin özneliğine dayalı bir eğitim felsefesinin ve serüveninin de yolunu açacaktır.
Hikayenin kalan kısmı ve ayrıntıları Fransız düşünür Jacques Rancière’in Türkçeye yeni çevrilen kitabı Cahil Hoca’da. Cahil ve hoca kelimelerinin sadece yan yana durması bile kışkırtıcı; bir zeka işi. Rancière, Jacotot’un hikayesinden çıkarak yol boyu, öğrenme ediminin niteliği, insan zekâsı, insanın dünyayı zekâsıyla deneyimleme etkinliği gibi konular üzerine radikal sorular ve önermelerle ilerliyor. Radikal, çünkü Rancière, bir öğreticinin / açıklayıcının varlığına dayalı, alışageldiğimiz ve tüm eğitim süreçlerimize hakim olan öğrenme biçimimizi tümüyle eşitsiz ve aptallaştırıcı bir yapı olarak mahkum etmek üzere yola çıkıyor. Çünkü buna göre, “Bir zekânın başka bir zekaya tabi kılındığı yerde aptallaşma vardır.”
Bu haliyle biraz kapalı görünüyor ama aslında Jacotot’un deneyine dayandırılan önerme basit. Öğrencinin ve kitabın baş başa kaldığı yerde açıklayıcı rolüne soyunan üçüncü bir zekaya, yani hocanın zekâsına ihtiyaç yoktur. Kitabın ve öğrencinin zekâsı eşit olarak karşı karşıyadır ve insanı özgürleştiren öğrenme deneyimi tam da iki zeka karşı karşıya kaldığında, kitabı anlamak üzere verilen meydan muharebesinde yatar. Tabii burada kitabı her şey olarak okuyun; yani bir kitabı anlamaktan bir müzik aleti çalmaya ya da bir masa yontmaya kadar herhangi bir şeyi öğrenme etkinliğinde herkeste eşit olarak var olan insan zekâsı iş başındadır. Nitekim Jacotot’un daha sonra dernek kurmaktan gazete çıkarmaya kadar uzanan hikayesinde yaymaya gayret ettiği felsefenin temeli de “her şey her şeydedir” ilkesidir. Her bir zihinsel tezahürde insan zekâsının bütünü bulunur.
Rancière’in Eski Yöntem olarak adlandırdığı hocaya dayalı yöntem eleştirisinin en özgün tarafı, bütün bu tartışmayı eşitlik sorunuyla ilişkilendirerek yürütmesi. Eski Yöntem’in eşitsizliğe ihtiyacı vardır ve zekâyı ikiye böler: Daha aşağı olan halktan insanın zekâsı ile yöntemli bilgiyle basitten karmaşığa doğru ilerleyen, daha üstün olanların zekâsı. Jacotot’un deneyi ise iki ayrı zeka olmadığı ve zekâların eşitliği bir kez anlaşıldığında, özgürleştirici bir öğrenme sürecinin başladığı bir kapıyı göstermektedir. Halkı aptallaştıran öğrenimsizlik değil, zekâsının aşağı olduğuna duyduğu inançtır. Bu anlamda eşitsizliğe duyulan inanç, toplumun tümü tarafından, alçakgönüllülükle paylaşılır. Muhakkak birileri, birilerinden daha çok bilir, daha iyi yapar; şehirliler taşralılardan, taşralılar köylülerden niteliklidir.
Eşitsizliğin başka bir kutsanması da herkesin sadece kendi işini yaptığı türde bir hiyerarşiyle olur. Böyle bir durumda “Kendini bil, kendini tanı” düsturu bir tek düşünmekle işi olanlar içindir. İşçi, köylü, zanaatkar, diğerleri alışkanlıklar ve ihtiyaçların kısıtlı dünyasında algılar ve yorumlarlar. Buna karşılık zekâların eşitliği fikri, daha iyi olanların ya da daha fazla bilenlerin rehberliği olmadan, herkesin bilmediği şeyi kendi yoluyla öğrenme kapasitesinin olduğunu önerir: “Ne zaman ki köylüler bir şeyleri bildiklerini ve Paris’in profesörlük cüppesinde bir hayalperestin gizlendiğini düşünürler, işte o zaman döngü tamamlanmış olur.”
Bütün meselenin cahili gücüne inandırmak olduğunu düşünen Rancière, Eski Yöntem’e karşı Evrensel Eğitim adını verdiği bu yöntemin yoksulların yöntemi olduğunu belirtiyor. Bir bilgi ve öğrenme hiyerarşisine ihtiyaç duymayan bu yöntemde öğrenmenin anahtarı sadece yapmaktır. Ödünsüz ve ısrarlı bir dikkatle ve sabırla yapmaya devam etmek. Çünkü zekânın marifeti bilmekten ziyade, yapmaktır. Özgürleştiren hoca, kişiye bu kapasitesini hatırlatan ve onu kendi yolculuğuna bırakan, arayışın yörüngesinde tutan hocadır. Bu şekilde bilmediğimiz şeyi öğretmemiz de mümkündür.
Platoncu yorumuna karşı çıksa bile, elbette Rancière’in de “Kendini bil” ilkesinden kolay vazgeçmeye niyeti yok. Önerdiği yöntemin de temeline koyduğu kendini bilmek ve tanımak, insanın yapma, eylemde bulunma kanalıyla kendi zihinsel özneliğini fark etmesi, kendine doğru yola çıkmasıdır. Yani kişinin öğrenme etkinliği, metodik bilgiyle saf bir anlama ve düşünme faaliyeti değil, etme, eyleme, iradeyle devam etme halidir. Aynı bir çocuğun el yordamıyla, tahmin ederek, sürekli tekrar ederek ve deneyerek öğrenmesinde olduğu gibi. Kişinin özgürleşmesinin anahtarı, hakikatle kurduğu ilişkide, arayan bir özne olarak kendine gösterdiği sadakattedir.
Cahil Hoca Türkçe’de yayınlandığı hafta, sosyal medyada kitapla ilgili çıkan bazı yorumlarda eğitim fakültelerinde mutlaka okutulması vs. tavsiye edilmişti. Tabii aslında Cahil Hoca’nın, yaklaşımıyla eğitim fakültelerinin ve diğer eğitim kurumlarının bizatihi varlığını problem edindiğini söylemek lazım. Kitabın yaklaşımına göre, bu şekilde özgürleşmeyi öngören bir öğrenme pratiği kurumlaştırılamaz. Bir şeyi daha belirtmeli ki kitap, Joseph Jacotot’un eğitim felsefesinden ve bir pedagoji eleştirisinden yola çıkmakla birlikte, tartışması kurumsal/formel eğitim süreçlerimizle sınırlı değil. Bunun yerine öğrenmeyi, insanın dünyayla ilişkisinin, dünyayı deneyimleme biçimlerinin tamamı olarak ele alıyor. Bu nedenle de sorduğu sorular, sadece eğitim kurumlarının aktörleriyle değil, hepimizle ilgili aslında.
Bu yönüyle Cahil Hoca, insan varlığımıza dair kıymetli bir tartışma yürütüyor. Hemfikir olalım ya da olmayalım bildik öğrenme kalıplarımızı, verili kabul ettiğimiz algılarımızı yerinden etmeye niyet eden sorular soruyor. Sadece ezberlerimize saldıran sorularıyla bile zihinlerimizin nefes alabileceği bir metin. Tabii önermelerinin gücü ayrı bir tartışma konusu. Muhtemel karşı savlar karşısında kendi argümanlarını temellendirdiği kısımlar pek güçlü durmuyor. Örneğin zekânın niteliği konusunda bilim cephesiyle tartışmasını frenoloji gibi uzun zamandır geçerliliği olmayan bir alanla yapması biraz kestirme bir yol. Aynı tartışma, bugün nörobilim araştırmalarını muhatap alarak kim bilir nasıl ilerlerdi? Elbette felsefe bilimin ampirik verileriyle kendisini kanıtlama uğraşına girmez; yine de güçlü bir felsefi tartışma için bilim, iyi bir meydan okuma olabilir.
Rancière, eşitsizliğe karşı özgürleştirici öğrenme pratiğinin, sanattan geldiğini savunuyor. Tabii ki bir seçkinler sanatı değil, sözü edilen. Eylemde bulunan zihinlerin, yaptıklarını anlatmak üzere kurduğu dil, yapılanı paylaşmak üzere anlatıya dönüştürmek sanatın kendisi olarak anlaşılıyor. Bu yüzden, yani anlatabilmek/ hissettirebilmek için, sanat eşitlik ister. Böylece Rancière, hepimizin sanatçı olduğu bir toplum tahayyül ediyor.
Jacotot’un 19. Yüzyıl’dan gelerek kapımızı çalan hikayesini, kendi eğitim gündemimize bağlamayacağım. Onun serüveni, insan aklı ve iradesini yücelten bir döneme çok uygun bir adanmışlığı ifade ediyor. Mezar taşına “İman ettim, Tanrı insan ruhunu kendi kendini, hocasız olarak eğitmeye kadir olarak yaratmıştır” diye yazdıracak kadar. İnandığımız şey ne olursa olsun, insanın kendi yoluna ve varlığına gösterdiği sadakatin önem bulduğu bir hikaye. Rancière, bunu hatırlatıyor.