Ali Bulunmaz, "Ranciére doğru yolda mı?", Cumhuriyet Kitap Eki, 16 Haziran 2011
Tarih üzerine yazılan ve söylenenlerin haddi hesabı yok. Bu, biraz da tarihin nerede konumlandırıldığıyla, neyle ilişkilendirildiğiyle ya da nasıl anlamlandırıldığıyla ilgili. Philip Guedella’nın yolundan gidecekseniz “tarihin kendini, tarihçilerin de birbirini tekrar ettiğini” kabulleniyorsunuz demektir.
Jorge Luis Borges ise “evrensel tarihin, birkaç metaforun tarihi” olduğunu söylediğine tanıklık edersiniz. Tocqueville de şöyle buyurur: “Tarih birkaç hakiki resimle çok sayıda kopyanın bulunduğu bir galeridir.”
Karl Popper daha keskin ve “acımasız”: “İnsanlık tarihi diye bir şey yoktur, yalnızca insan yaşamının çeşitli yönlerinin birçok tarihi vardır. Bunlardan biri de siyasal iktidarın tarihidir. Siyasal iktidarın tarihi, dünya tarihinin yerini almıştır.”
Bugün, bilgi olan-olmayan ayrımının önem kazandığı; hatta bu ikisinin birbirine karıştığı dünyada, tarihten ne anladığımız ve onu nereye koyduğumuz da dikkatle incelenmeli. Verili olanı alma veya laf salatasını kabul etme mi öne çıkacak, yoksa en bozulmamış ya da girilmemiş kaynaklara mı yönelmemiz gerekecek?
Yeri gelmişken Thomas Carlyle’ın “tarih, söylentilerin damıtılmasıdır” çıkmasını hatırlatmalı. O zaman soralım: Tarih hikâyelerden mi oluşur? Az önce tarihin öğrenimine dair birkaç yol göründü ama şimdi iş anlatma boyutuna geldi dayandı, yani tarihyazımına. Ranciére burada Tarihin Adları kitabıyla araya giriyor; kendi söylemiyle beraber, yöntem ve tarihyazımı tartışmalarında kılıç sallamaya başlıyor.
Sıyrık tarihe ayar mı çeksek?
Ranciére’in sıkıntısı, tarih üzerine nasıl konuşulduğuyla ilgili. Kısacası söylemle haşır neşir: “Geçmiş” olarak tarihten çok, ona dair neler yumurtlandığına kafa yoruyor. Bu noktada tarihle bir şekilde dirsek temasında bulunan felsefe, sosyoloji ve özellikle edebiyat gibi alanlara da dalıyor.
Düşünürün izlediği yolda kuşkuyla yaklaştığı birkaç kişi ve grup var. Onlardan biri, tarihi istatistiklere gömmekle ve sosyal bilimlerin kuyruğuna yapıştırmakla suçladığı Annales’cılar. Ranciére, Marksist tarihçilere de çatıyor; onların söylemini olaylardan, özneden ve siyasi anlamdan çözülmüş biçimde oluşturduğunu belirtiyor.
Ranciére’in derdi, söylenenin ve verilenin altında, bir yerlerde gizli kalanı veya karartılanı ortaya saçmak. Tamam ama tarih üzerine ortaya konanları, Ranciére’in eleştirdiklerini, toptan yanlış saymak mı gerekiyor? O kadar da uzun boylu değil. Böyle davranmak, düşünürün eleştirdiği kimi yönlere kapılmak anlamına gelebilir. Aynı toptancılık, Ranciére’in söyleminin bütün yönlerini çukura atmakla da sonuçlanabilir.
İşin hikâyesinin es geçilmesine karşı duran Ranciére’e şunu sormak gerek: Hikâye, gerçekleri, Ranciére’in deyimiyle olanı, tamamen yansıtır mı? Madem eleştirel bir söylemden bahsediyoruz, karşı cenahtakiler ona bu okları mutlaka fırlatacak.
Ranciére, tarihin sosyal bilimlere dönüştürülme çabasının altında yatan nedenin “tarihsel olayların gerçekliğinin inkâr edilmek istenmesi” olduğunu iddia eder. Netameli bir konu bu, Ranciére’in ifadesi de epey toz kaldıracak türden. Fakat şuna da kulak vermeli: Ranciére, tarihin bilime dönüştürülmesini eleştirirken onun, anlatıyla ve edebiyatla bağının koparılmaya çalışılmasına köpürür aslında. Hatta biraz daha ileri giderek, edebiyatın tarihte hakikati anlatan güçlü bir öğe olduğunu da savunur.
Annales’cıları eleştirdiği nokta da bu: Hikâyelerin aldatıcı dilinden vazgeçen, matematiğin evrensel diline yönelen Annales’cılar Ranciére’e göre ölümcül bir yola sapar. Annales’cılar, bir dönemi anlatırken o zaman diliminin baskın karakteri bir kralın ölümünü de bu nedenle olay dizisinin dışında konumlandırmaya yönelir. Ranciére’in takıldığı soru şu biraz da: Tarih, hikâyesinden sıyrılmış, bilimsel şekilde değerlendirilecek kâğıt yığınları olarak mı kalmaya devam edecek yoksa kendi hikâyesini dikkate alacak mı?
Revizyonist, ayağa kalk!
Ranciére’in yaptığı bir bakıma yeniden yorumlama. Revizyonist damgası yemesi aslında herhangi bir sorun oluşturmuyor, çünkü yaptığı tam anlamıyla bu.
Tarihteki revizyonizmden ne anladığını kavrayabilmenin yolu, Ranciére’in şu belirlemesinin üzerinde durmayı gerektiriyor: "Tarihteki revizyonizm, siyasi tarafgirliğin veya paradokslara zihinsel düşkünlüğün dolaylı sonucu değil. Sosyal bilimlerin (ne kadar çok itirazla karşılaşırlarsa o kadar şiddetli biçimde) bilime aidiyetlerini teşhir etmelerinin aracısı olan o şüphe politikasının son noktasıdır. Tarihin özel hassasiyeti, onu bu şüphenin sınırdaki, nesnesinin var olmadığını ilan etme haline maruz bırakır. Revizyonist formülasyonun çekirdeği genellikle basit bir formüle sığdırılabilir: ‘Söylenmiş olduğu gibi olan bir şey hiç olmamıştır.’ Bundan çıkarılan sonuçlar, ‘gibi-olmayan-şey’ ile onu çeken ‘hiç’ arasındaki mesafeyi arttırma ya da azaltma çabasına bağlı olarak farklı biçimler alabilir."
Tarihyazımına ilişkin revizyonist eyleme kapı açan Ranciére, tartışılacak bazı görüşler ortaya atıyor: “Tarihyazımına dönüşen tarih, siyaset biliminin bir dalı, gelişim bozukluklarını inceleyen bilim, bir teratoloji yani meşru siyasetin çatlaklarında söz olayının üremesi sapkınlığının incelenmesini konu alan bir cin kovma ilmi, bir demonoloji haline gelir. Bilimci tarihçiliğe inancın son noktası, sosyolojiye veya siyaset bilimine dönüşen tarihin ortadan kaldırılmasıdır.”
Ranciére’in kaygılarından biri, tarihyazımının bir tür arındırma; sayfayı beyazlatma eylemine dönüşmesini sağlayabilecek oluşu. Annales’cıları kıyasıya eleştirisinin zemininde çoğunlukla bu yatıyor. Geçmiş görüntüyü “telafi” etmek ya da eleyerek sunmak, modern tarihyazımını Raciére’e göre hataya sürükler. "Hakikat, olgu ve rakamların doğruluğundan, kaynakların güvenilirliği ve çıkarsamaların titizliğinden çok daha fazlasını ifade eder"; bu yüzden Ranciére için tarihyazımında böylesine bir “hakikat” önem kazanır: "Tarihin hakikat söylemi olarak kuruluşu, tarih duygusunun kalbindeki çifte yokluğu olumlu biçimde birbirine bağlama imkânına dayanır. Tarih vardır, çünkü bir geçmiş ve kendine özgü bir geçmiş tutkusu vardır. Öte yandan tarih vardır, çünkü kelimelerle şeylerin, adlarla adlandırılanların yokluğu söz konusudur."
Paranteze alan ya da dışarıda bırakmaya yönelen tarihyazımı pek çok eksikliği içinde barındırır. Ancak yine bir soru doğuyor: Acaba Ranciére, kimi eleştirileriyle bazı tarih yorumları ya da tarihyazımlarını çember dışına hiç itmiyor mu?
Ranciére’e göre tarihin rasyonelliği iki cephede savaş verir: "Bir yandan olayların ateşböceği pırıltılarına ve kralların, elçilerin ve yoksulların gevezeliğine karşı; öte yanda da iktisadi yasaların ve sosyal bilgilerin muzaffer rasyonelliğine karşı."
Düşünürümüz için buradan çıkarmamız gereken bir sonuç var: Galipler tarih yapmakla övünürken tarihe özgü anlaşılırlığı olanaklı kılan tarih-dışı kaideyi ise “mağluplar” ortaya koyar.
"Bilge poetikası" mı dediniz?
Ranciére, tarihin “ne olduğu” ya da “ne olabileceği” üzerine düşünür ve bir çerçeve çizerken bu disiplinin “hakikat muammaları yerine, deneylerin ve bilim nesnelerinin inşa kurallarıyla ilgili içsel delilleri koyan pozitivist imkândan sonsuza dek yoksun” olduğunu vurgular.
Durum böyleyken Ranciére, kendince tutunacak bir dal bulur; “bilgi poetikası” dediği bu can simidi, romanın ve tarihin elveda dediği destana ve hikâyeye geri dönüşe işaret eder. Rakam ve istatistiklere gömülmek istenen tarih, Ranciére’e göre edebiyat başlığı altında veya en geniş anlamıyla bilgi poetikasıyla kendi dilini yeniden kurabilir. Ranciére’in söyleminde ana sorun, “tarihçinin edebiyat yapmasının gerekip gerekmediği değil, nasıl bir edebiyat yaptığı”dır.
Ranciére, uzun uzun anlatır, Annales’cılar ve Marksist tarihçilere yüklü eleştiriler getirirken “bilimsellik uğruna tarihin feda edilmesine” karşı bayrak açar. Tarihin, “hikâyesiyle barışması gerektiği” savını da bu yüzden ortaya atar. Bunun daha açık anlamı, tarihin sosyal bilimler ya da genel olarak bilimin gölgesinde sinikleşmesini kabullenmeyişidir.
Ranciére, Tarihin Adları’nda söylemini; “bilgi poetikası”nı kurarken kavramları kafasında yüzde yüz oturtmuş mu, orada bir soru işareti bulunuyor. Hikâyeye bu denli büyük rol biçmesi, kesinlik ve bilimsellik konusunda koyu çizgiler çekmesi, belli bir iç tutarlılık barındırıyor elbette ama “bilimcilik” ve “sapkınlık” gibi terimlerle hatta ithamlarla yürümesi aklında netleştiremediği şeyler bulunduğunu da gösteriyor. Tüm bunlar da bizi “Ranciére doğru yolda mı?” sorusuna ulaştırıyor.