| ISBN13 978-975-342-837-8 | 13x19,5 cm, 136 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Açılış bölümü, s. 9-14. Il est plus facile d'élever un temple que d'y faire descendre l'objet du culte. (Bir tapınak dikmek, gökten oraya tapınacak bir şey indirmekten daha kolaydır –Adlandırılamayan). SAMUEL BECKETT, L'innommable Yirmili yılların başlarında, felsefe, sosyoloji ve teolojiyle uğraşan birkaç kişi bir araya gelmeyi planladı. Bunların birçoğu eski amentülerini terk edip bir yenisine geçmişti; ortak paydaları bu yeni benimsenmiş dini vurgulamaya verdikleri önemdi, dinin kendisi değil. Hepsi de, o zamanlar üniversitelerde hâlâ hüküm sürmekte olan idealizmden hoşnutsuzdu. Felsefe bu kişileri özgürlük ve özerklikten vazgeçip Kierkegaard'ın pozitif teoloji adını verdiği şeyi benimsemeye yöneltmişti. Asıl meseleleri, özgül dogmalardan, vahyin hakikat içeriğinden çok zihniyetti. O zamanlar bu çevreyi ilgi çekici bulan bir ahbabım, toplantılarına davet edilmediği için biraz üzülmüştü. Yeterince sahici olmadığını ima etmişlerdi ona. Çünkü Kierkegaardcı sıçramaya ihtiyatla yaklaşıyordu; özerk düşüncenin şahadet ettiği dinin böylece özerk düşünceye tabi duruma gelip, tanımı gereği önünde sonunda dönüşmek istediği Mutlaklığı olumsuzlayacağından şüpheleniyordu. Bir araya gelen bu insanlar entelektüalizm karşıtı entelektüellerdi. Mutabakatlarının üstünlüğünü karşılıklı tekrar ettikleri amentüleri telaffuz etmeyenleri dışlayarak teyit ediyorlardı. Zihinsel ve manevi düzeyde savundukları düşünceyi ethos belliyorlardı; sanki kendinden üstün olanların öğretisini benimsemek kişinin içsel rütbesini de yükseltirmiş gibi; Yeni Ahit'te, Ferisiler aleyhine tek bir söz bile yokmuş gibi. Bundan kırk yıl sonra, evanjelik bir bilim kurulu toplantısında, konuşmacılardan biri günümüzde ilahi müziğin mümkün olup olmadığı konusunda şüphelerini dile getirdiğinde, emekliye ayrılmış bir piskopos toplantıyı terk etti. Bu piskopos da, hizaya girmeyenlerle ilişkiye girmemesi yolunda uyarılmıştı ya da bu kişilerle alışverişten muaf tutulduğunu düşünüyordu: sanki eleştirel düşüncenin nesnel bir temeli yokmuş, eleştirel düşünce öznel bir sapmaymış gibi. Bu tip insanların ortak yanı, Borchardt'ın tabiriyle, doğru pozisyonu alma çabasıdır; adeta kendilerine kayıtsız şartsız güvenmiyormuş gibi düşüncelerini açık etmekten korkarlar. O zamanlar olduğu gibi bugün de, somut addettikleri şeyin, güvenilmez buldukları ama kavramlardan silinmesi mümkün olmayan soyutlama karşısında bir kez daha yenik düşme tehlikesini sezerler. Somutlamanın fedakârlıkta, özellikle de entelektüel fedakârlıkta vaat edildiğini düşünürler. Heretikler bu çevreye, "Sahiciler" adını vermişti. Varlık ve Zaman o zamanlar daha yayımlanmamıştı. Heidegger bu çalışması boyunca sahiciliği varoluşsal ontoloji bağlamında, bütünüyle felsefi bir terim olarak kullandı ve Sahicilerin kuramsal açıdan daha zayıf bir yaklaşımla uğrunda çabaladıkları şeyi felsefeye etkili biçimde yedirerek berikine ikircikli yaklaşanları da kendi safına kattı. Onun sayesinde, itibari talepler vazgeçilebilir hale gelmişti. Kitabın halesini, 1933 öncesinde entelijansiyanın karanlık dürtülerinin yönlendiği yeri makul bir yer olarak tasvir edişinden, bunun tümüyle mecburi olduğunu gözler önüne serişinden kazanıyordu. Ondaki ve onun dilini takip eden herkesteki o teolojik tını, zayıflamış halde de olsa günümüzde bile çınlamakta şüphesiz. Çünkü o yılların teolojik iptilaları, o zamanlar kendilerini elitler olarak tesis edenlerden oluşan çevrenin sınırlarını katbekat aşarak dile sızmış durumdadır. Sahicilerin dilindeki kutsal niteliğin kaynağı, etrafta ulaşılabilecek başka bir otorite olmadığı için Hıristiyanlığın dilini andırdığı yerlerde bile, Hıristiyanlık kültünden ziyade sahicilik kültüdür. Sahicilerde düşünce belirli bir içerik kazanmadan önce bu dilin kalıbına dökülür ve böylece tam da tabi olma hedefine başkaldırma niyetinde olduğu yerde, bu hedefe uyum sağlar hale gelir. Mutlağın otoritesi, mutlaklaştırılmış otorite tarafından alaşağı edilir. Faşizm bir komploydu ama salt komplodan ibaret değildi; muazzam bir toplumsal gelişim sürecinde yeşerdi. Dil faşizme bir sığınak sağladı; için için yanan kötücüllük bu sığınakta kendini kurtuluşun ta kendisiymiş gibi ifade etti. Almanya'da bir sahicilik jargonuyla konuşuluyor, dahası yazılıyor; kullanana hem asil hem de huzurlu bir hava veren, toplumsallaştırılmış seçilmişliğin emaresi olan bu dil, üst dil olarak sunulan bir alt dil aslında. Jargonun felsefeden, sadece evanjelik okullarla sınırlı kalmamak üzere teolojiye, pedagojiye, gece okulları ve gençlik örgütlerine ve hatta iş dünyası ve hükümet temsilcilerinin üst düzey konuşmalarına kadar uzanan geniş bir kullanım alanı var. Derin insani hassasiyetler sahteciliğiyle dolup taşan bu jargon, resmi olarak yalanladığı dünya kadar standartlaşmış durumda; bunun nedeni kısmen kitlelere ulaşma konusundaki başarısı, kısmen de, sırf tabiatı sayesinde mesajını otomatik olarak iletmesi. Nitekim jargon, mesajı kendine ruh vermesi gereken deneyime kapatmıştır. Jargon, yanıp sönen sinyaller gibi hemen anlaşılan, makul sayıda sözcük içerir. Sahicilik bunların en öne çıkanı değil; o daha çok jargonun içinde yeşerdiği havayı aydınlatıyor ve onu örtük olarak besleyen düşünme biçimini imliyor. Başlangıç için, "varoluşsal", "kararlaştırma aşamasında", "görev", "celp etme", "karşılaşma", "hakiki konuşma", "ifade", "endişe", "bağlılık" gibi örnekler sayılabilir; bu listeye azımsanmayacak sayıda, benzer tonda, terminolojik olmayan terim eklenebilir. Grimm Sözlüğünde açıklanan ve Benjamin'in masumca kullandığı "endişe" kelimesi gibi birkaçı, bu "gerilim alanı"na —bu da bahsettiğimiz liste için uygun bir örnektir— gireli beri o kadar farklı bir tona bürünmüştür ki... Ama asıl yapılması gereken bu süslü adlardan bir Index Verborum Prohibitorum (yasaklı sözcükler listesi) oluşturmaktan çok onların jargonda gördükleri dilsel işlevin izini sürmektir. Jargonun bütün sözcükleri süslü adlar değildir; ara sıra alelade sözcükleri de alıp yukarı kaldırır ve avamla seçkin olanı bilgece harmanlayan faşist kullanıma uygun hale gelene kadar allayıp pullar. Seçkin olanı doya doya yudumlayarak kendinden geçen George ve Hofmannsthal gibi Yeni Romantik şairler şiirlerini yazarken asla bu jargonu kullanmaz; buna karşın, onların Gundolf gibi aracıları tam da bunu yapar. Sözcükler ancak yalanladıkları konumlanma (Konstelletion) sayesinde, konumlanmada her birine biriciklik jesti yüklenmesiyle jargon terimi haline gelir. Tekil sözcüğün kaybettiği büyü manipülasyonlar yoluyla, zorbalıkla ona tekrar yedirilir. Tek bir sözcüğün aşkınlığı ikincil, fabrikadan hazır halde gelen bir aşkınlıktır: kaybedilmiş asıl aşkınlığın yerine konulur. Ampirik dilin bileşenleri, tüm katılıklarıyla, hakiki ve vahyedilmiş bir dilin bileşenleriymiş gibi kullanılır; kutsal tören sözcüklerinin ampirik dile kolaylıkla yedirilmesi, konuşanın ve dinleyenin onların cismaniliğine inanmasını sağlar. Eter, sözcüklerin üzerine mekanik şekilde serpilir; atomistik sözcükler, herhangi bir değişime tabi tutulmadan süslenir. Jargonun sistem (Gefüge) adını verdiği şey sayesinde, bu sistemden daha öncelikli hale gelirler. Nesnel açıdan bir sistem sayılabilecek jargonun düzenleme ilkesi düzensizliktir, dilin bileşenlerine ayrılarak bizatihi sözcüklere dönüşmesinden ibarettir. Bu sözcüklerin bazıları farklı bir konumlanışta, hiç çekinmeden jargona uygun biçimde kullanılabilir: bilim kuramında hüküm niteliğinde yargıları özlü biçimde tanımlayan "bildirim" (Aussage), esas olanın arızi olandan ayırt edildiği durumlarda —elbette dikkatle— sıfat olarak da kullanılan "esasen/sahici" (eigentlich); bozuk bir şeyi işaret eden, ifade edilene doğrudan uymayan bir ifade olan "sahte/gayrisahih" (uneigentlich); "canlı icra edilen müzik kategorisindeki geleneksel parçaların radyoda yayımlanması, bir sanki duygusunu, sahtelik duygusunu temel alır."(1) Burada "sahte", görünür olanın keskin biçimde olumsuzlandığı eleştirel bir anlamda kullanılmaktadır. Ama jargon, sahiciliği veya zıddını, bu tür bütün saydam bağlamlardan çekip alarak kullanır. Şüphesiz ki hiçbir firma, kendisine bir sipariş/görev (Almancada auftrag, hem sipariş hem görev anlamına gelmektedir. –ç.n.) verildiğinde, "sipariş/görev" sözcüğünü kullandığı için suçlanamaz. Ama bunlar oldukça küçük ve soyut olasılıklardır. Bu olasılıkları aşırı zorlayanlar, sözcükleri tarihle hiç temas etmeyen, değiş tokuş edilebilir oyun pulları olarak gören kör bir nominalist dil kuramına yakınlaşmaktadır. Oysa tarih her sözcüğe sızar ve her birini, jargonun daima peşine düştüğü o sözde ilk anlamını (Ursinn) tekrar kazanma olasılığından sakınır. Neyin jargon olup olmadığı, sözcüğün kendi anlamı karşısında aşkın bir konuma yükselmesini sağlayan bir tonda yazılıp yazılmadığına, tek tek sözcüklerin, cümle, hüküm, düşünce içeriği zararına öne çıkarılıp çıkarılmadığına göre belirlenir. Buna göre jargonun oldukça biçimsel bir karakteri olduğu söylenebilir: istediği şeyin, genel olarak kullanılan sözcüklerin içeriğine bakılmadan, sadece sunuluşları üzerinden hissedilip kabul edilmesini sağlar. Dilin kavram öncesi, mimetik öğesini, arzulanan etki çağrışımlarını uyandırmak uğruna kontrolü altına alır. Örneğin "bildirim" (Aussage), konuşanın varlığının aynı zamanda konuyla iletişime geçtiği ve ona itibarını verdiği intibaını yaratmak ister. Jargon, bu konuşan fazlası olmadan, konuşma sahici olamazmış, ifadenin salt konuya yönelik olması günah işlemek olurmuş gibi gösterir. Bu biçim, demagojik amaçlar için elverişlidir. Jargona hâkim kişinin ne düşündüğünü söylemesine hatta onu düşünmesine bile gerek yoktur; jargon bu görevi ondan devralır ve düşünceyi kıymetsizleştirir. Sahicilikte esas olan bütün yönleriyle insanlık halinin konuşmasıdır. Böylece, jargonun "sich ereignen" (öz oluverme) olarak stilize ettiği durum tecelli eder. İletişim gerçekleşiverir ve üzerinde hemen kolektif mutabakata varıldığı için bile şüphe edilmesi gereken şeyi hakikat diye öne sürer. Jargonun tonlamasında, kutsal olan neyse onunla işbirliği yapan kâhinlerin ciddiyetinden izler vardır. Jargonun sözcüklerinin, bağlamdan olduğu kadar kavramsal içerikten de bağımsız olarak, ifade ettiklerinden daha yüce bir şey söylüyormuş izlenimini bırakması, aura terimiyle açıklanabilir. Benjamin'in bu terimi tam da, bu terimden anladığı şeyin kendi kuramı uyarınca deneyimlenemeden buharlaştığı anda öne sürmesi pek de tesadüfi değildir.(2) Sahicilik jargonunun sloganları, ilahi bir içeriğe sahip olmadıkları halde ilahi sayılan donuk sızıntılar olarak aura'nın çözülüşünden arta kalanlardır. Kendini büyüsünden arındırılmış bir dünyanın ortasında emre amade ya da paramiliter yeni Almancadaki ifadesiyle "seferber" (einsatzbereit) hale getiren bir bağlı-olmama durumuyla eşleşmiştir aura. Şeyleştirmeye yönelik itirazın, jargonun temsil ettiği itirazın kendisi şeyleşmiştir. Richard Wagner'in kötü sanatı hedef alan tanımına, teatral efekti failsiz bir fiilin sonucu olarak tanımlamasına benzer bu itiraz. Kutsal ruhun tükendiği yerde, mekanik ifadelerle konuşulur. Ne var ki, ima edilen ve baştan beri mevcut olmayan sırrı herkes bilmektedir. Ona sahip olmayanın, kendisi ona sahipmiş de diğerleri değilmiş gibi konuşması yeterlidir. Nazilerin öldürdüğü Paul Kornfeld'in bir tiyatro oyununda geçen "Her insan seçilmiştir" yollu dışavurumcu ifade, hatalı Dostoyevski kullanımı çıkarıldıktan sonra, toplumsal gelişmenin tehdidini ensesinde hisseden ve tam da bu gelişme nedeniyle itibarını kaybeden küçük burjuvazinin kendini ideolojik olarak tatmin etmesine yarar. Bu gelişmeye ne madden ne de manen ayak uydurmuş olmayı saygınlığının kaynağı olarak görür. Nietzsche'nin ömrü sahicilik jargonuyla karşılaşıp da midesinin bulanmasına vefa etmemişti, ama kendisi yirminci yüzyılda mükemmel Alman hınç fenomeni haline geldi. Nietzsche'nin "Havada kötü bir koku var" ifadesi, zinde yaşamın tuhaf banyo merasimleri için kullanıldığında asıl münasip kullanım yerini bulmuş olur: ... Notlar (1) Theodor W. Adorno, Der getreue Korrepetitor, Lehrschriften zur musikalischen Praxis, Frankfurt 1963, s. 218. Yukarı (2) Bkz. Walter Benjamin, Schriften I, Frankfurt 1955, "Das Kunstwerk im Zeitalter seiner technischen Reproduzierbarkeit", s. 374. Yukarı
|