Giriş: “Gökkubbedeki Manevi Şerler”, s. 9-19.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasının yirminci yıldönümü durup geçmişi düşünmek için bir vesile olabilirdi. Duvarın yıkılışının "mucizevi" niteliğini vurgulamak âdettendir: Hayaller gerçek oluyordu sanki. Komünist rejimlerin iskambil kâğıtlarından evler misali yıkılmasıyla birlikte, bundan birkaç ay önce hayal bile edemeyeceğiniz, söyleseniz kimsenin inanmayacağı bir olay gerçekleşmiştir. Polonya'da serbest seçimlerin yapılacağını, hatta Lech Walesa'nın cumhurbaşkanı olacağını kim hayal edebilirdi ki? Fakat bundan sadece birkaç yıl sonra daha büyük bir "mucize"nin gerçekleştiğini, yani eski Komünistlerin serbest demokratik seçimler yoluyla tekrar iktidara geldiğini; Walesa'nın, bundan on beş sene evvel askeri bir darbeyle Solidarno§ç'u bastırmaya kalkışan General Wojciech Jaruzelski kadar bile itibar görmez hale gelip tamamen bir kenara itildiğini belirtmek gerekir.
Bu geri dönüşe dair yapılan genelgeçer açıklamada, arzularına çelişkili ya da tutarsız gözüyle bakılan çoğunluğun "ham" ütopik beklentilerinden dem vurulur. Bir diğer deyişle insanlar emeksiz ekmek yemek istemişlerdi diye düşünülür: Kapitalist-demokratik özgürlük ve maddi bolluk talep ediyor, ama "risk toplumu"nda yaşamanın bedelini ödemeyi, yani Komünist rejimlerin bir zamanlar (az ya da çok) sağladığı güvenlik ve istikrarı kaybetmeyi göze alamıyorlardı. Alaycı Batılı eleştirmenler ise kendilerinden beklenebileceği gibi, özgürlük ve adalet uğruna verilen asil mücadelenin neredeyse muzlar ve pornografiye duyulan arzuya dönüştüğünü söylüyordu.
Bu durumla birlikte kaçınılmaz olarak ortaya çıkan hüsran duygusu, bazen birbirine ters düşen, bazen de iç içe geçen üç tepkiye yol açmıştır: (1) "eski güzel" Komünist çağa beslenen nostalji;(1) (2) sağcı milliyetçi popülizm; (3) yenilenmiş ve "geç kalmış" bir anti-Komünist paranoya. İlk iki tepkiyi kavramak kolaydır. Özellikle de Komünizm nostaljisini fazla ciddiye almamak gerekir: Zira bu nostalji hiç de önceki rejimin gri gerçekliğine dönmeye duyulan sahici bir isteğin ifadesi değildir; daha ziyade bir yas şekli, geçmişi usul usul bırakma sürecidir. Sağcı popülizm ise sadece Doğu Avrupa'ya değil, küreselleşmenin girdabına kapılmış bütün ülkelere özgü bir fenomendir. Demem o ki asıl ilginç olanı üçüncü tepkidir, yani yirmi yılın ardından anti-Komünist paranoyanın garip bir şekilde hortlamasıdır. "Eğer kapitalizm sosyalizmden çok daha iyiyse, hayatlarımız neden bu kadar perişan" sorusuna basit bir cevap verir bu tepki: Kapitalizm sosyalizmden çok daha iyidir elbette, ama sefil hayatlar sürmemizin sebebi daha kapitalizme gerçekten geçmemiş olmamızdır; baksanıza iktidarda hâlâ Komünistler var. Tek farkları şimdi patron ve yönetici kılığına girmiş olmaları...
Doğu Avrupa'daki Komünist rejimleri protesto eden insanların büyük çoğunluğunun kapitalist bir toplum istememiş olduğu aşikârdır. Sosyal güvenlik, dayanışma, bir tür adalet, hayatlarını devlet kontrolünün dışında özgürce yaşamak, ilkel ideolojik endoktrinasyonlardan ve hâkim sinik ikiyüzlülükten kurtulmuş bir hayattı istedikleri. Pek çok sarih analizcinin gözlemlediği gibi, protestoculara ilham veren idealler büyük ölçüde hâkim sosyalist ideolojinin kendisinden alınmıştı. En uygun şekilde "güler yüzlü sosyalizm" diye tanımlanabilecek bir dünyaydı arzu ettikleri şey.
Öyleyse şu soruyu sormak önemli: Bu umutların çöküşünü nasıl yorumlayacağız? Sözünü ettiğimiz genelgeçer açıklamada kapitalist gerçekçiliğe başvurulur ya da ortada kapitalist gerçekçilik namına hiçbir şey olmamasından yola çıkılır: Halkın kapitalizme dair gerçekçi bir tasavvuru yoktu; ham ütopik beklentiler içindeydiler. İnsanlar zafer sarhoşluğundan sonraki sabah uyandığında, ayılmak ve yeni gerçekliğin kurallarını öğrenmek gibi zorlu bir süreçle yüzleşerek siyasi ve iktisadi özgürlük için ödenmesi gereken bedeli kabul etmek zorundaydı. Bir bakıma Avrupa Solu iki kez ölmek zorundaydı sanki: önce, "totaliter" Komünist Sol olarak; ardındansa, son yıllarda İtalya, Fransa ve Almanya'da iyiden iyiye güç kaybeden ılımlı demokratik Sol olarak. Bu süreci bir noktaya kadar, merkezci ve hatta şu aralar yükselmekte olan muhafazakâr partilerin, geleneksel olarak Sol'un dillendirdiği (bir tür refah devleti savunusu, azınlıklara karşı hoşgörü gibi) pek çok talebi kendisine mal etmesiyle açıklayabiliriz. Bu süreç öyle de bir hal aldı ki Angela Merkel gibi biri ABD'de kendi partisinin programını sunsa, radikal bir Solcu diye yaftalanabilir. Fakat bu sadece bir yere kadar doğrudur. Bugünün siyasal-sonrası demokrasisinde, Sosyal Demokrat Merkez Sol ile Muhafazakâr Merkez Sağ arasındaki geleneksel kutupluluk yerini gitgide siyaset ile siyasal-sonrası arasındaki yeni kutupluluğa bırakıyor: siyasal-sonrası yönetimin teknokratik-liberal çokkültürcü-hoşgörülü partisi ile tutkuyla siyasi mücadeleye atılan Sağcı-popülist muadili. Böyle bir durumda, eskiden Merkezin zıt kutuplarını teşkil eden Muhafazakârlar ya da Hıristiyan Demokratlar ile Sosyal Demokratlar ya da Liberaller ortak düşmana karşı çoğu zaman omuz omuza vermeye mecbur kalıyor.(2) (Freud Uygarlığın Huzursuzluğu'nda uygarlıktaki memnuniyetsizlik/huzursuzluktan bahsediyordu; bugün, Berlin Duvarı'nın çöküşünden yirmi yıl sonra liberal kapitalizmde de bir tür Unbehagen, yani huzursuzluk yaşıyoruz. Hayati soru ise şu: Bu huzursuzluğu kim dillendirecek? Milliyetçi popülistlerin suistimaline mi bırakılacak yoksa? Sol'un büyük görevi işte burada duruyor.)
O halde, anti-Komünist protestoları harekete geçiren ütopik itkiyi bir hamlık göstergesi olarak görüp bir kenara mı atacağız, yoksa bu itkiye sadık mı kalacağız? Bu noktada, Doğu Avrupa'da Komünizm'e direnişin aslında birbiri ardına üç biçim aldığını belirtmek gerekir: (1) reel Sosyalizmlerin "revizyonist" Marksist eleştirisi ("bu gerçek Sosyalizm değil, özgür bir toplum olarak sahici bir Sosyalizm vizyonuna geri dönmek istiyoruz") – işi şakaya vurup, aynı sürecin Avrupa'daki modern dönemin başlarında da yaşandığını, dinin hegemonik rolüne muhalefet eden seküler kesimin kendisini dinsel sapkınlık kisvesinde ifade etmek durumunda kaldığını söyleyebiliriz; (2) Parti-Devlet kontrolünün yarattığı kısıtlamalardan azade, özerk bir sivil toplum alanı talebi (Solidarnoş'un ilk yıllarında resmen benimsediği görüş buydu) – Komünist Parti'ye şöyle bir çağrıda bulunulmuş oluyordu: "İktidar istemiyoruz, toplumda neler olup bittiğini eleştirel bir şekilde düşünebileceğimiz, kontrolünüzün dışında özgür bir alan istiyoruz sadece"); (3) ve son olarak, iktidarı almak için açıktan verilen mücadele: "Tam olarak demokratik bir şekilde tanınmış bir iktidar istiyoruz; yani artık tasınızı tarağınızı toplayıp gitmeniz gerekiyor." İlk iki biçim sahiden de birer yanılsama mı ya da stratejik taviz mi acaba ve dolayısıyla bir kenara bırakılmaları mı gerekiyor?
Elinizdeki kitabın temelindeki öncül basit aslında: küresel kapitalist sistem mahşeri bir sıfır-noktasına doğru yaklaşmakta. "Mahşerin dört atlısı" da şunlardan oluşuyor: ekolojik kriz, biyogenetik devrimin sonuçları, sistemin kendi içindeki dengesizlikler (fikri mülkiyetle ilgili sorunlar; hammaddeler, gıda ve su ile ilgili, ileride girişilmesi muhtemel mücadeleler) ve son olarak toplumsal bölünme ile dışlamaların hızla artması.
Sadece son noktayı ele almak gerekirse, yeni apartheid biçimlerini en bariz şekilde Kuveyt, Suudi Arabistan ve Dubai gibi Ortadoğu'nun zengin petrol devletlerinde görebiliriz. Şehirlerin çeperlerinde "gözlerden ırak", çoğu zaman tam anlamıyla duvarların arkasında, ailelerinden uzakta ve her türlü haktan mahrum halde yaşayan on binlerce "görünmez" göçmen işçi bu ülkelerde hizmetten inşaata kadar her sektördeki bütün pis işleri yapar.(3) Böyle bir durum aslında sömürü ve yolsuzluğa karşı mücadelesinde Sol'un yönlendirmiş olması gereken, ama şimdilerde dinsel fundamentalistler tarafından suistimal edilmekte olan patlayıcı bir potansiyeli apaçık cisimleştiriyor. Suudi Arabistan gibi bir ülkenin hal-i pürmelalini tarif etmek için yolsuzluk kelimesi bile yetmez: Yolsuzluğa gerek yoktur, zira yönetici çete (yani kraliyet ailesi) zaten bütün servete sahiptir ve bu serveti kime uygun görüyorsa ona dağıtabilir. Bu tür ülkelerde köktenci tepkiye karşı tek seçenek bir tür sosyal-demokrat refah devleti olabilir. Bu durumun devam edeceğini düşünürsek, bir "haydut devlet" ya da grup, nükleer bir aygıtı veya güçlü bir biyolojik ya da kimyasal silahı eline geçirip "irrasyonel" bir şekilde hazır olduğunu söylediği zaman (eğer söylerse değil, tam da söylediği zaman), Batı'nın "kolektif ruhu"nda nasıl bir değişim olacağını hayal edebiliyor musunuz? Farkındalığımızın en temel koordinatları değişmek durumunda kalacaktır, çünkü bugün hepimiz kolektif olarak fetişist bir inkâr halinde yaşıyoruz: Bunun bir noktada gerçekleşeceğini adımız gibi biliyor, yine de böyle olacağına kendimizi bir türlü inandıramıyoruz. ABD erken davranıp bu durumdan zarar görmeden saldırıya geçmeye çalışıyor sürekli, ama aslında bu muharebeyi peşinen kaybetmiş durumda: Çünkü bu mücadelede başarılı olunacağı düşüncesi fantazmatik bir vizyona dayanıyor.
"Kapsayıcı dışlama"nın daha standart bir biçimi devlet idaresinin dışında kalan büyük bir alanı kaplayan varoşlardır. Genelde buralara çetelerin ve dini tarikatların kontrol için savaş verdiği yerler gözüyle bakılsa da, varoşlar radikal siyasi örgütlenmeler için de imkân sunar. Örneğin Hindistan'da, Maoist Naksalit hareketi hâkim düzene karşıt bir toplumsal alanı örgütlemektedir. Hintli bir devlet görevlisinin sözleriyle aktaracak olursak: "Eğer bir alanı yönetemiyorsanız, o alan size ait değildir. Haritada öyle görünür, ama fiiliyatta Hindistan'ın parçası değildir. Bugün Hindistan'ın en azından yarısı hâkimiyet altında değil. Kontrolümüzde değil... yerli halkın yönetimde çok önemli bir paya sahip olduğu tastamam bir toplum yaratmak zorundayız. Ama bunu yapmıyoruz... Hal böyle olunca da Maoistler dilediğince at koşturuyor."(4)
"Gökkubbenin altında tam bir keşmekeş"in yaşandığına dair benzer bir dolu işaret olsa da, hakikat acıtır ve biz de nafile hakikatle yüzleşmekten kaçınmaya çalışırız. Bunun neden böyle olduğunu açıklamak üzere, böyle bir durumda kolay kolay aklımıza gelmeyecek bir rehberden yardım alabiliriz. İsviçre doğumlu psikolog Elisabeth Kübler-Ross'un kederin beş aşamasını anlattığı meşhur bir şeması vardır. Örneğin ölümcül bir hastalığa tutulduğunuzu öğrendiğinizde önce inkâr evresi yaşanır (durumu kabul etmeyi reddederiz: "Hayır, olamaz, benim başıma gelmiş olamaz"); öfke (durumu inkâr edemediğimizde patlarız: "Neden ben?"); pazarlık" (olacakları erteleyebileceğimizi veya durumun etkisini azaltabileceğimizi umarız: "Hiç olmazsa çocuklarımın mezuniyetini görsem); depresyon (libidinal yatırım geri çekilir: "Nihayetinde öleceğim, ne diye uğraşıp durayım ki") ve kabul ("Ölüme direnemem, bari kendimi buna hazırlayayım"). Kübler-Ross daha sonraları bu şemayı insanların (işsizlikten bir dostun ölümüne, boşanmadan uyuşturucu bağımlılığına kadar) yaşadığı her türlü feci kaybı anlamak için kullanmış ve bu beş aşamanın her vakada aynı sırayı takip etmediğini, ayrıca tüm hastaların bu aşamaların hepsinden geçmediğini vurgulamıştır.(5)
Bu beş aşamayı, eli kulağındaki kıyametin toplumsal bilincimizdeki kavranış şeklinde de görebiliriz. İlk tepki ideolojik inkârdır: Temel bir düzensizlik yoktur; ikinci tepkinin tezahürü yeni dünya düzeninin adaletsizlikleri karşısındaki öfke patlamalarıdır; üçüncü tepki pazarlık girişimleridir ("şunu şunu değiştirirsek, hayat belki eskisi gibi devam eder"); pazarlık çabası boşa çıkınca, depresyon ve geri çekilme baş gösterir; nihayetinde, bu sıfır-noktasından geçtikten sonra, özne durumu artık bir tehdit olarak değil, yeni bir başlangıç imkânı olarak algılar. Ya da Mao Zedong'un dediği gibi, "Gökkubbenin altında tam bir keşmekeş var, vaziyet harika".
Kitaptaki beş bölüm söz konusu beş safhaya atıfta bulunuyor. 1. Bölüm'de –inkâr– son dönemlerde Hollywood'da gişe rekoru kıran filmlerden (Yeni Çağ obskürantizmi gibi) yanlış (yerinden edilmiş) kıyamet tasavvurlarına kadar uzanan bir alana hâkim olan ideolojik hasıraltı edişleri çözümleyeceğim. 2. Bölüm'de –öfke– küresel sisteme karşı yapılan şiddetli protestolara ve özellikle de dinsel fundamentalizmlerin yükselişine bakacağım. 3. Bölüm'de –pazarlık– siyasal iktisadın eleştirisine odaklanacak ve Marksist teorinin bu merkezi öğesinin canlandırılması çağrısında bulunacağım. 4. Bölüm'de –depresyon– yaklaşan felaketin daha az aşina olduğumuz veçhelerinin etkilerini, örneğin yeni öznel patoloji biçimilerini ("post-travmatik" özne) ele alacağım. 5. Bölüm'deyse –kabul– belirmekte olan özgürleştirici bir öznelliğin işaretlerini bulmaya çalışacağım. Bu bölümde, (Kafka'nın fare topluluğundan Heroes dizisindeki özel güçleri olduğunu fark eden bir grup acayip insanın hikâyesine kadar) edebi ve başka türden ütopyalar dahil olmak üzere, belirmekte olan özgürleşmeci öznellik işaretlerine odaklanacak ve komünist kültürün çeşitli tohumlarını seçip ayıracağım. Kitabın bu temel iskeletine dört ara fasıl ilave edeceğim. Bu fasıllarda, bir önceki bölümde üzerinde durulan konuyu farklı bir açıdan irdeleyeceğim.
Özgürleştirici coşkuya yönelim ancak travmatik hakikat hem serbestçe kabul edilip hem de bütünüyle yaşandığı zaman gerçekleşir: "Hakikat öğretilmez, yaşanır. Savaşa hazırlanın!" Hermann Hesse'nin Boncuk Oyunu'nda geçen bu iki cümle, tıpkı Rilke'nin o meşhur "seni görmeyen hiçbir yer yok çünkü. Hayatını değiştirmelisin" dizeleri gibi alakasız bir yargı olarak nitelendirilebilir: "Eğer Şey beni her yerden görüyorsa, bu beni niçin hayatımı değiştirmeye zorlasın? Neden gayrişahsi bir mistik deneyime girerek "kendimden sıyrılmayayım" ve başkasının bakışıyla özdeşleştirmeyeyim kendimi? Keza, eğer hakikat ille de yaşanacak bir şeyse, neden bir mücadele gerektirsin ki? Mesela niçin tefekküre dalacağım içsel bir deneyim yaşamayayım? Bu sorulara verilecek cevap şudur: Gündelik hayatlarımızın "kendiliğinden" hali aslında bir yalanı yaşamaya tekabül eder ve bu döngüden çıkmak da sürekli bir mücadeleyi gerektirir. Bu süreç insanın kendisinden dehşete düşmesiyle başlar. Marx 1843'te yazmaya başladığı Hegel'in Hukuk Felsefesi'nin Eleştirisine Katkı başlıklı metninde Almanya'nın geriliğini tahlil etmiş ve utanç, dehşet ve cesaret arasındaki bağa dair pek az kişinin farkına vardığı çok önemli bir gözlemde bulunmuştur:
Mevcut yüke onun farkındalığı da eklenerek yük daha da ağır hale getirilmelidir. Kamuya teşhir edilerek aşağılanma artırılmalıdır. Alman toplumunun her alanı o toplumun partie honteuse (utanç duyulacak bir parçası) olarak gösterilmeli ve onlara kendi şarkıları terennüm edilerek bu taşlaşmış koşulların raks etmesi sağlanmalıdır! Halka cesaret vermek için halkın kendisinden dehşete düşmesine yol açmak gerekir.(6)
Mevcut küresel düzenin arsız sinizmi karşısında bugünkü görevimiz budur.
Bu görevi yerine getirmeye çalışırken düşmanlarımızdan bir şeyler öğrenmekten çekinmemeliyiz. Nixon ve Kissinger'la görüştükten sonra Mao şöyle demiştir: "Sağcılarla konuşmayı seviyorum. Gerçekten ne düşündüklerini söylüyorlar. Solcular öyle değil oysa; bir şey diyorlar ama aslında başka bir şeyi kastediyorlar." Bu gözlemin derin bir hakikati var. Mao'nun dersi bugün kendi zamanında olduğundan bile çok daha geçerli: Zeki ve eleştirel muhafazakârlar (gericiler değil) liberal ilericilerden çok daha fazlasını öğretebilir bize. Liberaller mevcut düzenin bünyevi "çelişkilerinin" izini silmeye meyleder, muhafazakârlar ise bu çelişkilerin çözülemez olduğunu kabul etmeye hazırdır. Bugünün ideolojik dermansızlığının özünde, Daniel Bell'in deyişiyle "kapitalizmin kültürel çelişkileri" yatar: Kapitalizmin ilerleyişi, ki tüketimci bir ideolojiyi gerektirir, tam da kapitalizmi mümkün kılan tavrın (Protestan etiğin) temelini giderek aşındırmaktadır. Bugün kapitalizm gitgide "hasedin kurumsallaşması" şeklinde işlemektedir.
Burada irdelediğimiz hakikat "nesnel" değil de kendisiyle bağlantı kuran hakikattir; kişinin kendi öznel konumu hakkındadır; bu aslında olgusal doğruluğuyla değil sözcelemenin öznel konumu üzerindeki etkisiyle ölçülen, bağlanılmış bir hakikattir. Lacan 18. Seminer'inde, "bir görünüşe dair olmayan bir söylem" konusunda, psikanalizdeki yorumun hakikatine dair kısa ve öz bir tanım getirmiştir: "Yorum, evet ya da hayır yargısına varmayı sağlayan bir hakikatle sınanmaz; yorum hakikatin kendisini tetikler." Bu berrak ifadenin "teolojik" bir tarafı filan yoktur; söz konusu olan şey, psikanalitik yorumda (tabii sadece bununla sınırlı kalmayan) teori ile pratiğin tam anlamıyla diyalektik birliğine dair bir içgörüdür sadece: Analizcinin yaptığı yorum, hastada tetiklediği hakikat-etkisiyle "sınanır". Marx'ın 11. Tez'i de böyle (yeniden) yorumlanmalıdır: Marksist teori, hitap ettiği kişilerde (yani proleterlerde) tetiklediği hakikat-etkisiyle, onları devrimci öznelere dönüştürüp dönüştürmemesiyle "sınanır".
"İnanmak için onu görmelisin!" şeklindeki basmakalıp söz her zaman ters yüz edilmiş haliyle birlikte düşünülmelidir: "Görmek için ona inanmalısın!" Bu bakış açılarını birbirinin karşısına koymaya meyledebiliriz – kör imanın dogmatizmi karşısında beklenmeyene açıklık. Yine de ikinci cümlede saklı duran hakikatte ısrar etmeliyiz: Hakikat, bilginin aksine, Badioucü bir Olay gibidir; ancak bağlanmış bir bakışla, "ona inanan" bir öznenin bakışıyla görülebilecek bir şey. Aşk örneğini ele alalım: Aşkta aşkının sebebi olan X'i, yani paralaks-nesneyi ancak âşığın kendisi görebilir; bu bakımdan, aşkın yapısı ile ancak kendini onun içinde görenler için var olan Badioucü Olay'ın yapısı aynıdır: Bağlanmış olmayan nesnel bir gözlemci için herhangi bir Olay söz konusu değildir. Böyle bağlanmış bir konumdan yoksun mevcut durum tasvirleri, ne kadar doğru olursa olsun, özgürleştirici etkiler yaratamaz. Yapıp yapacakları tek şey yalanın yükünü daha da ağır hale getirmektir. Mao'dan bir alıntı daha yapmak gerekirse: "Kayayı yerinden kaldırır, ama kendi ayaklarının üstüne bırakırlar."
Sartre 1948 yılında Soğuk Savaş'ın iki tarafının da kendisini kötüleyeceğini sezdiği zaman şunları yazıyordu: "Böyle olursa, tek anlama gelir bu: Ya beceriksizin biriyimdir ya da doğru yoldayımdır."(7) Aslına bakarsanız ben de çoğu zaman kendimi böyle hissediyorum: hem antisemitist hem de siyonist yalanları yaymakla, hem gizli bir Sloven milliyetçisi hem de ulusunu sevmeyen bir hain olmakla,(8) hem terörü savunan gizli bir Stalinist olmakla hem de Komünizm hakkında burjuva yalanları uydurmakla itham ediliyorum... Öyleyse belki de, yani bir ihtimal doğru yolda, özgürlüğe sadakat yolundayımdır.(9) Stanley Kubrick'in diğer bakımlardan fazla içli-insancıl diyalogları olan Spartaküs'ünde, Spartaküs ile köleleri Adriyatik'in ötesine taşımayı teklif eden korsan arasında şöyle laflar da geçer. Korsan, Spartaküs'e bütün samimiyetiyle bir soru sorar: Köle isyanının son bulmaya mahkûm olduğunun, Roma ordusunun isyancıları er ya da geç bastıracağının farkında mıdır? Sonuna kadar, yenilgi kaçınılmaz hale geldiğinde bile savaşmaya devam edecek midir? Spartaküs'ün cevabı elbette olumludur: Kölelerin mücadelesi kendi konumlarını bir nebze iyileştirmeye dönük pragmatik bir çaba değil, özgürlük adına kalkışılan ilkeli bir isyandır. O yüzden kaybetseler ve hepsi öldürülse bile mücadeleleri boşa gitmiş olmayacaktır, çünkü kendilerini kayıtsız şartsız özgürlüğe adadıklarını ortaya koymuş olacaklardır. Başka bir deyişle, isyana kalkışmaları, sonucu ne olursa olsun, şimdiden bir başarı sayılmalıdır, zira ölümsüz bir fikir olan özgürlük ideasını somutlaştırır (ve buradaki "idea" sözcüğü tam anlamıyla Platoncudur).
Dolayısıyla bu kitap, Pavlus'un şu şaşırtıcı derece uygun tanımını takip eden bir mücadele kitabıdır: "Bizim mücadelemiz, bütün zayıflığıyla insan varlığına değil, liderlere, otoritelere, bu karanlığın dünyadaki hükümranlarına [kosmoskrators], gökkubbedeki manevi şerlere karşıdır" (Efesliler 6:12). Bu sözleri günümüzün diline tercüme edersek: Mücadelemiz gerçekte yozlaşmış insanları değil, genel olarak iktidardakileri, otoritelerini, küresel düzeni ve bu düzenin sürmesini sağlayan ideolojik mistifikasyonları hedef alır." Bu mücadeleye girmek Badiou'nün mieux vaut un dêsastre qu'un dêsetre düsturunu onaylamak anlamına gelir: Sonu felaket olsa bile riske girip bir Hakikat-Olayına sadakatle bağlanmak, Nietzsche'nin deyişiyle "son insanların" olaysız faydacı-hedonist diyarında ot gibi yaşamaya çalışmaya yeğdir. Badiou siyaseti olabileceklerin en kötüsünden kaçınmaya, tüm olumlayıcı tasarıları bir kenara bırakıp kötünün iyisinin peşinden koşmaya indirgeyen liberal-kurbancı ideolojiyi tereddütsüz reddeder. Viyanalı Yahudi yazar Arthur Feldman'ın acıyla belirttiği gibi, hayatta kalmak uğruna ödediğimiz bedel genelde bizatihi hayatımız olur.
Notlar
(1) Yirminci yüzyıldaki Parti-Devlet-Sosyalizminin ömrünü tükettiği barizdir. Raúl Castro 2009 yılının ağustos ayında halka yaptığı önemli bir konuşmada, zorlu ve sabır gerektiren bir çalışmaya girmek yerine, sadece "Kahrolsun Amerikan emperyalizmi! Yaşasın Devrim!" sloganlarını atanlara çıkışmıştır. Castro'ya göre, (bereketli topraklara sahip olsa da gıdasının %80'ini ithal eden) Küba'nın içinde bulunduğu durumun esas müsebbibi ABD ambargosuydu: Bir tarafta işsiz güçsüz insanlar, diğer taraftaysa boş araziler vardı. Öyleyse çözüm arazileri işlemeye başlamak mıydı? Bütün bunlar doğrudur doğru olmasına, ama Castro çizdiği tabloya kendi konumunu eklemeyi unutmuştur: Eğer insanlar arazileri işlemiyorsa, bunun sebebi tembel olmaları değil, devlet-güdümlü iktisadın onlara iş sağlayamıyor olmasıdır. O halde halkı paylamak yerine, Sosyalist ilerlemenin motorunun özeleştiri olduğu yolundaki o eski Stalinist şiarın hakkını vermesi ve Fidel'le birlikte cisimleştirdiği sistemin kendisini köklü bir eleştiriye tabi tutması gerekirdi. Burada kötülük, etrafında hep kötülük gören eleştirel bakışta yatıyor yine... Yukarı
(2) 2008 yılının mayıs ayında iki şiddetli olay gerçekleşti. İtalya'da, bir güruh Roma'nın varoşlarındaki Roman mahallelerini ateşe verdi (yeni Sağcı-popülist hükümet de sessiz kalarak bu olaya onay verdi); bu rezalet Husserl'in yaşamının sonlarına doğru söylediği bir şeyi, Çingenelerin yüzyıllar boyunca Avrupa'da yaşamış olmasına rağmen Avrupa'nın manevi alanının gerçek bir parçası olmadığı yolundaki sözünü hatırlatıyor ister istemez. Husserl'in bunu Naziler iktidardayken ve üniversiteden tam da aynı sebeplerden ötürü atılmış durumdayken yazmış olması daha bir tekinsiz geliyor insana. Zira Romanlar bir nevi Yahudilerdi bu durumda. Diğer olay ise Güney Afrika Cumhuriyeti'nde gerçekleşti. Kalabalıklar diğer ülkelerden, özellikle de Zimbabwe'den gelen mültecilere saldırıp bu mültecilerin işlerini ve evlerini çaldığını iddia etti. Ne yazık ki Avrupa'nın popülist ırkçılığının bizatihi siyah Afrikalılar arasında kendisini yeniden ürettiğini görüyoruz bu örnekte. Yukarı
(3) Bkz. Johann Hari, "A morally bankrupt dictatorship built by slave labour", Independent, 27 Kasım 2009, s. 6. Tüketimci sosyetik cennetin parıltısına kapılarak Dubai'yi ziyarete gidenlerin görmediği göçmen işçiler, varoşların havalandırma tesisatı olmayan, ahır gibi evlerine tıkılmışlardır. Dubai'ye yüksek ücret vaadiyle Bangladeş ya da Filipinler'den getirilirler; Dubai'ye ayak basar basmaz, pasaportları ellerinden alınır, kendilerine ücretlerinin söz verilenden çok daha düşük olacağı bildirilir; şehre gelebilmek için aracılara borçlandıklarından, sırf bu borçlarını ödemek uğruna yıllar boyunca son derece tehlikeli koşullarda çalışmak durumunda kalırlar. İtiraz etmeye veya işi bırakmaya kalkacak olurlarsa, boyun eğene kadar polisten dayak yerler. Dubai'ye bir hayli yatırım yapmış olan Brad Pitt gibi büyük "hayırseverlerin" devam etmesini sağladığı gerçeklik işte budur. Yukarı
(4) Sudep Chakravarti, Red Sun, New Delhi: Penguin Books, 2009, s. 112. Yukarı
(5) Bkz. Elisabeth Kübler-Ross, On Death and Dying, New York: Simon and Schuster, 1969. Yukarı
(6) Karl Marx, "A Contribution to the Critique of Hegel's Philosophy of Right, Introduction", Early Writings içinde, L. Colleti'nin sunumuyla, Harmondsworth: Penguin, 1975, s. 247. Yukarı
(7) Aktaran Ian H. Birchall, Sartre Against Stalinism, New York: Berghahn Books, 2004, s. 3. Yukarı
(8) Golda Meir bir zamanlar şunu demiştir: "Arapların çocuklarımızı öldürmesini affedebiliriz. Ama bizi kendi çocuklarını öldürmeye zorladıkları için affedemeyiz." Benzer bir şekilde benim de şöyle diyesim geliyor: Beni kötü bir Sloven olarak görenlerin bana yapıp ettiklerini affedebilirim, ama ilkel ırkçılıklarına karşı çıkmak için beni Sloven çıkarlarının temsilcisi olarak hareket etmeye zorladıkları için asla affedemem. Yukarı
(9) Sadakati bağnazlığın tam karşısına koymak gerekir: Bağnaz'ın Davasına olan fanatik bağlılığı, kafa karışıklılığının ve şüphesinin, Davasına duyduğu güven eksikliğinin çaresiz bir ifadesinden ibarettir. Kendisini davasına sahiden adamış birisi, ebedi sadakatini sürekli ihanet ederek yoluna koyar. Yukarı