Oylum Yılmaz, “Eski düşleri ne yaparlar?”, Birgün, 7 Kasım 2006
"Zamanın her darbesi onu da zamanın kıyısına, şimdiyi önceden ayıran kapanmaz aralığa, (...) birdenbire içeriye çökü-veren bir boşluğa fırlatıp geçiyordu. Bu aralıkta ne olduğunu açıkça görebiliyordu: tamamlanmamış varlık, doğumla ölmeye başlayıp, yitip giden varlıktı. Derinleşen oyuk, bir hiçti. Zaman sanki hiç yaşanmamış bir yaşamı eksilterek geçiyordu." İlk romanı 'Kenarda'nın isimsiz kahramanı, asla kahraman olmayan kahramanı böyle diyordu Ayhan Geç-gin'in. Ki şimdi 'Gençlik Düşü'nde, yazıyla beraber, zamanla beraber, ölmeye devam eden o, tamamlanmamaya da. Edebiyat dünyasının en hareketli zamanlarını geride bıraktığımız bu günlerde, ikinci romanını sessiz sedasız önümüze koyan Ayhan Geçgin, düşlerin ve (Bernhard'ı andırır bir tavırla) yazının kapılarını birer birer suratımıza kapatmaya devam ediyor.
Akışkan, çamurlu şehirden sonra
'Kenarda'"da başı ve sonu olmayan hikâyesini, hatta bir hikâye de olmayan hikâyesini kaleme almıştı bundan üç yıl önce Geçgin. Kopkoyu, akışkan bir çamur deryasından farksız bir şehir ve bu şehirde can çekişircesine yaşayan insandı yazarın anlattığı. 'Gençlik Dü-şü ise adı üstünde, gençliğe ve kırılan, daha en başta, henüz düşlenmezken bile kırılan, düşlere dair bir roman. Bu romanda üç yazarla karşı karşıya kalıyor okuyucu: Yaşamda tek tutunacak dalı, belki de tek düşü yazmak olan genç kahramanımız, onun hikayesini yazmaya çalışan yazar ve bir de elbette Geçgin'in kendisi. Bu üç yazardan ve yazarlık durumundan, varoluşla dil, edebiyatla insanoğlu arasındaki umuda dayalı ilişkiye dair çıkarımlar düşüyor okurun payına roman boyunca. İstanbul'dan, ailesinden ve özellikle de babasından kopmak, bir anlamda kendi yaşamına bir an önce başlamak isteyen genç kahramanımız, İşletme okumak için Ankara'ya, yazarın deyimiyle bozkır kentine geliyor. Onu ayakta tutan zayıf ümidi, benliğini daha da aşındıran bu şehirde gün geçtikçe giderek azalırken, kendisini hayata ve topluma karşı farklılaştıran okuma alışkanlığı, giderek tutunacak bir dal olarak yazıyı çıkarıyor karşısına.
Kısa süre sonra işletmeyi bırakıp felsefe bölümüne geçiyor kahramanımız ve yazma düşüncesi, yazma düşü yaşamının ortasına yerleşiyor. Ancak hayatta tutunacak bir dal olarak yazıyı seçmek... Çaresizlik mi, oyalanma mı, bulantıyı azaltma çabası mı? Cevabı onun hikâyesini yazan yazar verecektir: "Bir kitaba can veren şey tamı-tamına bir yaşama can verenle aynı şeydir."
Romanın sonuna doğru üç yazar da, yazarın sadece 'ölmek için yer arayan' olduğunu anlayıp, 'kağıdın derinsizliğinde' sürdürülen bu çabanın insanı içindeki batağın daha da derinlerine çektiği kararına varırlarken, okurun gözünde de başarıyla tekleşeceklerdir.
Türk insanının ‘kabullenme’ zaafı
Gençlik Düşü, bütün bunlar bir yana Deli Dumrul'dan bugüne bilincinin kurumuş dere yatağının başında oturup, artık işlevi kalmayan köprüden medet uman Türk insanının, yüzlerce yıl alan kabullenişine dair ince bir gönderme de taşıyor. Sonlara doğru romanın kahramanı dere yatağının dibindeki kurumuş çakıllara, sevinçle, beğeniyle bu yüzden bakıyor olsa gerek, diye düşünüyorum.
Zorlu metinler Geçgin'in ürettiği ve dolayısıyla müdanasız. Romanın ve varoluşun sınırlarında gezerken yarattığı yoğunluk, her iki romanının uzunluğunda zaman zaman dağılmaya yüz tutsa da doğrusu pırıltısını, etkisini hiçbir zaman kaybetmiyor. Üstelik şehrin insana, insanın şehre ettiğini de son döneme ait romanlarda görülmemiş bir keskinlikle aktarmayı başarıyor.
'Gençlik Düşü'nde, kısacası hikâyenin, ümidin, hatta yaşanacak bir yaşamın olmadığını bilenlerin, şehir dediğimiz çamur deryasında var olmaya çalışanların düşlerinin sonu var.
Okuması zor, yaşaması ondan beter... Yazarın da bir yerde dediği gibi, "Eski düşleri ne yaparlar? Kırpıp kırpıp yıldız yaparlar."