Hande Öğüt, “Hafızanın kapılarını kırmak”, Radikal kitap Eki, 10 Mart 2006
"Allah-û Teâlâ insanları yarattığından, onları teklifle mükellef kıldığından ve onları Adem'den vücuda, yokluktan varoluşa çıkardığından beri insanlar hep birer yolcu olmuşlardır. Bu yolculuklarını ancak ya cennete ya da cehenneme vardıklarında bırakabilirler." İbn Arabî'nin Nurlar Risâlesi'nde işaret ettiği bu görüş, Elif Şafak'ın yazınının da orijini olarak kabul edilebilir. Doğumda başlayıp ölümde biten bir süreç ise bedenin dirimi; insanoğlunun hayatı bir eşiktir, kaos ile kozmos arasındaki. Bir araftan ibarettir yaşamlarımız; yazılanın vücut bulduğu simgesel bir bekleme odası, yazgının çekildiği bir çilehane...
Göçebelik, kimliksizlik, belleksizlik, varlıkla yokluk, iç ve dış, hayat ve ölüm, dolu ile boş, yerlilik, yabancılık, zıtların benzerliği, bölünmedeki bütünlük, birlik ve parçalanma kavramları halesinde eserlerini ören ve göçebe ruhunu karakterlerine yansıtan Elif Şafak; kozmopolit, heterojen, çokboyutlu bir dünya arayışıyla, romanları boyunca ara dünyaların keşfinde, akılcılığın aralarına güven verici sınırlar koyarak aralarından su bile sızmasını istemediğimiz gerçeklerin iç içe geçmiş ve birbirine karışmış (ebru modeli) olduğu bir 'araf' üzerine bina ediyor yeni romanı Baba ve Piç'i de. Çok çağrışımlı, müstehzi metaforlarla temellendirilmiş, acımasız ironilerle çağrışımsallaştırılmış, farklı okumalara açılan bir roman Baba ve Piç; hafızaya, unutulanlara, hatırlananlara, gizlere, suskunluğa, sırlara dair bir kuşak romanı; Türkiye'deki milliyetçi ve cinsiyetçi ideolojiye neşter savuran sivri dilli bir anlatı...
Bir doğumla başlayıp bir ölümle sonlanan romanda, teklifle mükellef kılınan pek çok yolcu var yine. Batı hayranlığı ile zenofobinin, kendine dönme ısrarı ve hırçınlığıyla geçmişi yok saymanın, katı Kemalist reformist yaklaşım ile ona tepkisel göveren muhafazakâr İslami söylemin, Tanzimat'tan beri yaşanan kültürel ikiciliğin inkârından mustarip, 'anımsayan' Çakmakçıyanlar ile gözünü geleceğe dikerek geçmişini unutan 'hafıza mağduru' Kazancıların iç içe geçmiş hikâyelerini aktarırken Bergsoncu bir zaman kavrayışıyla ilerliyor Şafak, döngüsel yolunda...
Erkeklerin bir tekinsizliğe meylederek erkenden öldüğü, anaerkil Kazancı Ailesi kurşuncu cicianne; geleneksel bir Türk kadını olan anne Gülsüm, cinlerle kafayı bozan Banu; sınır kişilik Feride; tarih öğretmeni Cevriye; tüm ayrıksılığıyla eril alana karşı çıkan deli dolu Zeliha'dan mülhem. Ailenin tek erkeği Mustafa ise üniversite eğitimi için Amerika'ya gidip de bir daha geri dönmediğinden ne bu aileye ait, ne de ailenin tümüyle dışında. 1915 tehciriyle İstanbul'dan sürgün edilerek Amerika'ya yerleşen Çakmakçıyanlar da yine kadınların hâkim olduğu bir aile. Babaanne Şuşun, kızları Surpun, Zaruhi, Varsenig ve tek oğulları Barsam...
Bu iki ev arasında yaşananlar bir yana, Türkiye'deki 'entel' tayfanın kendini hapsettiği o dar alanı simgeleyen, müdavimleri Alkolik Karikatürist, Aşırı Milliyetçi Filmlerin Gayri Milliyetçi Senaristi, Gizli Gay Köşe Yazarı ve Olağanüstü Yeteneksiz Şair tarafından ikinci ev bellenen Cafe Kundera'nın da romana eklenmesiyle Baba ve Piç'de yine bir 'ev' romanına dönüşüyor. Jale Parla'nın dediği gibi, bir metne ev teması girdi mi, beklentimiz ya bir kaçış, ya da hapsoluş; ya bir sürgün, ya da eve dönüş öyküsü okumaktır. Tümü de bir arafta sıkışmışlığı yaşayan kahramanlarımız da evden ne denli uzağa giderlerse gitsinler, evi içinde taşırlar; ne denli eve yerleşirlerse o denli sürgündürler.
Zeliha'nın kürtaj için doktora gidişi, ancak başaramayıp bu babası belirsiz, uğursuz bebeği doğurmasıyla başlıyor roman. 'Deli kadınlar evi'nin yeni üyesi Asya, Araf'ta da bahsi geçen 'dasein'in (dünyaya fırlatılmış olmanın, istem dışı var olmanın ağırlığı altında düşen insan) bir örneği. Annesi Zeliha'ya asla anne diyemeyen dört teyzesi ile yaşayan ve Cafe Kundera'da, benzerleri arasında kimliğini arayan Asya ile Çakmakçıyanlar'ın torunu Armanuş'un kaderi kesişince, her iki ailenin de yıllardır sakladığı sırlar su yüzüne çıkar, lanetler tekerrür eder. Geçmiş şimdide canlanır, zaman halkası nihayetine ererek yine kendine döner. Nurlar Risalesi der ki: hakikat, sürekli olarak bir yüzden ötekine geçiştir, onun manevi ve maddi; mutlak ve nisbî; nuranî ve zulmanî çift yüzü vardır. "Bu kitapta ben yine kendimden kendime hitap etmeye ve kendimden yola çıkarak yine kendime dönmeye devam ediyorum. Geçsem de daha böyle nice halden nice hale ben; varoluş içinde başkası değilim ben benden," diye yazar Arabî. Keza kendinden çıkarak kendine döner Elif Şafak bu romanında da. Çünkü zaman hep döner.
Geçmiş, gelecek, belleğin sürekliliği
Temel kavramı sezgi olan -ki Elif Şafak da sezgileriyle yazar- Bergson, bellek ve süreklilik arasındaki özdeşliği iki yoldan açıklar: Geçmişin şimdide korunması ve saklanması ile şimdinin, geçmişin sürekli olarak büyüyen imgesini kapsayıp kapsamadığı. Bergson'da geçmiş, kendi içine kapalı bir alan değildir. Yani şimdi olmaksızın geçmişi tanımlamak ve hatta yaşamak olanaksızdır. Arkadan gelen an, öncekinin bellek tortusunu içerir. Öte yandan da iki an, birisi ortaya çıktığında öteki bütünüyle yok olmadığı için büzüşüp birbirine karışır. Velhasıl iki bellek vardır: Anımsayıcı bellek ile daraltıcı bellek. Baba ve Piç'in iki ana kahramanından Armanuş, anımsayıcı; Asya ise daraltıcı belleğin temsilcileridir. Bir hatırlama seferi, bir hafıza fetişidir Armanuş'unki. Asya ise hatırlamamayı tercih eder. Babasının bile izini süremiyorsa nasıl atalarına bağlı hissedecektir kendini? O bir piçtir ve geçmişi, bir kapalı devre olarak niteler, geleceğe, şimdiye odaklı yaşar. Ancak 'şimdi', her ortaya çıkışında ikiye ayrılır: Bir parçası geçmişe, öteki parçası da geleceğe dönüktür. Bununla birlikte saf süreklilik, ancak ilke düzeyinde geçerli olan bir gerçekliktir ve süreklilikle özdeştir bellek. Asya, belleksizdir bu anlamda, sürekliliği kabullenir ama geçmişin boşluğunu hayalgücü ile doldurur. Armanuş ise 'saf anımsama'nın teşmilindedir: Sanal -ki Cafe Constantinopolis adlı bir chat odasındaki sanal bellek ve tarih tartışmaları, bu anımsamanın sembolleştirilmiş hâlidir- edimsiz ve bilinçsiz bir eylemdir bu hâliyle anımsama. Kendini öncelikle geçmişe yerleştirir; şeyleri, nesneleri oldukları yer itibariyle algılar. Geçmişi de keza kendi içinde ya da şimdide değil, 'kendi içinde olduğu yerde' algılar. Köklerini aramak için geldiği İstanbul'da konuştuğu insanlar, kendileriyle geçmişte bu suçları işleyenler arasında bir bağ görmediklerinden 1915 tehcirini üstlenmezler. Armanuş bunun 'zaman algısında farklılık' olduğuna kanaat getirir sonunda.
Döngüsel düşünceye yakın duran, bu anlamda romanını da Bergson'cu zaman anlayışınca kuran Şafak, ancak biz Türkler hatırladıktan sonra Ermenilerin unutmasını bekleyebiliriz, düşüncesindedir ve bunu Armanuş'un diline tercüme eder:
"Ermeniler için zaman bir çemberdi; geçmişin şimdide yeniden doğduğu, şimdinin geleceği doğurduğu bir döngüydü. Halbuki Türkler için zaman pek çok yerinden bölünmüş, kesik kesik bir çizgi gibiydi; geçmiş belirli bir noktada sona eriyor, şimdi sıfırdan başlayıveriyordu."
Yine de her iki ailede geçmişin hafızası, kadınlar aracılığıyla, tam da kadınsı bir alan olarak kurgulanan mutfak üzerinden iletilir. Çünkü kadınlık bilgisi, kelama içrektir. Mutfağı politikleştirip yemeklere etnik bir tat katan Şafak'ın romanında yemek pişirme usulleri ve mutfak kültürü başat bir konumda. Kadınlar yemekler aracılığıyla aktarıyor sivil tarihi bir sonraki kuşağa. Ancak kadınsı iletimin en önemli şartı, anneliğin aktarımı ise her iki ailenin kadınları arasında da geçerli değil. Chodorow'a göre kadın, anne olarak annesinin kimliğine bürünür ve aynı rolü yeniden üreterek kendisine iletileni kızına aktarır. Böylece yitirilmiş olan geri çağrılır. Ancak Baba ve Piç'in kadınları arasında böyle bir iletim kurulamadığı için, anne çocuğuna, simgesel mesajları da aktaramaz. Oysa anne için yalnızca babanın soyzincirine kaydolacak bir çocuk yapmak yeterli değildir, çocuğa baba tarafının değerlerini ve eril alanın şifrelerini de iletmek gerekir. Çünkü babayı çocuğun simgesel düzenine sokan annedir, babanın var olabilmesi anneye bağlıdır. Anne yoksa, baba nasıl olacaktır, Asya'nın hayatında?
Anneliğin iletimi, babasızlık ve tecavüz
Kendi babasıyla da büyük bir iletişim kopukluğu yaşayan, hiçbir zaman babasının kızı olmadığını belirten (ulus devletleşme sürecinde yüceltilen kadın tiplemesi babasının kızıdır ki iyi ki babasız kızlar balosundandır Şafak!) yazar, 'piç' kahramanı üzerinden hem kendi babasızlığıyla ödeşir, hem de toplumsal bellekten mahrum tahayyül dünyamızla... Jale Parla'ya göre (Babalar ve Oğullar), Tanzimat romanı bir babasızlığa, bir yetimliğe doğmuştur. Kahramanın yetim oluşu, yabancı topraklarda tutunmaya çalışan bu türe özgü yapısal bir sorunun işaretidir aynı zamanda. İlk Türk romancıları savundukları cemaatçi değerlerin koruyucusu olabilecek kudretli bir babadan, romanlarının epistemolojik temelinin Batı'ya yenik düşmesini engelleyecek güçlü bir otoriteden yoksundur. Bu metinlerdeki otoriter ses tonu, arkasını bir kuruma dayamış olmanın verdiği bir yazarlık kudretinden çok, o kudrete hiçbir zaman sahip olamamış yazarın bir an önce yetimlikten kurtulma telaşını yansıtır. Türk romanı, babadan yoksun kalmanın telaşı içinde, bir baba arayışının içine doğmuştur. İsmiyle müsemma Baba ve Piç'te Şafak'ın temel sorunsallarından biri de bu arayışı ironik biçimde eleştirmektir.
Asya -ki hep eril olanı çağrıştıran piçi de bir kız yaparak yerleşik kanıyı altüst eder Şafak- adeta Türkiye'nin bir prototipidir. Türkiye'nin Batılılaşma, ulus-devletleşme sürecine paralel bir mikrokozmos olarak babasızdır; fikre geç bırakılmış, salt duygudan ibaret kılınmıştır. Gerek Türk romanında, gerek Yeşilçam Sineması'nda romantize edilerek yüceltilen bu tarz bir çocukluk, yetişkin ergenlik durumunun pek çok görünümünün tüm satha yayıldığı bu dramın, 'dramenon'u Asya'nın piçlik hâlidir. Bir kavramı, bir hâli hem gerçek, hem mecaz anlamıyla kullanarak dünyayı çoksesli bir estetiğin içinden alımlayan Şafak, iki önemli Bakhtinyen kavramı kullanır Baba ve Piç'te: Polifoni (çokseslilik) ile heteroglossia (değişik dil ve söylemlerin bir arada bulunup çarpışması).
Piçlik bir acz, bir zillet durumudur ki yoksulluk, az gelişmişlik, milliyetçilik gibi bizi Batılıların gözünde küçük düşüren negatif değerlere eklemlenir; tıpkı tecavüz gibi.
(...)
Kalp ile ten arasındaki berzâh: Dövme
Romanlarında insan bedenini de ana temalarından biri yapan Şafak, tecavüz üzerinden yine bir metaforik ifadeyle vatanın dış güçlerce ele geçirileceği paranoyasını hicvederken tasavvufi bir mânâda da kullanıyor bedeni. Beden yazısı, ten ile kalp arasında kalan bir perde; bu dünya ile ötedünya arasında bir geçit, bir berzâh olan dövme aracılığıyla. Zira sevenle sevilen arasında sadece yaratıkların perdesi vardır. Dövmecilik gibi bir uğraşı iş edinen Zeliha, 'Dinmeyen Aşk Acısını Zaptü Rapt Altına Almanın Yolları' adlı dövme koleksiyonu ile ünlenir, kısa sürede. Koleksiyondaki her dövme tek bir tema etrafında şekillenir: Eski sevgili. Sevilenin, akıldan çıkmayanın ama hayırsız olanın sureti, müşterinin bedenine dövme olarak geçirilir. Amaç, totem ile birey arasında özel bir ilişki yaratmak suretiyle kişiyi totem karşısında kuvvetlendirmektir. Eski sevgiliyi düşmanlaştırmak değil, düşmanı bünyeye almak suretiyle zayıflatmaktır arzulanan. (Ki dış düşman mihraklı obsesyonlara ironik bir göndermedir bu.) Evvela onu kabul etmek, bağrına basmak sonra dönüştürmektir aslolan (ötekini asimile politikası). Dövme suretiyle eski sevgili içe alınır, bedene zerk edilir ama aynı zamanda dışarıda bırakılır, yani tenin dışına atılır. (Cemaatten dışlanarak ötekileştirilir, bizden olmayan.) Böylece kurtulunur eski sevgiliden, hatta onun ruhunu zaptetmişçesine üstün hisseder kendini terk edilen; zira aşk iktidarı sever!
Bir yanıyla da Arabî'nin aşk felsefesine içrek bir anlayıştır bu. Seven, gerçekte bir Hâlik, bir de mahluk, bir Yaratıcı, bir de yaratılmış olduğunu bilir. Aradaki bu hakikat perdesini anlamaya gücü yetmez; çünkü o perde bizzat kendisidir. Zeliha kendi gerçekliğinin üstüne çıkacak bir üstün güç bulamaz, kendisinden bezginlik duyar. Kendi üstüne kapanmış bir perdedir kendisi. Bezginliği gittikçe de artar, çünkü bu vücuttan (heykel) ayrıldığı zaman, tabii 'terkip' hâlinden de ayrılacağını, sonra da basit hâline döneceğini düşünür. Mustafa'nın ölüsünün başında, yıllardır gizlediği sırrını kızının eline verişiyle bir hafifliğe kavuşur; hayalden kelâm alemine geçer Zeliha.
Ten imgesi, bir başka bölümde daha çıkar karşımıza. 1915 tehcirinde öldürülen Şuşan'ın babası Ohannes İstanbuliyan'ın yazdığı Kayıp Güvercin Yavrusu ve Asude Bir Bahar Ülkesi adlı kitabı, İbn'i Hazm'ın ten tutkusuyla hemhal eseri Güvercin Gerdanlığı'na bir atıftır adeta. Hazm şöyle yazar: "Sırrın kalbimde öyle bir yeri var ki başka hiçbir canlı varlık orayı işgal edemez; demek ki yok olması düşünülemez. Böylece onu öldürüyorum, mezara koyuyorum ama sırrın hayatta kalması ancak öldürülmesiyledir."
Âşık'ın, zalimin öldürülmesiyle gömülmez hiçbir sır. Hikâyeler birbiriyle öyle iç içedir ki nesiller önce vuku bulmuş hadiseler, şimdiki zamanın tümüyle alakasız gelişmelerine etki eder. Geçmiş geçip gitmez kolay kolay. Mirasın reddi, tarihin belleğini; maziye gömülen sırların ifşası yangın yerine dönmüş hayatların isini silebilir mi? Devinerek silemez insan, çünkü devinen zaman silinmez. Yuvarlanan kayalar, yosun tutmaz sadece...
Arabî ile başladım söze onunla bitireyim öyleyse:
"Evet ben Sahr'ım yani ki kayayım,
Benden fışkırır anlam."