| ISBN13 978-975-342-420-2 | 13x19,5 cm, 216 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Asuman Kafaoğlu-Büke, "Kenarda", Cumhuriyet Kitap, 2.10.2003 Ayhan Geçgin'in ilk romanı Kenarda için bir roman denemesi demek daha doğru olur, çünkü klasik romandan uzak bir roman anlayışıyla yazılmış. İlk sayfalar boyunca kitaba konsantre olup anlamakta epey güçlük çektim. Sanki açık bırakılmış bir kamera her şeyin görüntüsünü kaydetmiş ve bir şekilde sözcüklere dökmüş okura aktarıyor hissine kapıldım. Hiçbir kahramanın olmadığı, sadece sokak görüntülerinin aktarıldığı uzun bölümler boyunca sürüyor roman. Romanın kahramanı sandığımız kişinin gittiği, bulunduğu mekânları en ince ayrıntılarına kadar öğreniyoruz oysa kahramanın kim olduğunu, neden buralarda gezdiğini roman bittiğinde bile hâlâ bilmediğimizi anlıyoruz. Neden Kenarda? Romanda ilk fark edilen, her şeyin geniş zamanda anlatılması: roman boyunca her şey hep yapılageldiği gibi sürüyor havasında yazılmış. Bir trene binmek, bir akrabayla karşılaşmak sanki hiç durmadan tekrarlanan, devinimsiz bir zaman dilimi içinde yinelenen olaylar dizisini andırıyor. Bunu roman içinde yazar da sık sık tekrarlıyor. Roman boyunca anlatılan hiçbir şeyin bir şey katmadığını da –tam da yazarın dediği gibi– okur fark etmeye başlıyor. Romanda sürekli altı çizilen devinimsizlik, ilerleyen sayfalarda sadece devinim dışında kalmakla yetinmeyip aynı zamanda varlıksızlığa da dönüşüyor. Devinimin olmadığı yerde varlık da soluyacak yer bulamadığından, roman hiçbir yaşama girmeden, hiçbir karakter yaratmadan, hiçbir varlığı tanımamıza izin vermeden sürüp gidiyor. Sürüp gidiyor diyorum, çünkü roman boyunca tek hissedilen, bir trenin penceresinden seyredilen durağan bir manzara. Anlatılan manzara, bir İstanbullunun hiç yabancı olmadığı sokaklar, kalabalık, tren garları, mezarlıklar, parklar. Arada karşımıza çıkan birkaç tinerci sokak çocuğu dışında kimseyle fazla yüz yüze gelemediğimiz bir anlatı bu. Bütün bu geniş zamanda, devinimsiz bir manzara anlatımını bir romanın bir bölümünde çok severek okuyabiliriz, fakat tüm bir roman bu tonda sürünce neyin anlatıldığını unutuyoruz. Örneğin romanda ilk kez bir kişinin ismi (Suat Bey) ancak 51. sayfada karşımıza çıkıyor, acaba bu önemli bir isim mi, aklımızda tutmamız gerekir mi, bilemiyoruz. Sonra bu ismin hiç de önemli olmadığı ortaya çıkıyor. Çünkü bu romanda kişiler görüntü olmanın ötesinde bir varlık göstermiyorlar. Yine ilginç bir şekilde "(h)aftanın kimi günleri N.'yi görmek için öğleye doğru dışarıya çıkıyordu" cümlesini 10. sayfada okuduktan sonra bu gizemli N.'nin kim olduğu hakkında aydınlanacağımızı düşünüyoruz. Oysa N.'den bir daha ancak 98. sayfada söz ediliyor ve burada romanın başına döndüğümüzü, sayfalar arasında hiç hareket etmemiş olduğumuz sanısına kapılıyoruz. Elbette tüm bunları Ayhan Geçgin belli bir roman denemesi için gerekli görmüş olabilir, fakat son derece zor okunan bir kitap çıkmış ortaya. Görünen manzaraları uzun listeler halinde aktarmış, roman bittiğinde bunca yolculuk yapmadan da bu sona varabileceğimizi düşünmeden edemiyoruz. |