Edilia, ya da "Ne İstiyorsan Onu Yap" bölümünden, s. 341-343
(…)
Soğuk terler dökerek uyandım. Rüya mı görmüştüm yoksa kâbus mu? Gözlerimi zorla açıp pencereden dışarı baktım. Hala 1998'de Baltimore'daydım. Ama bu duruma sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim.
Rüya gün boyunca etkisini sürdürdü. Zihnimde kalan genel tablo makul, sağduyulu ve bazı açılardan çok cezbediciydi. Fakat düşündükçe beni endişelendiren ve tedirginlik veren birçok unsur olduğunu fark ettim.
Hayatımızı yönetecek bankaların veya sigorta şirketlerinin olmadığı bir dünya hayal edin; çokuluslu şirketlerin, avukatların, borsa simsarlarının, geniş bürokrasilerin, şunun veya bunun profesörlerinin, askeri aygıtın, karmaşık hukuki yaptırım biçimlerinin olmadığı bir dünya.
Tüm işçilerin, onları bugün tutsak eden değersiz ve kan emici faaliyetlere itaat etmekten kurtulduklarını hayal edin. İşçilerin zincirlerinden koparılıp, ekoloji dostu teknolojiler sayesinde temel ihtiyaçları karşılamak için günde birkaç saatlik işten fazlasının gerekmediği bir dünyada, üretken görevler üstlendiklerini hayal edin.
Çağdaş yaşamın aşırı hızlı ritminin düştüğünü; aciliyeti olan yükümlülükler arasında zorla yakaladığımız saf haz anlarının artık mutluluk dolu saatlere dönüştüğünü hayal edin.
Her şeyden çok, saygılı bir eşitliğin, sadece yetenekler ve başarıların değil, yaşam koşulları ve olanaklarının eşit olduğu bir dünya hayal edin – kısacası öyle bir dünya ki, o çirkin alışkanlık, kendi geçiminin yükünü başkasının sırtına yükleme alışkanlığı hiç olmasın.
Parasal imtiyaz peşinde koşmanın artık hiç öneminin kalmadığı ve altının parıltısının çekiciliğini kaybettiği bir dünya hayal edin.
Bu hayal bir anlamda heyecan vericiydi. Fakat günlük hayatı ayakta tutan bildik dayanakların yok olması aynı zamanda ürkütücüydü.
Bir kapuçino içerek rahatladım. Bir yaz boyunca inip çıktıktan sonra borsa yeniden yukarıya fırlamıştı. Düşlediğim her şeyin çağdaş yaşam şekillerine bu denli rezilce ve tuhaf kaçacak ölçüde yabancı olması fikrine sığındım: düşüm herhangi bir olasılık alanının dışındaydı. Bu olasılıklar kümesi hakkında açılacak herhangi bir tartışma çok kötü yorumlanır, dedim kendi kendime ve ekledim: "haklı olarak". Ne de olsa, hiç hoşlanmadığım, akıl almaz türden kıyamet senaryolarının güdümüyle üretilmiş, hiç diyalektik olmayan bir öyküydü bu.
Baltimore sokaklarında yürüyorum.
Zenginlere adanan koskoca anıtlar her taraftan eziyorlar beni. Devlet destekli mükellef bir sosyal güvenlik sistemi parasının büyük kısmıyla otellere, şirketlere, üst sınıf apartmanlara, futbol ve beyzbol stadyumlarına, toplantı merkezlerine, seçkin tıbbi kurumlara ve benzerlerine destek oluyor. Varlıklılar kendileri için ülkedeki en iyi özel okulları, üniversiteleri ve hastaneleri yaptırırken, dışlanmış nüfusun büyük çoğunluğu kamu sektörünün çürümüşlüğünde boğuluyor. Beriki zenginlere sübvansiyon yetiştirmekle öylesine meşgul ki, nüfusun büyük çoğunluğuna yönelik en düşük standartlı performansı bile gösteremiyor.
Banliyöler ekolojik olmayan bir yayılmayla büyürken, şehirdeki kırk bin boş ev dökülüp çürüyor. Sıcak yaz günlerinde şehrin üzerine kirli bir bulut iniyor. Sokaklarda kırk bin damardan uyuşturucu kullanıcısı dolanıyor; aşevleri kapasitelerinin son sınırında çalışıyor (cezaevleri de öyle); yoksullar için besin tedarik eden merkezlerde stoklar tükenmiş durumda; ölüm, açlık, hastalık ve "herkesin herkesle savaşı" gibi Malthusçu hayaletler, şehrin sokaklarını kefen gibi örtüyor.
Howard'ın bahsettiği o birlik, dostluk ve adalet düzeni nerede? Eğer benim rüyamın kâbusa benzer özellikleri var ise, bu gerçeklik tam karabasan değil mi?
More'un Ütopya'sının belirli bir geleceğin detaylı rehberi olmaktan çok; içinde yaşadığı dönemin saçmasapan israf ve akılsızlığını sorgulama, gidişatın daha iyi olabileceğini ve olması gerektiğini vurgulama amacını taşıdığını düşünmüşümdür hep.
Bellamy'nin kahramanının 1888'in Bostonu'na döndüğünde, şehri sandığından çok daha dehşetengiz bulduğunu, alternatiflerden bahsettiğinde ise nasıl alaya alınıp dışlandığını hatırladım. O günkü gerçeklik, onun kâbusu haline geliyor. Bizimki de katiyetle öyle değil mi?
Çoğumuzun inandığı üzere eğer dünyayı kendi arzu ve vizyonumuza göre şekillendirme gücümüz varsa, nasıl oldu da topluca burayı böylesine berbat bir yer haline getirdik? Toplumsal ve fiziksel dünyamızı şekillendirmek ve yeniden şekillendirmek, o da işlemezse bir daha şekillendirmek mümkün ve gerekli. Nereden başlanacağı ve neyin yapılacağı kilit sorular.
Bellamy'nin belirttiği gibi, Geriye Bakış, "büyük değişimlerin habercisi" olan bir anda yazılmıştı, tıpkı bugünkü gibi. Aynı zamanda,
Altın Çağın arkamızda değil, önümüzde olduğu ve çok da uzakta olmadığı inancıyla yazıldı. Eminim ki çocuklarımız o günleri görecekler; yetişkin erkek ve kadınlar olan bizler de görebiliriz, inancımız ve çabamızla bunu hak ediyorsak eğer.
Altın Çağ geldiği zaman, "korkuya, gerginliğe, endişeye, aşırı çalışmaya ve uykusuz gecelere veda" edebiliriz nihayet.