Serpil Gülgun, “Sıkı bir Bilge Karasu okuması”, Milliyet Sanat, Ocak 2008
“Yıllardır hiç bırakmadan yazı yazan Bilge Karasu diye bir öykücü var… ‘Bir Gece Yemeği’ ve ‘Foto Febüs’te aynı yöntemi kullanmışız. Farklı olarak: Şöyle ki: Aynı anda iki şeyi anlatmak için satır atlıyor. Ben iki şeyi, iki ayrı şeyi birlikte iç içe anlatabiliyorum. Teknik olarak da, içerik olarak da çok daha ustayım.. O’nu kimse okumuyor, hayranlarından başka… Çok yazık, o kadar uzun boylu dil çalışması içine girmiş, neredeyse benim vardığım sonuca erişmiş, tabii sonuç olarak, okuması çok güç, zor ve tatsız bir yazar, Mücevherlerle (Kelimelerle) bir kümes yapmaya benzer…”
Yukarıdaki alıntı Cem İleri’nin Yazının da Yırtılıverdiği Yer adlı kitabından. Alıntının kaynağı ise, Mach 1’dan Mektuplar. Yani, Sevim Burak. Şimdi ¬–eğer ki, bundan birkaç yıl önce, 2004’de yayımlanan “Mach 1’dan Mektuplar”ı okumuşsanız– eminiz hayatınızın şokunu geçiriyorsunuzdur. Özellikle de hem Bilge Karasu hem Sevim Burak hayranıysanız. Üzgünüz ama maalesef gerçek bu. Sevim Burak, Bilge Karasu’yu okuması çok güç, zor ve tatsız bir yazar olarak görüyor. Cem İleri de Bilge Karasu’nun “İmge odaklı yazısını anlamak için imgeye, image’a, görüntüye, plastik sanata, müziğe bakmamız şart” faslında (Beuys ve Duchamp karşılaştırılması faslında aslında) bunu dipnot olarak düşüyor.
Zor bir yazar
Bu arada, Yazının da Yırtılıverdiği Yer- Bir Bilge Karasu Okuması’nı okuyacaklara baştan bir uyarı: Metinleri döne döne okumak ve her okuyuşta yeni bir şey keşfetmek yoksa ruhunuzda Bilge Karasu’yu okumayın. Bunun doğal sonucu olarak Cem İleri’nin kitabını da okumayın. Yani, bir yerde Pierre Menard olmak gerekiyor bütün bunları okumak için. Nafile bir uğraş! Borges’in Menard’ı nasıl bütün bir ömrü, Don Kişot’u yeniden baştan yazmaya adamışsa, mutlaka bir yerlerde, hiç bilmediğimiz, ömrünü tek bir kitabı okumaya adamış okur bir Pierre Menard vardır kuşkusuz. Parantezi kapatır da bıraktığımız yere dönersek: Şunu bilin ki, Bilge Karasu zor bir yazar. Dolayısıyla, Cem İleri’nin onu konu alan, onun izini süren kitabı da zor bir kitap. Zorluk şu: Bilmek gerekiyor. Neyi bilmek peki?
Modernizmi bilmek, modernle modernistin farkını bilmek, post modernizmi bilmek... Yeni roman nediri, sanatın farklı disiplinlerini, plastik sanatların geldiği noktayı bileceksiniz; yerleştirme, performans, vs. vs. Yani Buttor ne demiş, Eco, ne demiş, bileceksiniz. Roland Barthes, ne demiş, bileceksiniz. Tarkovski ne çekmiş, neden çekmiş, bileceksiniz. Beckett, Proust, Calvino, Perec… Neler yazmış, ne çizmişler, bileceksiniz. Beuys nedir, kimdir, Duchamps’la meselesi nedir, keza bir Pollock ne gibi yeniliklere imza atmıştır, bileceksiniz.
Cortazar’ın Seksek’ini okumumaşsanız ya da en azından nasıl bir değişiklik yaptığını bilmiyorsanız ya da yeni romanı bilmiyorsanız, (mesela Robbe-Grillet’nin Silgiler’de zamandiziselliği nasıl var edip yok ettiğini) bilmiyorsanız, olmaz. Tabii şu da var: Bütün hepsini biliyor ama sevmiyor olabilirsiniz. Ya da ‘türü’ diyelim, seviyor ama özneyi Sevim Burak gibi tatsız buluyor da olabilirsiniz. Uzun sözün kısası, bugüne dek, ömr-ü hayatınızda hiç Bilge Karasu okumadıysanız, bu kitaba atlamayın hemen. Önce, bir Bilge Karasu edinin. Mesela, Gece’yi. (Aslında, onu en sona bırakın çünkü Gece, Karasu’nun anlaması en zor, en okuması olanaksız, en hazza geçit vermeyen kitabı) Ya da mesela, Kılavuz’u. Ya da, Kısmet Büfesi’ni. Önce, onu (ya da onları) okuyun, bakın bakalım Bilge Karasu sizin yazarınız mı, değil mi?
“Yazar, kurar”
Baktınız ki, Bilge Karasu, sizin yazarınız, o zaman her şeye silbaştan, yani ta en başından koyulacaksınız. Yani, Troya’da Ölüm Vardı (1963), Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı (1970), Kısmet Büfesi (1982), Gece (1985), Kılavuz (1990), Narla İncire Gazel (1993), Ne Kitapsız Ne Kedisiz (1994), Altı Ay Bir Güz (1996), Lağımlaranası ya da Beyoğlu (1999), Öteki Metinler 1999. Bütün hepsini okuyacaksınız. Külliyat okunup bitti mi, hemen arkasından Müge Gürsoy Sökmen ile Füsun Akatlı’nın 1991’de Gece ile Pegasus Ödülü’nü kazanan, 1995’te yitirdiğimiz Bilge Karasu’nun anısı için hazırladıkları Bilge Karasu Aramızda’yı edineceksiniz. Onu da bitirince, Cem İleri’nin tanıtmaya çalıştığımız, “Yazar, kurar. Bu herkesçe bilinir. Okurlar, ne yaptıklarını her zaman düşünmüşler midir?” diye soran kitabına başlayın. Yazının da Yırtılıverdiği Yer’e...
İşte bu noktada Cem İleri’nin 15 bölümden oluşan kitabı size iyi bir kılavuz olacak. Çünkü, böylelikle, hem içerik hem de biçimsel olarak Karasu’nun izini süren bu kitap sayesinde, ne yaptığınızı düşünmeye başlayacaksınız. Kim bilir, belki de, Tanrı bilir, bu kitap sayesinde, kendi okumanızı yapacak ve en sonunda, Menard’ın yolundan gitmeye karar vereceksiniz. Belli mi olur, ömrünü tek bir kitabı yeniden yeniden okumaya adayan bir başka Menard olacaksınız belki de. Uzun sözün kısası, hadi okumaya! Ne yaptığımızı öğrenmeye!
Yüze inen tokat: “Gece”
Cem İleri, kitabında “Gece, onu hâlâ romandan saymayanların, Karasu’yu bugün bile, ‘öykücü’ dedikleri o tuhaf kalıba sığdırmaya çalışanların yüzüne inen korkunç bir tokat, korkunç bir ironi,” diyor ve şöyle ekliyor:
“Gece yazmanın olduğu kadar okumanın da kat kat örülen, örtünen bir iş olduğunu gösteren bir metin. Neyi anlattığı, neyi yalnızca sezdirmekle yetindiği kadar neyi hemen görmemiz, neyi ıskalalamamız gerektiği, gerekebileceği üzerine de düşünüyor. Kendini açığa çıkardığı yerde tam tersini yapıyor; bir şeyi ima etmeye, giderek imadan vazgeçip düpedüz gözümüzün içine sokmaya başladığı anda, oyunu kavrıyoruz ama çok geç. Polisiyenin tersi, bilimkurgunun tersi, sanki okurun yüzünü kaçırması istermiş gibi, bunları sonradan keşfedecek olmasından alacağı zararsız, yararsız hazzı askıya alıyor, iptal ediyor, ondan hiç de alışık olmadığı bir tepki vermesini istiyor: Tamamen ikircikli bir durum karşısında okur; biçimlerin, oyunların bu kolay ele geçirilebilir olduğunun gösterilmesi, neden? Daha ilk cümleden, zaten Gece’nin, gelmekte olan geceyi de barındıran bir yapıt, şu an okumakta olduğumuz kitap olduğu anlaşılıyor. Böylece okuma başlıyor. Metnin dahil edilebileceği bir başka yapıtlar dizisi, Don Kişot’tan Batak’a (Andre Gide), Altın Meyveler’den (Nathalie Sarraute), Büyük Londra Yangını’na (Jacques Rouba) uzanan bir gelenek hemen beliriyor.”