Özgür Erbaş, “Kimin yası tutuluyor?”, Cumhuriyet Dergi, 6 Kasım 2005
Kim gerçekten yaşar, hangi ölünün yası tutulur? ABD'li felsefe profesörü Judith Butler, "Kırılgan Hayat" kitabında 11 Eylül'ün ardından başlayan sansürü ve kutsanan şiddeti anlatırken işte bu soruları da yanıtlıyor. "Irak'ta ölen her bir ABD'linin bir adı var" diyor Butler ve soruyor: "Peki ya Iraklılar? Ne de olsa yüzü olmayanların ölümü keder vermiyor."
ABD'nin Irak işgali sırasında ölen askerlerinin sayısının, "psikolojik sınır" olan 2 bini bulmasından söz edildi. Bunun üzerine New York Times gazetesi, 4 sayfasını ölen askerlerin resimlerine ayırdı. Resimlerin altında askerlerin adları ve doğum yerleri yazıyordu. Bu savaşta ölen Iraklı sivil sayısı ise yaklaşık 36 bin. Onlar, Irak'tan hemen her gün gelen bombalı saldırı haberlerinde ölenler olarak tarihe geçiyor, adları anılmıyor. ABD askerlerinin toplu ölüm ilanlarının yanında, onların esamesi okunmuyor. İşte bu noktada, hangi "kişinin" ölümü gerçekten ölümdür, kimler gerçekten yaşar ya da kimler "insan"dır, kimler değildir sorusu akıllara geliyor.
İşte bu sorunun yanıtının peşine düşen ABD'li felsefe profesörü Judith Butler, 5 denemeden oluşan "Yasın ve Şiddetin Gücü" altbaşlığını taşıyan "Kırılgan Hayat" kitabında, güvenlikle özgürlüğün savaşını tartışıyor. ABD'de 2004'te yayımlanan kitap Başak Ertür'ün çevirisiyle Metis Yayınları'ndan çıktı.
Butler kitapta milat olarak 11 Eylül saldırılarını alıyor. Saldırıların ABD için "yaralanabilirliğin ortaya çıkışı" ve dolayısıyla "hem korku hem de keder" anlamına geldiğini ifade eden Butler, "Ancak yaralanabilirlik ve kayıp deneyimlerinin ille de doğrudan askeri şiddet ve misillemeye yol açmak zorunda olup olmadığı aynı ölçüde kesin değil. Başka geçitler de var. Eğer şiddetin döngülerini durdurarak daha az şiddet içeren sonuçlar üretmek istiyorsak, keder siyasi olarak savaş çığlığından başka neye dönüştürülebilir sorusunu sormamız kuşkusuz önem taşıyor" diyor. Bunun özellikle ABD'liler için dünyada yaralanabilirliğin nasıl paylaştırıldığı sorusunu düşünme fırsatı olduğunu söylüyor Butler ve ekliyor, "Yaralanmış olmak demek, insanın yara üzerine düşünme, hangi mekanizmalar aracılığıyla paylaştırıldığını öğrenme, başka kimlerin hangi şekillerde geçirgen sınırlardan beklenmedik şiddetten, mülksüzleştirilmeden ve korkudan mustarip olduğunu anlama şansını elde etmek demektir. Ulusal egemenliğe meydan okunmuş olması, onu her ne pahasına olursa olsun kuvvetlendirmeyi gerektirmez, özellikle bunun sonucunda sivil özgürlükler askıya alınacak ve siyasi muhalefet bastırılacaksa"...
Butler "Açıklama ve Temize Çıkarma" ya da "Neyi Duyabildiğimiz" başlıklı denemede, saldırıların hemen ardından oluşan yoğun sansür havasını, olayların nedenlerini anlamaya çalışanların, saldırıyı gerçekleştirenleri temize çıkarmakla suçlandığını anlatıyor. Böyle bir saldırı karşısından insanın hem derin bir keder duyabileceğini hem de kamusal yasın eleştirel söylemi bastırmasına göz yummayabileceğini söylüyor Butler. ABD solunun "Bizden neden bu kadar nefret ediyorlar" sorusuna verdiği yanıtların ahlakçı, entelektüel düşmanlarınca ciddiye alınmamasının nedenini, "Sola, kendine boş yere eziyet eden Birinci Dünya seçkinleri olarak bakmaktan kaynaklı güvensizlik" olarak açıklıyor. ABD'nin dış politikasının, saldırıların kaynaklarından biri olduğuna dair eleştirilerin ABD basını tarafından görmezden gelindiğinin altını çizen Butler, Noam Chomsky ve Arundhati Roy'un görüşlerinin bütünüyle sansüre uğradığını, barış eylemlerinin açıkça alaya alındığını anımsatıyor. Bireysel ve ulusal olarak şiddete bakışın ve şiddeti hayatın içinde konumlandırışın, "terör", "saldırı" ve "savunma" kavramlarının altının nasıl doldurulduğunu belirlediği tespitini yapan Butler, "Kendimizi merkeze koyup, BM'yi ikinci sınıf bir müzakere kuruluna indirgeyip yerine Amerikan tek yanlılığında ısrar ederek, 'Kim bizden yana, kim bize karşı' diye soruyoruz. ABD'nin karşı karşıya olduğu sorunun bir parçası da liberallerin sessizce savaşın arkasında durarak, ABD devlet şiddetini terörist damgası yemekten kurtaran gerekçeyi kısmen sağlamış olmasıdır" diyor. Saldırılar, nedenleri ve ABD politikası üzerine düşünmeyi yasaklamanın düşünceye karşı "ahlaki bir sorumluluğu" yerine getirmekten kaçmak olduğunu belirten Butler, bunun "daha iyi bir dünya tahayyülünü de felce uğratacağını" sözlerine ekliyor.
Kitaptaki ikinci deneme "Şiddet, Yas ve Siyaset" başlığını taşıyor. Butler bu denemede, kişisel duyguların, siyaseti nasıl belirlediği, bir duygunun cemaate ait hale geldiğinde nasıl evrildiğini anlamaya ve anlatmaya çalışıyor ve "kimin yaşamı gerçekten hayattır, kimin ölümünün yası tutulur" sorularını soruyor. İnsanın ya da kurduğu cemaatlerin kendini tanımlamakta kullandığı "öteki"leri, bir şiddet türü olarak yok sayması, "hayaletleştirmesi"ni psikanaliz yöntemini de kullanarak irdeleyen Butler, " Peki kimin yası tutulur? Kimin için ölüm ilanı verilebilir? Peki ya ABD'nin desteklediği İsrail ordusunun öldürdüğü Filistinlilerin adlarını bilebiliyor muyuz? Kim onlar? İşte burada, insan olarak sayılanlar ve sayılmayanların ölümleri üzerindeki hiyerarşi ortaya çıkıyor. Zaten pek de yaşamamakta olanlara, yani ölümle yaşam arasında askıya alınmış olarak yaşayanlara gösterilen şiddetin, iz olmayan bir iz bıraktığını görüyoruz" diyor. Butler, ABD'de meşru müdafaa adı altında şekilsiz bir ırkçılığın yaygınlaştığını söylüyor ve bunun tehlikelerine dikkat çekiyor.
ABD'nin Irak'ı "özgürleştirmek" için işgal etmesinden önce, kendi topraklarında "sıkıyönetim" ilan etmesi anlamına gelen Vatanseverlik Yasası'nı ve Guantanamo'daki tutsakları anlatıyor "Süresiz Alıkoyma" denemesinde. ABD'nin saldırıya maruz kalmış olmaktan kaynaklı öfkesini, "dünyanın demokrasi ışıldağı" olmasına neden saydığı tüm yasal güvencelerden vazgeçme pahasına dünyaya kustuğunu söylüyor. Üste tutulanlar hangi sıfatla orada bulunuyorlar, ne zaman yargılanacaklar, suçları tam olarak ne, hangi mahkeme onları yargılamaya yetkili ve hatta eğer yargılanma şansı! elde ederler de beraat ederlerse salıverilecekler mi? Bu soruların hemen tamamının yanıtı belirsiz.
ABD'deki olağanüstü hal uygulamasının ne kadar süreceğine dair hiçbir bilgileri olmadığını söyleyen Butler, yürütmenin tüm yetkileri ele geçirerek, yasama ve yargıyı anlamsız birer araç haline getirmesinin dehşet veren dengesizliğini gözler önüne seriyor. Tüm zincirlerinden boşanan bir yönetim erkinin kendini Guantanamo Üssü'nde ortaya koyduğunu ifade eden Butler, "tehlike", "tehdit", "terör" ve "güvenlik" kavramlarının, hukuk ve adaletten bağımsız biçimde yönetim tarafından doldurulmasının, tüm ABD'liler için tehlike oluşturduğunu vurguluyor.
Yükselen milliyetçilik, yaygınlaşan sansür ve kimilerinin insan sayılmamasının etkilerinin niyeyse İsrail'i eleştirmek isteyenleri de etkilediğini ve "derhal antisemitist damgası yediklerini" anlatıyor. Bu damganın ABD'nin son savaşlarına karşı çıkanlara yapıştırılan, "vatan haini", "terörist sempatizanı" yaftalarına benzer etkileri olduğunu belirten Butler, eleştiri ve tartışmaların ekseni kayarken Filistinlilerin acılarının görmezden gelindiğini, bununla birlikte İsrail'deki barış yanlılarının da onlarla birlikte "hayaletleştirildiğini" ortaya koyuyor.
Kitabın son denemesi "Kırılgan Hayat" başlığını taşıyor. Butler bu bölmüde Emmanuel Levinas'ın "yüz" üzerine sözlerini, özellikle "yüzün anlamı öldürmeyeceksin demektir" derken, insanın "öteki"yle birlikte var olacağını anımsatıyor. Levinas, "Ötekinin aşırı kırılganlığı olarak yüz. Ötekinin kırılganlığı karşısında uyanık olarak barış" derken ifade ettiği diğerkamlığı Butler kitabın tüm bölümlerinde parça parça anlatıyor. Yüz yüze geldiğimiz "öteki"mizi öldüremeyeceğimizi anlatıyor Butler, medyanın bizi "yüzler"den esirgediğini, bir yerlerde, birilerinin öldüğünü söylerken, yas tutmamıza, kederlenmemize engel olduğu kadar, aslında neyi yitirdiğimizi fark etmemizin de önüne geçtiğini söylüyor.