| ISBN13 978-975-342-435-6 | 13x19,5 cm, 184 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Sunuş, Orhan Koçak, s. 7-10 Bu kitapta toplanan yazılar, ikisi dışında, Adorno'nun Noten zur Literatur (Edebiyata Notlar, 1958, 1961, 1965) kitabından alınmıştır. "Huxley ve Ütopya" ile "Kültürel Eleştiri ve Toplum" başlıklı denemelerse yazarın Prismen (Prizmalar, 1955) kitabından geliyor. Hepsi de 50'li yıllarla 60'ların ilk yarısının ürünü. Çoğu önce radyo konuşması olarak sunulmuş, sonradan dergilerde ya da doğrudan doğruya "Notlar" kitabında yayımlanmıştır. İlk deneme, "Biçim Olarak Deneme", 1954-58 yıllarında yazılmıştır ve sadece Adorno'nun bir yazı türü üzerine görüşlerini değil, yazarın kendi düşünme ve sunum tarzını da ortaya koyar. Deneme, bir yazarın herhangi bir konuda duygularını, düşüncelerini gelişigüzel biçimde ve engelsizce dile getirmesi değildir Adorno'ya göre. Hele bunları ilk kez kendisi hissediyor ve düşünüyormuşçasına ortaya sürmesi hiç değildir. Bugün de "deneme" adıyla bildiğimiz türün kurucularından Montaigne'de böyle bir özgürlük ya da başına buyrukluk sanısının anlaşılabilir nedenleri vardır: Rönesans yazarı için, psikoloji de dahil olmak üzere her şey yeni başlıyor gibidir; geçmişin heybetli anıtları bile ancak bugünün içinde kıpırdayan bir canlılığın ön belirtileri olabilir. Oysa Adorno, ardında devasa –ve boğucu olabilecek– bir kültürel kalıt bulunan Aydınlanma-sonrası bir yazar olarak, bu türden bir safiyete ya da ilkselciliğe kaptıramaz kendini: Deneme her zaman "kültürel olarak önceden biçimlendirilmiş belli nesneler hakkında spekülasyon"dur onun için. Bir dipnotunda, Lukács'ın Ruh ve Biçimler kitabındaki "Denemenin Biçimi ve Doğası Üzerine" denemesinden şu bölümü alıntılar: "Deneme daima zaten biçimlendirilmiş bulunan bir şeyden bahseder ya da en iyi ihtimalle var olmuş bir şeyden; yani boş bir hiçlikten yeni şeyler çekip çıkartmak yerine sadece bir zamanlar yaşamış şeyleri yeniden düzenlemek, deneme için özseldir." Deneme(ci)nin ikili görevini de konusunun bu özgüllüğü ("bir şey", "belli nesneler") ve "zaten biçimlendirilmiş" doğası belirler. Denemenin konusu, tikel bir görüngüdür: Bir yapıt, bir yazar, bir dönem, bir durum. İşlenmiş bir görüngüdür bu; önceki yazarların, önceki kuşakların bakışlarıyla şekillenmiş, bu bakışlardan oluşan bir görüngü. Öte yandan bu tikellik, ancak daha tümel işlemlerin, çünkü kavramların aracılığıyla üretilmiştir: Tümellik yoksa, tikellik de düşünülemez. Deneme, konusunun bu kavramsal olarak dolayımlanmış niteliğinin hakkını vermek için onu taklit etmek, onun gibi davranmak zorundadır: Hem tikel nesnesini öznel biçimde deneyimleyecek hem de bu deneyimi derinleştirmek ve sergilemek için nesnel işlemleri –kavramları– seferber edecektir. Bu gerilim, denemenin var edici zorluğudur: "Sunuş ile konunun özdeş olmadığı bilinci, sunuşu amansız bir çabaya zorlar. Denemeyi sanata benzeten tek şey de budur işte." Kavram, tikelin tümele ya da genele bağımlı kılınmasıdır, bir yığın özgül görüngünün genel bir başlık altında özdeşleştirilmesi. Adorno'ya göre, en genel anlamıyla tahakkümün de yaptığı budur. Deneme, bu açıdan tıpkı sanat yapıtları gibi, özgürleştirici bir ters akıntının hizmetindedir: Genele karşı tikelin ve özdeşlik-dışının haklarını korur, bir şeyin bir an için bile olsa başka bir şey için değil de sırf kendisi için belirebileceği bir düşünsel ufkun açılmasına yönelir. Ama bu ufuk yine de düşünseldir, kavramlarla tasarlanmaktadır ve zaten denemenin aracı da her zaman kavramsal çengelleri bulunan sözcüklerdir. Adorno, bu uzlaşmaz karşıtlığın bütün gerilimini kaydeder; ama onu donmuş, kımıltısız bir karşıtlık olarak bırakmaz: Bu açıdan tıpkı ustaları Hegel ve Marx gibi, karşıtlığı işletir, işlemeye bırakır. Ve bir biçim, bir tür olarak denemenin kendisi de böyle bir diyalektiğin sözel cisimlenişidir: Genelliklerin, genelgeçer yargıların içinde rahat edemez denemeci; ama her zaman tikelden genele ilerleme gereğini de hisseder, çünkü o tikel "şey"in de o tikellik noktasında bırakıldığında inatçı bir körlükten, hatta bir yalandan başka bir şey olamayacağını seziyordur. Kitaptaki son yazı, "Kültür Eleştirisi ve Toplum", ilk yazıda öncelikle bir üslup ve biçim sorunu olarak betimlenen bu düşünme/yazma/çalışma tarzının (Adorno buna "negatif diyalektik" adını da verecektir) ahlaki temellerini ortaya koymaktadır. Düşünce ulaştığı hiç bir uğrakta huzur bulamaz: Kendine ve düşündüğü şeye ("nesneye") sadık kalmak istiyorsa eğer, vardığı sentezleri sürekli yadsımak, kendi iç çelişkilerini kurcalamak ve bu çelişkilerin işleyişinden güç almak zorundadır. Bu erken kapanmayı reddeden diyalektiğin işleyişini "aşkın eleştiri" ve "içkin eleştiri" kavramlarıyla formüllendirir Adorno. İçkin eleştiri, kültürel ve düşünsel ürünleri sadece kültür ve düşüncenin kendi kıstaslarıyla değerlendirmektir; aşkın eleştiri ise bu ürünlerin tarihsel/toplumsal belirleyicilerini araştırmak anlamına gelir. İçkin eleştiri, tek başına kaldığında, tarihin kültür üzerinde bıraktığı izleri, "yara izlerini" gözden kaçırır; üstelik içkin eleştiri olmak istiyorsa kaçırmak da zorundadır. Ama aşkın eleştiri de kültürel nesnelerin ve biçimlerin göreli özerkliğini reddederken, kültürü sahiden bağımlı kılan güçlerle (piyasa ekonomisiyle, sermaye ile ve devlet aygıtlarıyla) bilinçsiz ve bazen de bilinçli bir işbirliğine girer. Kültürün şimdiki cılız özerkliğini bile yadsırken aslında insanların gelecekteki olası bütünsel özerkliğini yadsır. Yine de hiçbir diyalektiğin vazgeçemeyeceği o bütünlük imgesini koruyan da aşkın eleştiridir. Eleştiri, ikisinde de rahat edemez; sürekli birbirine karşı kullanmak zorundadır onları. Kitaptaki öteki yazılar, bu biçimsel ve ahlaki tasaların daha somut nesneler (belirli yazarlar, edebi şekillenmeler ve metinler) üzerinde denenmesi olarak okunabilir – böyle denebilirdi, Adorno'nun kendisi bunun tersini söyleme eğiliminde olmasaydı eğer. Adorno'nun yaptığı, tam olarak Balzac'tan Hegel ve Marx'a ulaşmak değilse bile, Hegel ve Marx okumalarından elde edilmiş bir kuramsal çerçevenin Sönmüş Hayaller'e dışardan uygulanması da hiç değildir. Adorno'nun bu türden "uygulamalı" eleştirilerde açıkça telaffuz etmeden gösterdiği şey, Balzac ve Proust okurken yaşadığı estetik ve düşünsel deneyimin kendisinde zaten Hegel'e, Marx'a ve evet, Nietzsche ve Freud'a gitmek isteyen bir yön bulunduğudur. Fredric Jameson, Adorno'nun önemli bir bölümü elinizdeki kitapta toplanan edebiyat yazılarını, "Adorno külliyatının en erişilebilir kısmı" olarak tanımlamıştı. Edebi metinlerin diyalektik bir çözümlemesini ortaya koyarken sanatın toplumsal, siyasal ve zihinsel işlevleri konusunda bazı çok temel yargılar da öne sürmekten geri durmayan bu denemeler, Adorno'nun felsefi metinlerine açılan koridorlar olarak da görülebilir. |