Selim İleri, “Çengelköy Defteri”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 2001
''Şehir geri çekiliyor-ışıkları küçülüp, belirsizleşiyor-Boğaz'ın Kanal'ı kopkoyu, simsiyah...''
Temmuz'da erken kalkılmış bir sabah, Oruç Aruoba 'nın Çengelköy Defteri'ni bitirdim. O tuhaf, yabansı sonbahar ürpertisiyle. Oysa yaman sıcak bir güne başlıyorduk.
Defter, nisanda başlıyor. Beni ilk çarpan 'nisan' oldu. İki sebebi var:
İlki, nisan, oldum bittim irkiltir. İlkyaz ayıdır, ama mayıs kadar ilkyaz değildir. Nisanlarda yazlara karşı durmaya çabalayan bir direnç vardır.
İkincisi, şimdilerde aralıksız çalıştığım Hayat Sönüp Giderken... Nisan gecesinde geçiyor. Gerçi yaza direnmemiş, nisan için hayli bungun, boğucu bir gece. nisanla yatıp nisanla kalkıyorum.
Çengelköy Defteri'nde nisan çabuk geçiyor ve Oruç Aruoba kasıma kadar uzanıyor, sona eren güz.
Nedir bu defter? Bitirdikten sonra bunu düşünmeye başladım.
Yayınevinin tanıtımına bakarsak: ''bir koleksiyon içinde topladığımız felsefe kitaplarının...'' Öyleyse felsefe kitabı.
Felsefeyle sıkı bağ kurmuş bir yazarın defteri mi?
Herkesin büyük iddialarla ya tarih dekorlu sahnede cinsel ilişki romanı, ya sanat tarihi dekorlu minyatürdeki giz romanı, ya da toplumsal içeriksiz postmodern roman yazdığı böylesi çürük bir dönemde, Oruç Aruoba'nın defterinden derin bir roman tadı aldım. Asıl bunu paylaşmak istiyorum.
Yanıp sönen Beylerbeyi Çakarı'nın ardı sıra yazarla birlikte yola çıkıyoruz. Öyle uzun, sarp bir yol değil görünüşte. Kentin içinde gidip gelişler. Yazı masasında üç beş satır için didinmeler. Vapur. Süleymaniye Camii'nin sırları. Mevsimler... Buna benzer sayısız ayrıntı. Hepsi o kadar yalın ki. Yalınlık, Çengelköy Defteri'ne, okundukça artan bir acı veriyor.
Söze dökülmemiş acı da diyebilirim.
Zaman zaman Beylerbeyi Çakarı'nın yanıp sönüşleri, yanmayıp sönmeyişleri bir saplantı olup çıkıyor. Zaman zaman haiku'lar koşuşup duruyor defterde:
''Yaz sarmaşığı
çıkıp dolanmış işte
mezartaşına''
Dümdüz görünen yaşamanın ortasında, kişinin sonsuz bekleyişi, yaşamak denen serüveni anlamlı kılmak çabası...
1999'un nisanında başlayıp, iki kasım ayı yaşayarak, 2000'in kasımında biten –belki de yarım kalan– defter, yazıldığı dönemin bütün sorunlarını, hiçbir ünleme baş vurmaksızın, sessiz sedasız dile getiriyor:
Yazının çizinin iyice geriye itildiği, ekinsel birikimin hiçe indirgendiği ortamda, hâlâ ve dikbaşlılıkla, yazıya çiziye, kitaplara, Sinan'a, Le Corbusier'ye sığınan ezgin bir anlatıcı. Çünkü başka çare kalmamıştır. Anlatıcının saplantılı, tuhaf merakları, boğulup durduğumuz girdapta kişisel direnişlerdir herhalde.
Yirmi yıl önce, Feyyaz Kayacan'ın Çocuktaki Bahçe adlı romanını, şaşırtıcı dil ve anlatım inceliklerine vurularak okumuştum. Hiç değilse, edebiyatseverlerin Çocuktaki Bahçe'ye ilgi göstereceğini sanıyordum. Çıt çıkmadı. Çocuktaki Bahçe sessizce yitti.