ISBN13 978-975-342-207-9
13,5x21,5 cm, 280 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Edebiyat Yazıları, 2004
Sahicilik Jargonu, 2012
Ahlak Felsefesinin Sorunları, 2012
Teori ve Pratik Üzerine, 2013
Negatif Diyalektik, 2016
Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri, 2020
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Sunuş, s. 13-17

Burada dostuma bazı parçalarını sunabildiğim kederli bilim, en eski çağlardan beri felsefenin asıl alanı olarak görülmüş ama onun yönteme dönüşmesiyle birlikte düşünsel ihmale, veciz keyfiliklere ve sonunda unutuluşa terk edilmiş bir bölgeyle ilişkilidir: Doğru yaşam öğretisi. Felsefecilerin bir zamanlar yaşam olarak bildikleri şey, önce özel yaşamın, sonra da sadece tüketimin alanı haline gelmiştir: Maddi üretim sürecinin bir eklentisi olarak onun peşinden sürüklenip giden, özerklikten veya kendine ait bir tözden yoksun bir eklenti. Yaşamın en dolaysız hakikatini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış biçimini incelemek, bireysel varoluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleri araştırmak zorundadır. Dolaysız olandan dolaysız biçimde söz etmek, yarattıkları kuklaları geçip gitmiş tutkuların ucuz mücevher benzeri taklitleriyle süsleyen o romancılar gibi davranmak olur. Bir makinenin parçalarından başka bir şey olmayan insanlar, böyle romanlarda, hâlâ özne olarak davranma kapasitesine sahip kişiler gibi sunulmaktadır bize – sanki hâlâ onların eylemine bağlı olan bir şey varmış gibi. Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür.

Yaşamla üretim arasındaki –ilkini ikincinin anlık bir görünüşüne indirgeyen– bu ilişki tümüyle saçmadır. Araçlarla amaçlar yer değiştirmiştir. Ancak, bu ahmak quid pro quo'nun [bir şeye karşılık bir başka şey; alışveriş] farkında olan cılız bir sezgi de henüz yaşamdan büsbütün silinmiş değildir. İndirgenmiş ve alçaltılmış öz, kendisini bir yüzeye dönüştüren büyüye karşı inatla direnmektedir. Üretim ilişkilerindeki değişmenin kendisi de, büyük ölçüde, sadece üretimin yansıma biçimi ve gerçek yaşamın karikatürü olan "tüketim alanında" olup bitenlere, demek insanların bilincinde ve bilinçdışında meydana gelen değişmelere bağlıdır. İnsanlar, ancak üretime karşı durarak, bu düzenin içinde büsbütün erimeyi reddederek insana daha yakışan bir dünyanın doğmasını sağlayabilirler. Tüketim alanının kendi kötü amaçları için savunduğu yaşam görünüşü de tümüyle silinecek olursa, mutlak üretim bütün vahşetiyle egemen olur.

Yine de, yaşam görünüşe dönüştüğü ölçüde, özneden yola çıkan bir düşünüş de yanlışlardan kurtulamayacaktır. Tarihsel devinimin bugünkü evresinde kazandığı karşı konulmaz nesnellik şimdilik sadece öznenin çözülmesine yol açtığı ve onun yerini de henüz bir yenisi almadığı için, bireysel deneyim şu anda eski özneye dayanmak zorunda kalmaktadır. Tarihsel olarak bitmiş, mahkûm olmuştur bu eski özne: Hâlâ kendi-içindir, ama artık kendinde değildir.(1) Özne hâlâ kendi özerkliğinden emindir, ama toplama kamplarının özneye açıkça gösterdiği hiçleşme şimdi öznellik biçiminin kendisini de etkisi altına almaya başlamıştır. Öznel düşünüşte, kendine karşı eleştirel bir uyanıklık geliştirdiği anlarda bile, duygusal ve çağdışı bir yön vardır: Dünyanın seyriyle ilgili bir yakınmayı andırıyordur – reddedilmesi gereken bir yakınma, ama samimi olmadığı için değil, yakınan öznenin bu yakınma halinde tutulup kalması ve böylece dünyanın seyrine kendi payıyla katılması tehlikesine yol açtığı için. Kişinin kendi bilinç durumuna ve deneyimine sadakati, bireyseli aşan ve yapılmış olduğu maddenin adını koyan o sezişi inkâr ettiği ölçüde, her an sadakatsizliğe dönüşme olasılığıyla yüklüdür.

İşte, yöntemi Minima Moralia'nınkini de belirlemiş olan Hegel de her düzeydeki öznelliğin sırf kendi-için-varoluşuna karşı geliştiriyordu savlarını. Yalıtılmış her şeyden nefret eden diyalektik teori, aforizmayı da düpedüz benimseyemez. En fazla, Tinin Fenomenolojisi'nin önsözünden alınma bir deyimle, birer "söyleşi" olarak hoş görebilir böyle özdeyişsel biçimleri. Ama bunun zamanı geçmiştir. Yine de, bu kitap ne sistemin dışarda hiçbir şeyin kalmasına izin veremeyen bütünsellik iddiasını unutacaktır, ne de yine sistemin kendisinin bu iddiayı çelmelediğini. Hegel, başka her durumda tutkuyla savunduğu ilkeye özneyle ilişkisinde hiç saygı göstermemiştir: Konunun içinde olmak ve "hep ötesinde olmamak", "konunun içkin içeriğine nüfuz etmek." Eğer bugün özne kayboluyorsa, aforizmalar da "uçucu ve geçici olandaki özsel ve zorunlu olanı görme" görevini üstlenmek durumundadırlar. Hegel'in pratiğine karşı ama düşüncesine uygun olarak, negatiflik üzerinde ısrar eder aforizmalar: "Tinin yaşamı, ancak kendini mutlak parçalanmışlıkta keşfettiğinde kendi hakikatine erişir. Tin, bir şeyin boş, geçersiz ya da sahte olduğunu söyleyip başka bir şeye geçen, bir pozitif olarak negatiften yüz çeviren bir güç değildir. Tin ancak negatifin yüzüne dimdik baktığında, yuvasını orada kurduğunda bir güç haline gelir."(2)

Hegel'in kendi sezişine ters düşmek pahasına bireyi küçümseyişi, bir paradoks gibi görünse de, liberal düşünüşle zorunlu içiçeliğinden kaynaklanıyordur aslında. Bütün karşıtlıkları boyunca iç uyumunu koruyan bir bütünlük anlayışı, sürecin yöneltici uğraklarından biri olarak gördüğü bireyleşmeye, bütünün kuruluşunda yine de daha önemsiz bir rol vermeye zorlamıştır onu. Tarih-öncesinde(3) nesnel eğilimin insanları aşarak, hatta bireysel nitelikleri ortadan kaldırarak kendini ortaya koymasının ve genelle tikel arasındaki barışın –düşüncede kurgulandığı halde– tarihte şimdiye değin hiçbir zaman gerçekleşmeyişinin bilinci Hegel'de bir çarpılmaya uğrar: Huzurlu bir aldırışsızlıkla bir kez daha tikelin tasfiyesi lehinde kullanıyordur oyunu. Yapıtının hiçbir noktasında bütünün önceliğine kuşkuyla yaklaşmaz. Hegel'in mantığında olduğu gibi tarihte de kendi üzerinde düşünen yalıtılmışlıktan yüceltilmiş bütüne geçişin tartışmalı niteliği ne kadar artarsa, varolanın meşrulaştırılması olarak felsefe de nesnel eğilimin zafer alayına o kadar büyük bir şevkle katılır. Bireyleşme denen toplumsal ilkenin sonunda yazgısallığın zaferine dönüşmesi de felsefeye bu açıdan yeterli vesile sunuyordur. Hegel, hem burjuva toplumunu hem de onun temel kategorisi olan bireyi hipostazlaştırırken,(4) ikisi arasındaki diyalektiği yeterince çalıştırmamıştır. Bütünlüğün kendini üretmek ve yeniden-üretmek için tam da üyelerinin birbirine karşıt çıkarları arasındaki bağlantıları kullandığını klasik iktisatın yardımıyla görebilmektedir elbet. Ama birey kategorisinin kendisi, Hegel için çoğu zaman indirgenmez bir veridir: Tam da bilgi teorisinde çözdüğü, ayrıştırdığı şey. Oysa bireyci bir toplumda geçerli olan, genelin kendini tikellerin karşılıklı etkileşimi aracılığıyla gerçekleştirmesinden ibaret değildir; birey de özünde toplumdan yapılmıştır.

Bu yüzden, toplumsal analizin bireysel deneyimden öğreneceği çok şey vardır, Hegel'in teslim ettiğiyle karşılaştırılamayacak kadar çok; öte yandan, büyük tarihsel kategoriler de, işlenmesine yardımcı oldukları onca suçtan sonra, sahtekârlık şaibesinden muaf sayılamazlar artık. Hegel'in felsefesinin şekillenmesinden bu yana geçen yüz elli yıl içinde, karşı çıkış gücünün bir kısmı yeniden bireye geçmiştir. Bireyin deneyim zenginliği, iç farklılaşması ve canlılığı, Hegel'de karşılaştığı o ataerkil ve küçümseyici ilgiye sığamayacak kadar büyüktür bugün: Toplumun toplumsallaşması bireyi ne kadar zayıflatmış ve temellerini çürütmüşse bu zenginlik ve canlılık da o kadar artmıştır. Bireyin çürüme dönemindeki öz-deneyimi ve karşılaştıkları, bir kez daha bilginin kaynaklarından biridir şimdi – o birey ki, hiç tınmadan kendini pozitif bir biçimde egemen kategori olarak kurguladığı bütün bir dönem boyunca bu bilgiyi sadece karartmak ve bulandırmakla kalmıştı. Farklılığın silinmesinin başlı başına bir amaç ilan edildiği bu totaliter korolar döneminde, kurtuluşun toplumsal gücünün bile bir kısmı geçici olarak bireysel alana çekilmiş olabilir. Eğer eleştirel teori orada oyalanıyorsa, sadece suçlu bir vicdanla yapmıyordur bunu.

Ama böyle bir denemenin tartışmalı bir yönü olduğunu da inkâr edemem. Bu kitabın büyük kısmı savaş sırasında, düşünmenin zorunlu olarak düşüncelere dalmak ve seyretmek anlamına geldiği bir dönemde yazılmıştı. Beni kovan şiddet, böylece kendisini tam olarak anlamamı da engellemiş oluyordu. Sözü edilemeyecek kadar korkunç kolektif olaylar karşısında bireysel konulardan hâlâ söz açabilmenin de bir suç ortaklığı içerdiğini kendime itiraf edememiştim henüz.

Üç bölümde de çıkış noktası en dar haliyle özel alandır: Göçmen aydının özel alanı. Buradan toplumsal ve antropolojik boyutları daha belirgin olan düşüncelere geçilir; bunlar, psikoloji, estetik ve özneyle ilişkisi içinde bilimle ilgilidir. Her bölümün sonundaki aforizmalar da, bu düşünceleri felsefeye doğru geliştirir, kesin ve kapsayıcı olma iddiası taşımadan: Hepsinin amacı, kurcalanması gereken bazı noktaları belirtmek veya daha sonraki bir zorlu düşünme çabası için küçük modeller sunmaktır.

Bu kitabın yazılmasının dolaysız vesilesi, Max Horkheimer'in 14 Şubat 1945'te kutlanan ellinci yaş günüydü. Kompozisyon, dış koşullar nedeniyle ortak çalışmalarımıza ara vermek zorunda kaldığımız bir dönemde yapıldı. Şükran ve sadakati, bu kesintiyi yok sayarak göstermeyi amaçlıyor kitap. Bir iç diyaloga tanıklık ediyor: Hiçbir düşünce yok ki burada, onu kâğıda geçirmeye vakit bulmuş adam kadar Horkheimer'e de ait olmasın.

Minima Moralia'nın özgül yaklaşımı, paylaştığımız felsefenin kimi yönlerini öznel deneyim açısından sunma çabası, parçaların, parçası oldukları felsefenin taleplerini tam olarak yerine getirmemelerini de zorunlu kılıyor. Biçimin bağlayıcı olmayan ve bağlantısız niteliği, belirtik teorik tutarlılığın reddedilmesi, bunun bir ifadesidir. Aynı zamanda, bu azla yetiniş, ancak iki kişi tarafından gerçekleştirilebilecek bir işin sadece biri tarafından inatla sürdürülmesinin doğurduğu haksızlığı da bir ölçüde hafifletebilecektir belki. Öte yandan, bu ortak çabadan bugün de vazgeçmiş değiliz.

Notlar


(1) "Kendinde" (veya "kendinde-olmak") ve "kendi-için" (veya "kendi-için-olmak"). Hegel bu terimleri çoğu zaman bir karşıtlık ilişkisi içinde kullanmıştır. Bir şey, başka şeylerle veya kendisiyle ilişkilerinden bağımsız olarak alındığında "kendinde-şey"dir. Bu durumda, belirlenmiş bir niteliği de yoktur; en fazla, henüz ilişkiler içinde gerçekleşmemiş olan gizil bir niteliği veya nitelikleri olabilir. "Kendi-için-olmak", fiilen veya zihinsel olarak bir ilişkiler dünyasına adım atmakla gerçekleşir. Bu ilişkiler bir sınırlanma veya belirlenme de getirir. Örneğin bir insanın manav olması, manav olmayan başkalarının bulunmasına bağlıdır; herkes manav olsaydı hiç kimse manav olarak belirlenmiş olmazdı. Bu, manavlığın bir meslek olarak başkaları tarafından tanınması demektir. Ama daha önemlisi, kişinin kendini (başkalarına oranla) manav olarak tanıması, kendi-için de manav olması, manavlık gizilgücünü gerçekleştirmesi demektir. "Kendinde" ve "kendi-için" karşıtlığı böylece "gizil-gerçekleş-miş", "örtük-belirtik" ve "bilinçsiz-bilinçli" gibi karşıtlıklarla da örtüşür. Hegel'de "kendinde-şey", mantıksal ve kronolojik açıdan temeldir ve "kendi-için-şey"den önce gelir. Oysa burada Adorno bir tersyüz olma durumuna işaret etmektedir: Özne (ve içerdiği özgürlük deneyimi) hâlâ kendi-içindir, kendini bir özne saymaktadır (sanmaktadır), ama bu özneliğin gerçekleşmesini sağlayan temeli (nitelikleri) çoktan yitirmiştir. Yukarı
(2) Phänomenologie des Geistes, Werke 3, Frankfurt 1970: 52 ve 36. Yukarı
(3) Adorno, "tarih-öncesi" kavramını Marx'taki anlamıyla kullanır. Buna göre tarih-öncesi, yazılı tarihten önceki zamanları değil, insanlığın henüz "zorunluluk alanından özgürlük alanına" geçmediği komünizm-öncesi bütün çağları belirtir. Yukarı
(4) Hipostazlaştırma: Yunanca hypostasis sözcüğü, dayanak veya temel anlamına gelir. Felsefede de yine temel veya töz anlamında kullanılmıştır: Kendisine oranla her şeyin ikincil veya türevsel olduğu bir mutlak dayanak. Adorno, sözcüğün fiil haline olumsuz bir anlam yükler: Hipostazlaştırma (a) göreli ya da ilişkisel olan şeyin mutlaklaştırılması ve (b) belli bir süreç içinde sadece bir an ya da bir boyut olan şeyin süreçten koparılarak hareketsizleştirilmesidir. Yukarı

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X