Eran Sabaner, "Nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz? Judith Butler Üzerine", avlaremoz.com, 19 Kasım 2025
Judith Butler, pandemi döneminde yazdığı ve Türkçe çevirisi geçtiğimiz sene Metis’ten yayımlanan Ne Menem Bir Dünya Bu? adlı kitabının son sayfasında, insan bedeninin gözenekli dokusundan bahseder. Gözeneklerimiz, dünyayla kurduğumuz ilişkiyi anlamak için güçlü bir metafordur; yaşadığımız dünyaya ne tamamen kapalıyızdır ne de bütünüyle açığızdır. Bedenimizin geçirgenliği ise bizi hayata bağlar: “Gözenekli beden ne salt sınır ne de açıklıktır; ikisi arasında karmaşık bir uzlaşmadır… Birbirimiz olmadan, bir başkasının gözeneklerinde kendimizi bulmadan ya da bir başkasını içimize almadan gerçekten yaşayamayız. Çünkü yaşadığımız yer orasıdır, sınırlı benliğimiz ve onun kibirlerinin dışında, dünyaya dönük bir açıklık olarak.”1 Bu yazıya Butler’ın pek de bilinmeyen bir kitabının son sözünden bir alıntıyla başlamak ne kadar doğru bilmiyorum ama bahsi geçen meselenin, yani insan bedeninin geçirgenliği ve dünya ile olan ilişkisinin, veya bir başka deyişle karşılıklı bağlı olma hâlinin, Butler’ın otuz küsur senelik akademik kariyerinin merkezinde olduğunu düşünüyorum.
Kendisini çoğumuz Cinsiyet Belası metniyle tanıyoruz. Eğer feminizm, kültür çalışmaları veya queer teori alanlarında çalışıyorsanız ya da bu alanlara ilginiz varsa yüksek ihtimalle metni okumuşsunuzdur. Okumadıysanız da büyük ihtimalle kütüphanenizde yer alıyordur, sadece dili gözünüzü korkutmuştur. Cinsiyet Belası kitabında Butler, dil bilimci J. L. Austin’den ödünç aldığı edimsellik fikrini toplumsal cinsiyet bağlamında inceler ve ana akım literatüre kazandırır. Butler’a göre toplumsal cinsiyet edimseldir; yani kendiliğinden var olmaz, sürekli ve değişken bir biçimde inşa edilir. Toplumsal cinsiyetin ve daha geniş ölçekte kimliğin esnemez ve sabit yapısını sorgulayan bu fikir, çok kısa sürede bir devrim yarattı. Sanıyorum ki bu kadar temel bir fikrin günümüzde akademik kuramdan çıkıp uluslararası politikanın merkezine oturacağını Butler bile öngöremezdi; öyle ki Kim Korkar Toplumsal Cinsiyetten? isimli son kitabında bu durumu detaylıca masaya yatırdı.
Cinsiyet Belası da bir nevi cinsiyetin geçirgenliğini esas alır. Toplumsal cinsiyetin ifade biçimi bireyseldir; ancak etrafındakilerden bağımsız düşünülemez. Yer aldığı dünyaya bağlı veya dünyaya karşı bir biçimde şekil alır. Bireyin ötekiyle olan ilişkisi, Butler’ın daha sonraki dönemlerde yazdığı metinleri anlamak için önemli bir rol oynuyor. Mesela Türkçeye çevrilmemiş olan Parting Ways isimli kitap, solcu Yahudi geleneğini temel alarak devlet şiddeti, yerinden edilme ve mülksüzleştirmeye dair eleştirilerin izinden gider; İsrail’in devlet şiddetine dair eleştirilerin Yahudi bir perspektif üzerinden yapılabileceğini vurgular. Butler’a göre ötekiyle yaşama meselesi, Yahudi diaspora kimliğinin etik yapı taşıdır; sosyal eşitliğe ve adalete bağlılık, Yahudi seküler, sosyalist ve dini geleneklerin parçasıdır.
Parting Ways 2012 yılında yayımlandı; ancak aradan geçen 13 yıl içinde herhalde hiç olmadığı kadar güncel. Siyonizm eleştirisinin ve antisemitizmin aşırı sağ tarafından birleştirildiği, siyonizmin Yahudilik ile eş görüldüğü günümüz ortamında birlikte yaşamanın değerini vurgulayan, hatta birlikte yaşamanın Yahudi bir değer olduğunu iddia eden bir metin, benim de Yahudi kimliğimi özümsememde değerli bir rol oynadı. Butler, kitabın her bir bölümünde bir başka Yahudi düşünürün bireyin ötekiyle olan ilişkisi hakkında yazdıklarını aktarır. Butler’ın da belirttiği üzere, kitapta bahsi geçen her Yahudi düşünür anti-siyonist değildi. Mesela Emmanuel Levinas için bu sıfat kesin olarak uygun değilken, konu Hannah Arendt, Martin Buber veya Primo Levi gibi, İsrail devletinin kuruluş yıllarında olabilecek tehlikeleri görmüş ve dile getirmiş tarihi figürler olunca durum daha karışık. Ele aldığı öznelerden bağımsız olarak Butler’ın kitap boyunca paylaştığı görüş çok nettir: İsrailli Yahudiler, kendileriyle eşit haklara sahip olan Filistinlilerle tek, seküler bir devlette yaşamalıdır.
2000’li yıllar, Butler’ın toplumsal cinsiyet çalışmalarından tam anlamıyla uzaklaşmadan günümüz politik meselelerini daha kapsamlı bir biçimde irdelediği döneme işaret ediyor. Ele aldığı konular arasında kırılganlık, “yas tutulabilirlik”, mülksüzleşme ve şiddetsizliğin gücü var. Bu dönemde projeden projeye değişse de Butler’ın dili de sadeleşiyor; fikirleri teorinin sınırlarını aşıp daha somut mücadeleleri merkezine alınca metinlerinin daha büyük bir kitleye ulaştığını gözlemliyoruz. Girişte belirttiğim üzere Ne Menem Bir Dünya Bu?, Covid krizini fenomenoloji üzerinden inceler. Butler’ın kitap boyunca cevaplamaya çalıştığı temel sorular vardır: Dünyayı yaşanabilir kılan şeyler ne? Bir dünyanın yaşanabilir olmasını ne belirler? Nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz? Butler için son sorunun cevabı, tüm canlıların yaşam haklarının garantiye alındığı, yaşamayı arzulayanların isteklerinin yerine getirildiği bir dünyada biter. Kitap sadece pandemiye değinmez; iklim krizinden kapitalizme, günümüz toplumunu tehlike altında tutan bütün olayları birbiriyle ilişkilendirir. Bu çerçeve, Butler’ın siyasi görüşlerinde de önemli bir rol oynuyor.
Geçtiğimiz kış Butler, The Guardian gazetesinde Donald Trump’ın zulmü üzerine bir yazı kaleme aldı. Göreve başladıktan kısa bir süre içinde göçmenleri sınır dışı eden, trans karşıtı icra emirleri yayımlayan ve DEI (Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık) programlarını kaldıran hükümetin sadist bir çılgınlığa aracı olduğunu söyledi ve buna karşı çıkmanın yollarından bahsetti. Yazının yayımlanmasından kısa bir süre sonra Butler’ı Londra Southbank Centre’da dinleme şansı elde ettim. Etkinliğin moderatörlüğünü Novara Media’dan takip ettiğim ve bu sene yayımlanan Minority Rule isimli kitabını herkese tavsiye edeceğim Ash Sarkar yaptı. Etkinlik, trans karşıtı radikal grupların bölücü protestolarına rağmen son derece verimli geçti; Sarkar sonlara doğru katılımcıların daha önceden yolladığı soruları iletti. Hiç beklemediğim bir şekilde son soru bana aitti! 2700 kişilik bir salonda ismimin (yanlış da olsa) okunması herhalde benim 15 dakikalık ünüm olacak.
Sorumda, The Guardian yazısı üzerinden Trump hükümetinin sosyal medya paylaşımlarından bahsettim. Butler’ın yazısından kısa bir süre sonra Trump, sosyal medyada iki tane son derece rahatsız edici içerik paylaşmıştı. Birincisi göçmenlerin yakalanmasında kullanılan zincirlerin “terapötik” bir ses çıkardığına dair bir gönderiydi; ikincisi de Trump’ın AI ile yaptığı “Trump Gazze” videosuydu. Butler cevabında, sosyal medyayı etkili kullanabilecek büyük bir insan ağına ihtiyacımız olduğunu vurgularken, sadece dehşete düşmememiz gerektiğini söyledi ve durumdan en çok etkilenen gruplar için dayanışma yöntemleri geliştirmemizi şart koştu. Konuşmayı, fikirlerini beyan etme haklarını kullanan öğrencilerin tutuklanmalarından bahsederek bitirdi.
Southbank etkinliğinden hemen birkaç ay sonra, Butler’ın çalıştığı kurum olan Berkeley Üniversitesi, Trump hükümetine antisemitik hadiseler ile ilgili soruşturmalarda ismi geçen 160 öğrenci, çalışan ve öğretim görevlisinin ismini paylaştı. Listede Butler da vardı. Yahudi olan (!), özellikle çocukluk ve ergenlik döneminde dini metinleri sıkıca çalışmış, akademik kariyerinde Yahudi düşünürleri devamlı olarak kaynak olarak kullanmış ve Yahudi kimliğini benimsemeye devam eden bir akademisyenin antisemitik olarak suçlanması oldukça gülünç; ama bir yandan da kendi üniversite yıllarımdan beri takip ettiğim biriyle aynı çizgide durduğumu bilmek bana gurur veriyor. Bu yazıyı yazarken, yıllar içinde değer yargılarımı belirlerken Butler’ın rolünün ne kadar önemli olduğunu fark ettim. Ötekiyle olan ilişkimi sorguladığımda veya nasıl bir dünyada yaşamak istediğimi düşündüğümde Butler’ın önerilerini her zaman bir pusula olarak gördüm, görmeye de devam edeceğim.