Tuğçe Isıyel, "Ölümlerden ölüm beğenmek", K24, 23 Ekim 2025
Bu hafta “ölümlerden ölüm beğen” haftası oldu desem yalan olmaz. Böyle yazınca cümle fazla cüretkâr oldu, farkındayım. Zira insan ölümlerden nasıl ölüm beğenir ki? Ancak okuduğum iki kitap bana tam da böyle düşündürdü.
Soru şu; birini içeride öldürmek mi? Birinin dışarıdaki ölümü mü?
Son yedi gündür haşır neşir olduğum iki kitaptan bahsedeceğim. Vigdis Hjorth’un Annem Öldü mü kitabıyla (hayır, cümlenin sonunda soru işareti yok) Georgi Gospodinov’un Bahçıvan ve Ölüm kitabı.
İkisi de yeni çıktı, ikisi de kayıpla ilgili ve evet, ikisi de otobiyografik. Otobiyografik demişken, Gospodinov’un kitabın kapağını açar açmaz okurunu nasıl selamladığına bakalım ve otobiyografik mi, kurmaca mı tartışmasını mümkünse sonsuza dek kapatalım.
"Bir hikâye, yaşanmış ve kişisel olsa bile, bir kez dilden geçince, kelimelere bürününce artık bize ait olmaktan çıkar; o artık gerçeklik kadar kurmacanın da düzenine aittir."
Her ne kadar iki yazar da ebeveyn ölümünden söz ediyor olsalar da, iki kitabın duygusu birbirinden tamamen farklı. Bu farklılık bence coğrafyadan da izler taşıyor; biri Norveç’ten, diğeri Bulgaristan’dan sesleniyor bize.
Hjorth içselleştirdiği ebeveynle derdini çözmeye çalışırken ve derdini çözemezken içerideki anneyi öldürüyor; Gospodinov ise dışarıdaki babanın gayet somut ölümüyle yüzleşiyor. İkisi de anne ve babalarına dair çocukluk anılarının kapısını aralıyor.
Ebeveyn-çocuk arasındaki ilişki, yeryüzündeki en çetrefilli ilişkilerden biri olsa gerek. Bir klinik psikolog olarak bunun nedenini, niçinini uzun uzadıya yazabilirim, onlarca vaka örneği sunabilirim, ancak edebiyata başvurmak en sevdiğim yol. Vigdis Hjorth, Annem Öldü mü kitabında şöyle yazıyor: “Anne, kız çocuğunun gelecekteki kendini, kız çocuğuysa annenin kaybettiği benliğini gördüğü bir aynadır.” Bu cümleyi baba ve erkek çocuğa da uyarlayabiliriz.
Anne tarafından görülmemek, dünyayla kurulan ilişkide muhakkak bir yarık yaratacaktır. Zira anne, dünyaya gelmesine vesile olduğu canlının ilk zeminidir. Dünyayı önce annenin gözünden görür çocuk.
Bu hiyerarşik ilişkiyi Vigdis Hjorth, K24'te Eylül Görmüş’e verdiği röportajda şöyle ifade ediyor:
"O kadar eşitsiz bir iktidar ve güç dengesi var ki anne ve çocuk arasında, dokuz ay karnımızın içinde büyütüyor, doğuruyor, meme veriyoruz. Çocuk içgüdüsel olarak şunu anlıyor: ‘Bu insan bana bakmazsa ben ölürüm.’ Ve işte o noktada, ölümle yaşam arasındaki kararı verme kudretine sahip bu Tanrısal yüze hayranlıkla bakıyor. Bu biçimde kurulmuş bir ilişkideki bağımlılık ve güç dinamiği asla ortadan kaldırılamaz."
Dolayısıyla, Annem Öldü mü’de geçen şu cümle çok daha anlam kazanıyor:
“Peki ben neden anne kaybını kabullenemiyorum? Anne kaybını kabulleniyorum da annemin kız çocuğu kaybını kabullenmesini mi kabullenemiyorum acaba?”
Ya Hiç Karşılaşmasaydık isimli kitabımda yer alan “Çocukluğa İnmek” başlıklı yazımda, “yetişkinlikteki yani günceldeki anne babamızla bir sorunumuz olsun olmasın, çocukluğumuzdan itibaren içselleştirdiğimiz anne babalarımızla genellikle sorunumuz olabiliyor” diye yazmıştım. Çünkü çocukluğumuzun anne babası hep başka insanlarmış gibi geliyor.
Hjorth bu düşüncemi destekliyor. “Çocuğun çocukluktaki anne deneyiminin değişmesi beklenemez.” Ve ekliyor: “Sadece düzenli görüşülen bir annenin çocukluktaki imajı değişebilir (…) annesiyle düzenli iletişimi olan ve onunla geçmişi konuşan kişi, geçmişin yeniden yaratılmasına yardımcı olur ve ortaklaşa bir tarih oluşturulur.”
Gerçekten öyle midir?
Çocukluktaki ebeveyn figürünü çok kolay bir şekilde içselleştiririz. Zira hayata, varolus¸a, kendimize, ötekilere ilis¸kin olumlu-olumsuz ilk temsiller, ilk imajlar çocuklukta olus¸ur. Bunların önemli bir kısmı ilk nesnelerimiz olan ebeveynimizden aktarılır bizlere. Önce onların gözlükleriyle görmeye çalıs¸ırız kendimizi, hayatı, olup biteni. Eğer o gözlük camları kirliyse, kırıksa ya da numaraları ilerlemis¸se, bizim gözlerimiz de ona göre biçimlenir. Artık o gözlükleri kullanmıyor olsak bile, onları kullandıgˆımız zamanlarda biçimlenen gözlerle bakmaya devam ederiz hayata. Bu bakışın bulanıklığını temizleyebilmek için ise kendimizi ebeveynimizden sağlıklı bir şekilde ayrıştırmayı başarabilmemiz gerekiyor. Ancak sağlıklı bir ayrışmayla kendimize ait bir bakışın varlığı mümkün olabilir.
Vigdis Hjorth, içselleştirilen ebeveynle kişinin kendisi arasındaki muğlak sınırlara dair şu cümleleri kaleme alıyor:
"Annemi çizdiğimi sanmıştım, ama kendimi çizmişim, annemi çalıştığımı düşünmüştüm, ama kendimi çalışmışım. Kalemlerimle anneme, onun dünyasına yakınlaşmak yerine sadece kendi dünyama mı yakınlaşmışım?"
İçselleştiren ebeveynden ayrılmak her zaman kolay değildir, çünkü içselleştirilenin bir kısmı içselleştiren kişiye aittir. Kişi bir bakıma kendisinde kabul etmediği ve ebeveynine projekte ettiği taraflarla uğraşır durur. Kendisinin dışında sorun sandığı şey, biraz da kendisine dairdir.
Elda Abrevaya, Kadınlığın Uzun ve Dolambaçlı Yolu isimli harikulade kitabında kız çocuğunun annenin hemcinsi, narsistik aynası olduğundan bahseder. Bunun da kız çocuğunu erkek çocuğa göre çok daha fazla, annenin kayıplarına, ruhsal yaralarına maruz bıraktığını söyler. Çocuğun anneye olan borcuna dikkat çeker. Bu borç, annenin çocuğa hayat vermesinin ötesinde, kadın olmaktan, benzer olmaktan geçer. Bu da kaçınılmaz olarak kızı annenin kaderine bağlar. Kız çocuğu, annenin geçmişindeki travmatik olaylardan, acılarından payını alır. Bu anlamda kızın kaderi, annesi tarafından iletilen düğümleri çözmektir. Ancak bu şekilde yetişkin bir kadın haline gelip bir çocuk doğurduğunda, iletilme riski taşıyan yasın ve melankolinin zincirini kırabilir.
Hjorth’un kahramanı bu savı destekler nitelikte. “Herkes en çok kendi acısına yakındır. Ancak benim acımın onunkiyle, onun gizli acısıyla çok derin bir bağı olduğundan şüpheleniyorum.”
Hjorth’un verdiği röportajdan yine bir bölüm alıntılamak istiyorum.
Eğer üzerine çalışmazsanız, hem utancı, hem yası hem üzüntüyü miras bırakırsınız çocuklarınıza. Bizim Norveççede bir deyişimiz vardır; ‘Annemden bana bir sorun kalmıştı, ben de onunla ne yapacağımı bilemediğimden çocuklarıma verdim’ diye.
Ve yine kitaba dönecek olursak şu cümlelere rastlıyoruz:
Annem ona miras kalan mutsuzluğunu bana da bulaştırdı. Acaba ben de mutsuzluğumu oğluma bulaştırdım mı? Ama öyle bile olsa, böyle bir şeyi ne şekilde dile getirirse getirsin onu anlayışla karşılar, ondan anlatmasını ister, meseleyi onun açısından görmek için elimden geleni yapardım.
Ve duyduğu ilk şarkının annesinin beşiğinin başında ağlaması olduğunu söylüyor.
Annem Öldü mü kitabındaki kahraman, annesiyle trajik bir sırrı paylaşıyor, ancak annenin yaşadığını inkâr etmesi, yaşadıklarıyla yüzleşme cesareti gösterememesi kızını da inkâr etmesine yol açıyor. Çünkü kızı, annenin yaşadıklarının hatırlatıcısı.
“Annem, beni, neler kaybettiğini bilmek istemediği için mi görmüyor acaba?”
Kızı ısrarla anneye ulaşmaya, onunla konuşmaya çalışıyor, ancak inkârın beton duvarına çarpıyor ve o da annenin kullandığı inkâr yöntemini kullanıp artık pes ediyor ve anneden vazgeçiyor, yani onu iç dünyasında öldürmeye çalışıyor. Çünkü annesinden alacaklı ama artık umut etmeyi bırakıyor.
“Kaçınılmaz olanı kabul etmek, sürekli umut etmekten çok daha rahatlatıcı bir şey.” Bu cümleler yine yazarın röportajından.
“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor” der Edip Cansever. Bazen kötü geçirilmiş bir çocukluktan kurtulmanın tek yolu ebeveynlerimizi ruhsallığımızda katletmekten veya onları yok saymaktan geçebilir. Çünkü o çocukluğun içinde kuşaklardan aktarılan acılar, taşınması güç sırlar, karşılanmamış duygusal ihtiyaçlar, zorlayıcı yaşantılara dair sergilenen inkârlar ve sonuç olarak da alabildiğine yalnızlık yer alabilir.
Melanie Klein, “Başlangıçta annenin içinde olan çocuk, sonrasında anneyi kendi içine yerleştirir” der. Bir insanın içinden çıkma deneyimi, o nesneyi kendi içine katma deneyimiyle devam ediyor. Hal böyleyken, içerideki ebeveyni tam anlamıyla öldürmek ne kadar mümkün olabilir? Kitabın ana izleğini bu soru oluşturuyor:
“Annem içimde öldü ama arada sırada kıpırdandığı oluyor.”
Bir de içeride asla ölmeyen ama dışarıda da bir daha dokunamayacağımızı, sarılamayacağımızı, bakışamayacağımızı bildiğimiz kişilerin ölümleri vardır. Gospodinov’un bir kanser sonucu kaybettiği babası gibi.
“Babamın ölümüyle tek bir dünyanın değil, birkaç dünyanın yok olduğunu biliyorum.”
Bu sefer de bir baba-oğul ilişkisinin içine giriyoruz.
“Babamı kuş besler gibi besliyorum. Öğle yemeğinde üç üzüm tanesi, bu kadar. Kemikleri de kuşlarınki gibi, ince, sivri ve kırılgan…”
Bahçıvan ve Ölüm kitabını Gospodinov şöyle tarif ediyor:
"Bu kitabın kolay bir türü yok, onu kendisi icat etmeli. Tıpkı ölümün bir türü olmadığı gibi. Hayatın türü olmadığı gibi. Peki ya bahçe? Belki o başlı başına bir türdür ya da tüm diğer türleri içine alır. Bir ağıt-roman, anı-roman ya da bahçe-roman. Hüznün botaniği açısından fark etmiyor."
Gospodinov’un babası kendisini uzun yıllar bahçesine vakfetmiş biri. Bahsettiğim bir önceki romanın aksine, burada daha şefkatli, duygusal açıdan daha sağlıklı bir ilişkiyi izliyoruz. Bu sebeple de bu ölüm içimizi acıtıyor. Yazar her içimizin acıdığını hissettiğinde babasıyla ilgili bir anıyı anlatmaya başlıyor ve kendimizi gülümserken buluyoruz.
Kitabın ilk cümlesi, “Babam bahçıvandı. Şimdi bir bahçe”. Yazar, babasının bahçıvanlığıyla ölüm üzerinden bir bağlantı kuruyor. Ve bahçeyi ölüme dair harika bir metafor olarak düşünmeye başlıyoruz; onun bakış açısıyla ölümün bir son değil de bir hal olduğunun idrakine varıyoruz.
"Bahçıvanlık ve ölüm. Sanırım bahçıvanlığı temelde ölüme karşı bir duruş olarak kabul edebiliriz. Bahçeye her zaman bir şeyler gömersin ve bir süre sonra mucizenin gerçekleşmesini, filizlenmesini; yaprakları, çiçekleri ve meyveleri olan, ektiğin tohumdan farklı, yeşil ve narin bir şeye dönüşmesini beklersin; farklı olmasını ama aynı anda onu tekrarlamasını (…) Bahçıvanın ölümlülüğüne rağmen bahçe bir anlamda ölümsüzdür. Belki artık tam anlamıyla bir bahçe olmayacaktır. Bir bahçe yaratmak karmaşık manevralar, doğayla savaşlar ve ateşkesler içerir; bir yere kadar onun tarafında yer alırsın; bahşedileni, toprağı ve onun verim gücünü kullanırsın ama aynı anda onu kontrol altına alıp ehlileştirmek için ikinci bir savaş da verirsin. Bu otlar gitsin, bu çalılar kalsın, güller – evet, ama zalimce budanacak."
Bir bahçeyle uğraşmak yaşamın ve ölümün sürekli kendini hatırlatması demek; sürekli yenilenen, havayla temas eden, tohumlarını etrafa saçan, solan, çürüyen, budanan… Doğanın süreklilik ihtiyacına yanıt verdiği için iyileştirici bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Bu iyileştirici taraf kendimizle, ötekiyle ve türlü mahlukatla da güvenli bir bağ kurmayı sağlıyor. İçimizde bir ahenk yaratıyor. Bahçe, doğanın insanlaştırılmış halidir. Fakat ona baktığımızda kendimizden başka bir şey de görüyoruz. Onda insan olmayan bir şeyin, bilince sığmayan, düşünmeyen bir evrenin gizli imasını da görüyoruz.
Clarissa P. Estes, Kurtlarla Koşan Kadınlar’da bir insanın kendi doğasına daha yakın olması için bahçeyle uğraşması gerektiğini söyler. “Bu içsel bir bahçe de olabilir; çamuruyla, pisliğiyle, yeşiliyle, etrafı saran, iyi gelen ve saldıran her şeyiyle sıradan bir bahçe de. Bahçenin hayatla ve ölümle somut bir bağlantısı vardır. Bir bahçenin başına ne gelirse gelsin, ruhun başına da gelebilir; çok sulanabilir, susuz kalabilir, böceklenebilir, sıcak ya da sel basabilir, fırtına vurabilir, mucizeler görebilir, kuruyabilir, canlanabilir, nimetler verebilir, iyileştirebilir, çiçeklenebilir, cömertlik ve güzellik sunabilir.”
Gospodinov, Bahçıvan ve Ölüm’de tam da böyle bir bakış açısını acısına merhem ediyor.
"Çiçekler aslında ölülerin gizli periskopları değil midir? Acaba ölüler dünyayı toprağın altında çiçekleri saplarından mı izlerler?"
Her iki kitap da bana içimde ve dışımda ölenleri, içimden ve dışımdan kalkan cenazeleri düşündürdü. Ve ölümün somut tarafına ilk kez temas ettiğim dedemin kaybına götürdü. Ateş hep düştüğü yeri yakıyor. Dedelerin, ninelerin ve hatta evcil hayvanların kaybı sanki en az ciddiye alınan ölümlerden. Çünkü “Allah sıralı ölüm versin”, öyle değil mi? Ama bir dedenin ruhsallıkta neyi temsil ettiğini kimse bilemez; bir dede sadece bir dede olmayabilir. Kitapta beni en çok etkileyen cümlelerden biri, “Ondan telefon gelmeyen ilk doğum günüm” cümlesiydi. Bu cümlenin aynısını dedemin doğum günümü ilk kez kutlamadığı yıl söylemiştim. Çocukluğunuzun en büyük, en güzel tanığı gittiğinde, siz de mecburen büyümek zorunda kalıyorsunuz. Gospodinov ise bunu şöyle ifade ediyor: “Bizi çocuk olarak hatırlayan son kişi de gittiğinde hâlâ var olduğumuz söylenebilir mi?”
Hjorth’un bu noktada Gospodinov’a itirazı var. “Sadece kaybettiklerimiz sonsuza dek bize aittir.” Ne kadar da haklı, değil mi?