Giriş, "Mimarlığın Tarihini Yazmak, Ama Siyasal Tarihi Unutmak Gereği, s. 11-15
“Modern bilimlerde kişi ancak kendi bilgisini sürekli eleştirerek eğitilir.”
GASTON BACHELARD*
Siyasal tarihi unutmak kuşkusuz mümkün değildir. Bugünün dünyasında belki bu daha da imkânsızdır. Türkiye’de hiç mümkün değildir. Ancak tüm kültürel pratikleri siyasal tarihin egemenlik alanı içinde düşünmek ve onunla açıklamaya çalışmak epistemik ve metodolojik açıdan sorunludur. Çok ağırlıklı olarak da Türkiye’ye özgüdür. Tabii ki tüm kültürel pratikler gibi siyasal pratikler ve değişimler de bir biçimde birbirleriyle etkileşirler. Ancak hepsi birden siyasallığın, daha doğrusu siyasal iktidarın yönetimi/denetimi altında değillerdir. Yine de hepsinin üstünde tüm kültür alanına egemen olan bir siyasal güç odağı tahayyül edilebilir. O odağın Nazi Almanyası ve Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi ceberrut hale geldiği de görülür. O zaman bile mimarlıktaki oluşumları siyasal iktidarla açıklamak en azından yeterli değildir. Çünkü o dönemlerde bile mimarlıkta başat hale getirilmek istenen yaklaşımlar, hemen daima mimarlık alanında zaten düşünülmekte ve pratiği yapılmakta olan önceki ve eşzamanlı yaklaşımlarla bağlantılı olurlar. Ceberrutun onayı dışında kalanlar da ortamdan silinip gitmezler. Başat olanlar da olmayanlar da yaşamayı sürdürürler. Onları siyasal iktidarın yoktan varettiği söylenemez. Olsa olsa siyasal iktidar onları savunarak önplana taşımış ve antidemokratik savlarının ısrarıyla başka yaklaşımları yasaklamıştır. [1] Ama yasaklar her yer ve zamanda, özellikle modern dünyada çiğnenmek içindir ve çiğnenirler.
Türkiye’de böyle bir mimari-siyasal egemenlik tahayyülü kuşkusuz var. Ancak bu kitap siyasal iktidarı elde tutmanın tüm toplumsal ve kültürel alanlara da egemen olmayı sağlayacağını varsayan kimi yönelimleri tartışmıyor. Buradaki metin toplamında yalnızca böyle bir mutlak iktidarın hiçbir yerde ve hiçbir zaman mümkün olmadığı görüşünden hareket ediliyor. Ama söz konusu tahayyülü sadece bir tek alanda, mimarlık tarihi yazımı alanında ele alıyor. Amaç, gülünç Yeni Osmanlıcı ve Yeni Selçuklucu mimarlık girişimlerini tartışmak değil. Onların ardındaki historiyografik komplikasyonları ele almak ve alışılagelmiş kimi tarihsel açıklama anlatılarının dışında kalan tarihselleştirme imkânlarını soruşturmak hedefleniyor.
Türkiye’nin mimarlık tarihini yazarken çok sık karşılaşılan ve akademik literatürde bile ender olarak dışına çıkılan, hatta akademik ortamda popüler olandan bile daha güçlü biçimde egemen olan bir yaklaşım şu: Dönemlemeler yapar, değişim eşikleri belirlerken doğrudan siyasal tarihteki dönemlemelere başvurmak izleği... Hemen her çağ için gündeme geldiği söylenebilir. Örneğin, Osmanlı mimarlığının tarihini kuruluş, yükseliş, duraklama, çöküş sıra düzenine tabi kılmak hâlâ genel bir onay görmüş gibidir. Kuşkusuz “ciddi” historiyografik çalışmalar bunu bir ölçüde unutmuş gibidir. Christoph K. Neumann’ın da vurguladığı gibi, “...geçen yirmi yılda bu konudaki tartışmalar taş üstünde taş bırakmamıştır. Devam eden problem İstanbul ve devlet merkezli yükseliş-duraklama-çöküş paradigmasının yerine konulacak başka bir şeyimizin olmamasıdır.” [2] Kuşkusuz, bir paradigmanın yerine aynı kapsayıcılıkta bir yenisinin konması hiç de zorunlu değil. Fakat onu yıkmak zorunlu. Bu kitapta kısmen bu sorunsal tartışılıyor. Aşağıda kısaca özetlenecek.
Bir devletin, bir toplumsal grubun ve/veya ulusun, bir mesleki pratiğin, bir olgunun tarihini adeta bir sinüs eğrisi çizer gibi tarihselleştirmek çoktan aşınmış bir yaklaşımdır. Ama konu mimarlık olduğunda Türkiye’de başarı ve kalite yargıları bile bu çerçevede tereddütsüz biçimde hâlâ verilebilir. Sinan ile Kanuni çağını ve genelde yükseliş dönemini örtüştürmek kimseyi şaşırtmaz. Osmanlı’nın siyasal açıdan en güçlü olduğu dönemin, mimarlığın en güçlü olduğu dönemle örtüştüğü kabul edilir. Mimarlık tarihçiliğinin duayenlerinden olan Aslanapa bunu Sinan kitabının hemen başlangıcında, “Kanuni Sultan Süleyman’ın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun en parlak devrinin büyük mimarı, dünya çapında dâhi bir sanatkâr olan Sinan” şeklinde ifade eder. [3] Sinan’ı devletle ve onun “parlak devri” ile özdeşleştirir. Sayısız benzerleri yazılmıştır.
Oysa ne Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönem anlatısı gerçekçidir, ne de mimarlığın en başarılı olduğu dönem anlatısı. Her ikisi de sayısız parametreye göre irdelenebilir. Sözgelimi, siyasal sınırlardaki genişleme-daralma ve askeri başarı-başarısızlık tek parametre değildir. Hatta bir siyasal parametre bile değildir. Daha önemlisi, tarihyazımında en güçlü, en başarılı, en yüce gibi değerlendirme ölçütlerine başvurmak naif bir yaklaşımdır. Başarı ve yücelik kolayca tanımlanamayan değer yargılarıdır. Her çağ ve pratik kendisi olarak irdelenmek durumundadır. Düşsel bir önemlilikler hiyerarşisi oluşturup orada konum belirlemek anlamsızdır. Olsa olsa eksen alınan siyasal ideolojiler bağlamında anlamlıdır. Tarihçi için geçmişte vuku bulan her şey, mimarlık da dahil sadece olağandır. O olağanlıkları çerçevesinde anlaşılmayı, irdelenmeyi beklerler.
Dolayısıyla örneğin kuruluş, yükselme, duraklama, çöküş anlatıları neredeyse mimari hiçbir değişimi açıklamayı sağlamaz. 17. ve 18. yüzyılların bu Osmanlı değişim/dönüşüm modelindeki gibi duraklama dönemi olarak nitelenmesi o aralıktaki başkalaşımları, hatta gelişmeleri anlamaya imkân vermez, hatta onları görmeyi engeller. Oysa ciddi teknik değişimler, yeni morfolojiler, arkitektonikler ortaya çıkmakta, mimari kavrayış ve mimarlığı ifade etmek için kullanılan dil bile değişmektedir. Duraklayan veya gerileyen bir mimarlık ortamından söz edilemez. Duraklama söylemini ve daha pek çok siyasal tarih stereotipini unutmak gerekir.
Mimarlık tarihini siyasal tarihin (üstelik çoktan kadük olmuş bir siyasal tarihyazımının) bir yan ürünü gibi düşünmenin Türkiye’de sayısız güzergâhı var. Yukarıda sıralananlar bunların en yaygın biçimde bilinenleri. Burada onların hepsine değinme imkânı da yok. Güzergâhların ilkinden kısaca söz edildi. Altyapısı siyasal tarih için yapılmış dönemlemelere itaat olarak tanımlanabilir. İkinci bir güzergâhsa bununla bağlantılı olarak, sayısız toplumsal pratiğin siyasal iktidar odağındaki değişimlere mutlak uyum içinde düşünülmesidir. Örneğin, Osmanlı mimarlığı tarihi yazarken hükümdarın saltanat yıllarını eksen almaktır. Türkiye’de 18. yüzyılı ve Osmanlı Baroku’nu yorumlamak için bile buna başvurulabilir. [4] Oysa sözgelimi, I. Abdülhamit ile III. Mustafa saltanatları arasında belirgin bir mimari değişim olduğu söylenemez. Kaldı ki, çok zor olmasına rağmen böyle bir değişim saptanabilse bile, bunun sultanların idari/temsili kimliğiyle ve dönemin siyasal değişimleriyle doğrudan ilişkilendirilmesi neredeyse olanaksızdır. Örneğin, III. Selim’in saltanatının kapsamlı idari değişimlerle tanımlı oluşu, o yılların yapılarının morfolojisini hem Osmanlı mimarlığının kendi tarihi içinde, hem de Avrupa Baroku’yla olan ilişkilerini tartışmak için yararlı olmaz. Osmanlı Baroku’nun ve genelde mimarisinin kendi özgül tarihi içinde anlamlandırılmalıdır. Hatta Avrupa ile mimari ilişki güzergâhlarının ve imkânlarının tırmanışını dikkate almak çok daha aydınlatıcı olacaktır. Daha önemlisi, mimarlık özellikle 18. yüzyıldan başlayarak dünya genelinde uluslarüstü hale gelmektedir. [5] Kaldı ki, Batı ve Orta Avrupa’da daha 13. yüzyılda Gotik’le birlikte, henüz ulusal olarak tanımlanmasına bile başlanmamış olan mimarlık, coğrafi sınırları aşmaktadır. Finlandiya’dan İngiltere’ye, Haçlı dönemi Kıbrıs ve Filistini’ nden İspanya’ya kadar egemendir. Rönesans 15. yüzyıl İtalyası’ndan yola çıkar, tüm Avrupa’yı kapsayan bir yayılma alanı edinir. Siyasal tarihe mutlak bir bağımlılık göstermez.
Oysa, aynı siyasal bağımlılık inancı ve varettiği kronolojik-mimari düzen kavrayışı Türkiye’de Cumhuriyet dönemi mimarlığının tarihi yazılırken bile geçerli olur. Atatürk çağı, Atatürk sonrası tek parti dönemi, 1950’den başlayarak çokpartili rejim, 1960 darbesi ertesi gibi mimari dönemlemeler hemen kimseyi şaşırtmaz. Oysa örneğin, Erken Cumhuriyet döneminin ideolojik angajmanlarından çok daha etkili olmuş başka etmenler teşhis edilebilir (Bkz. 6. Bölüm: Erken Cumhuriyet Mimarlığının Tarihini Yazmak). Yine de her siyasal, yönetimsel değişimin mimarlıkta “yansıdığı” inancı aşınmaz. İdari, siyasal, ideolojik her olgunun mimarlığı tanımlayıcı olduğu savı genel kabul görmüş gibidir. Mimarlığın adeta kendisinden daha yüce, daha önemli, daha muktedir başka toplumsallık ve siyasallıkların aynası gibi çalıştığı sanılır: Mimarlık sanki asttır ve üstlerine tabidir. Üstelik, bu yansıma mitolojisi tersine de çalıştırılır. Merkezi yönetim odağı kendi ideolojik argümanlarını kullanarak dönemlerinin mimarlığını güdüleme iktidarının bulunduğuna inanabilir. Bugün bile “yerli ve milli” bir mimarlık aradığını ileri sürebilen bir yönetim dili vardır.
Bu durumun arkaplanını mimarlığın devletin bir fonksiyonu ve/veya yan ürünü olduğu fikri oluşturur. Tarihçesi geç 19. yüzyıl Osmanlısı’ ndan başlar. Tezkiretü’l-Bünyan’ın ilk baskısını hazırlayan Ahmet Cevdet’in kitaba 1897-98’de yazdığı giriş metni ilk Osmanlı sultanının güdüleyici mimari irade kullandığı gibi bir sava yer vererek bir anlamda öncü olur: “...Gazi Sultan (Osman) han-ı evvel hazretleri dahi ... [devletlerini] Bilecik, Tomanic kasabalarile nevahisinde te’sis ve bünyada bezl-i himmet buyurdukları sırada bina itdirdikleri ebniye ve emakin-i cesime gerek akvam-ı salifenin ve gerek o zamanlarda mevcud bulunan milelden hiçbirinin usul-i mi’mariyesine benzememesi nazar-ı dikkate alınırsa sultan-ı müşarileyh hazretlerinin ‘Osmanlı’ nam-ı celadetine nisbetle yad idilecek yeni bir ‘tarz-ı mi’mari’ aramakda oldukları tezahür eyler.” [6]
* Gaston Bachelard, Le Matérialisme rationnel, Presses Universitaires de France, Paris, 1953, s. 123.
Notlar
[1] Mimarlığı siyasal iktidarlarla içsel bağlantı çerçevesinde yorumlamanın en yaygın biçimi Almanya’da görülür. Kaiser, Weimar ve Nazi dönemleri şeklindeki mimari değişim sıralamasının yeni bir örneği: Winfried Nerdinger, Architektur in Deutschland im 20. Jahrhundert: Geschichte, Gesellschaft, Funktionen, C. H. Beck, Münih, 2023. Metne dön.
[2] Bunları unutma gereği için: Christoph K. Neumann, “Tereddütlü Fakat İddialı Bir Kapanış Konuşması”, Osmanlı Mimarlığının 7 Yüzyılı. “Uluslarüstü Bir Miras”, haz. Nur Akın, Afife Batur, Selçuk Batur, YEM, İstanbul, 1999, s. 24-27 ve aynı kitapta Uğur Tanyeli, “Bir Historiyografik Model Olarak Gerileme-Çöküş ve Osmanlı Mimarlığı Tarihi”, s. 43-49. Metne dön.
[3] Oktay Aslanapa, Mimar Sinan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1992, s. 1. Metne dön.
[4] Örneğin bkz. Ayda Arel, Onsekizinci Yüzyıl İstanbul Mimarisinde Batılılaşma Süreci, İTÜ Mimarlık Fak., İstanbul, 1975. Metne dön.
[5] Uluslarüstüleşme için: Uğur Tanyeli, Mimarlık Düşünmek İçin Verimli Arızalar, Fol, Ankara, 2023, s. 48-67, Bölüm B: “Mimarlığın Uluslarüstü Hale Gelişi”. Metne dön.
[6] Sa’i, Asar-ı Eslafdan Tezkiretü’l-Bünyan. Koca Mi’mar Sinanın Mükemmelen Tercüme-i Haliyle Asarı Hakkında Ma‘lumatı Havidir, haz. Ahmed Cevdet, Kütübhane-i İkdam, İstanbul, 1315/1897-98, s. 4. Metne dön.