Ali Bulunmaz, "Siyonizm’e de antisemitizme de ses yükseltmek", Bianet, 13 Ekim 2025
14 Mayıs 1948’de David Ben-Gurion, dünyaya duyurduğu “İsrail’in Bağımsızlık Deklarasyonu”nda hak ve eşitliği her şeyin önüne koymuştu. Kısa süre sonra güvenlik ve işgal, hak ve eşitliğin yerine geçirilerek Filistin baş düşman ilan edilmişti. Daha doğrusu İsrail, 1930’lardan itibaren Nazilerin “mutlak düşman” diye nitelediği Yahudilere karşı “nihai çözüm”ü hayata geçirmesine benzer şekilde eylemlere girişiyor ve Filistinlileri alt-insan (untermensch) olarak görüyor.
1967, Filistin’in işgalinde tarihî bir eşik hâline gelirken 1971’de Gazze’yi kuşatan İsrail’in toplama kampları açması bir dönüm noktası olarak nitelenebilir pekâlâ. 7 Ekim 2023’te bunlara bir yenisi eklendi; Hamas’ın saldırısı sonrası İsrail derhal yanıt verdi ve Gazze’yi işgale girişti. Haklılığını kanıtlamak için uluslararası kamuoyunu ikna etmeye çalışması bir yana, fetihçiliğe karşı çıkanları “antisemitist” diye yaftalamaktan geri durmadı. Böylece hem hakikati eğip büktü hem de Gazze Felaketi kitabının yazarı Gilbert Achcar’ın dediği gibi “Holokost belleğini kötüye kullanmaya başladı.”
İsrail’in Filistin’de giriştiği işgal ve Gazze’de ABD’nin el altından desteğiyle gerçekleştirdiği büyük yıkım, 1940’larda Nazilerin güç zehirlenmesinden doğan “her şey yapılabilir” ifadesiyle özetlenebilecek nobranlığı çağrıştırıyor. Bunu eleştirmek ve yapılanlara karşı çıkmak, antisemitizm ya da Yahudi düşmanlığı değil. Vicdanı körelmemiş herkese bir çağrı ve daha fazlasının olmaması için bir uyarı. Başka bir deyişle Filistinlilerin varoluş mücadelesine bir destek ve yok oluş çığlığını dünyaya duyurma çabası: Adalet, eşitlik ve yaşam hakkı için bir başkaldırı âdeta.
“Nihai çözüm”e maruz kalanların torunlarının Gazze’yi işgalle yok etmeye çalışması karşısında antisemitik bir tavır takınarak topyekûn bir başka düşmanlığa kapı aralayanlar bulunduğu gibi İsrail halkının önemli bir bölümünü bu şiddet dalgasının sorumlusu olarak görmeyenler de var. Meselenin en ironik ve hatta korkunç tarafı ise Gazze’yi haritadan silip yeni bir “yaşam alanı” yaratmak için ABD’ye yol vermeye çalışan İsrail yönetimi, kendisine yönelik eleştirileri “antisemitzm” diye niteleyip haklılığını ortaya koymaya uğraşıyor. İşte Judith Butler, Ariella Aïsha Azoulay, Sebastian Budgen, Leandros Fischer, Maxime Benatouil, Houria Bouteldja, Françoise Vergès, Frederic Lordon ve Naomi Klein; İsrail’in eşitlikten ve adaletten uzak politiklarını sumen altı etmek ya da görünmez hâle getirmek için bir can simidi gibi sarıldığı antisemitizm istismarına karşı ses yükseltip Gazze’deki etnik temizliğe dikkat çekiyor.
Büyük baskı dalgası
Savaş, uzlaşma, işgal ve direniş arasında salınan İsrail-Filistin sorununa dair kafa yoran, araştırmalar yapan ve öneriler sunan isimlerden biri olan Rashid Khalidi, kaleme aldığı Filistin: Yüz Yıllık Savaş’ta (Çeviren: Utku Özmakas, İletişim Yayınları, 2025) hem bir durum tespiti yapıyor hem de çözüm için atılacak hayatî bir adımdan bahsediyor: “Şayet Filistin’de halkın tamamen ortadan kaldırılması gibi bir ihtimal yoksa o zaman gerçek bir uzlaşmayı mümkün kılmak için kolonyalistlere üstünlük sağlayan düzenlemelerin yok edilmesi düşünülemez mi? İsrail, projesini sürdürürken Filistin’deki karşılaşmanın temelde kolonyalist nitelik taşıdığını ABD’lilerin çoğunun ve birçok Avrupalının görememesinin sağladığı avantajı kullandı. Bu insanlar, İsrail’i uzlaşmaz ve çoğu zaman da antisemitik Müslümanların (aralarında pek çok Hıristiyan yaşamasına rağmen Filistinliler ekseriyetle böyle niteleniyor) irrasyonel düşmanlığına hedef olmuş, en az diğerleri kadar normal bir ulus-devlet olarak görüyor. Bu bakımdan Siyonizm’in en büyük başarılarından biri, söz konusu imgenin yaygınlık kazanmasıdır; zira Siyonist projenin varlığını sürdürmesi hayatî bir önem taşır. Edward Said’in de dile getirdiği üzere Siyonizm; ‘fikirlerin, temsilin, retoriğin ve imgelerin söz konusu olduğu uluslararası arenada Filistin toprakları uğruna verilen siyasi savaşı kazanmıştır.’ Zaferini kısmen buna borçludur ve bu durum, bugün de büyük ölçüde geçerlidir. Filistinliler ve İsrailliler, bir halkın diğerini ezip tahakküm altına almak için dış desteğe başvurmadığı postkolonyal bir geleceğe adım atacaksa bu yanılgıyı ortadan kaldırmak ve çatışmanın gerçek doğasını belirgin hâle getirmek gerekir.”
Hem Antisemitizme Hem İstismarına Karşı’ya yazılarıyla katkıda bulunan isimler de Khalidi’nin belirlemesinden ve önerisinden farklı bir şey söylemiyor aslında, hatta fazlası var; sorun gerçek ve kalıcı bir barış sağlanarak çözülsün isterlerken İsrail devletinin “antisemitizm” diyerek eleştiri ve tepkileri savuşturmaya çalışmasına ve şiddeti meşrulaştırma girişimine karşı çıkıyorlar.
Mesela Judith Butler, İsrail’in uygulamalarına “devlet şiddeti” ve “soykırım savaşı” diyerek nobranlığın sınırsızlığına gönderme yapıyor. Butler, Siyonizm ile Yahudiliği eşitlemenin, İsrail devletinin giriştiği işgali eleştirmeyi olanaksız kıldığını, Siyonizm’i eleştirmenin de antisemitizm şeklinde sunulmasının sağlıklı bir tartışma zeminini ortadan kaldırdığını söylüyor. 7 Ekim öncesini de sonrasını da değerlendirirken Butler’ın bu belirlemesini dikkate almak gerekiyor. Yaşananları göz önüne aldığında yazarın ulaştığı bir başka sonuç daha var: “Filistinlilerle dayanışma mutlak biçimde gerekli ama olayın bu yönü üzerine de düşünmemiz zorunlu. Katliama karşı çıkan toplumsal hareketlerin, aydınların, sanatçıların ve özellikle de Yahudilerin seslerinin tümü, her türlü dayanışmayı ve adalet talebini yok etmeyi, aynı zamanda her türlü bağlamsallaştırma girişimini kriminalize etmeyi, bir arada yaşamanın, gelecekte olası bir ortak yaşamın koşullarının araştırılmasını daha doğmadan engellemeyi hedefleyen, Batılı devletlerin öncülük ettiği eşi görülmemiş bir baskı dalgasına maruz kalıyor.”
Kitapta öne çıkan soru(n)lardan biri, İsrail ve Filistin arasında şiddetsizliğin nasıl sağlanabileceği. Daha doğrusu, İsrail’in yıllardır sürdürdüğü devlet şiddetinin nasıl bitirilebileceği. Yazarlar, bunun kavramsal çerçevesinin çizilmesinden, diğer bir deyişle kavramların yerli yerine oturtulmasından yana: Hangi eylemin terör, hangisinin meşru müdafaa ve direniş olarak nitelenebileceği çok önemli. Aynı şekilde suç ve soykırım, hem tarihî örneklerden hem de güncel gelişmelerden hareketle dikkatle değerlendirilmeli. Ariella Aïsha Azoulay, bir suçun diğeriyle örtüldüğü veya bir suçun öbürünün önüne geçirildiği topraklarda, Filistinlilerden özür dileyerek ırk tayin etme girişiminin durdurulması gerektiğini söylüyor. Aksini yapmanın yeni suçlara, soykırımlara ve katliamlara yol açacağı uyarısında bulunuyor.
Zorluklar karşısında birleşme gerekliliği
Kitapta fikirlerini sıralayan yazarlar, İsrail’in devlet şiddetinin dünyanın dört bir yanındaki yansımalarını da aktarırken işgalin tarafı olanları, sessiz kalanları ve bunlara karşı çıkanları hatırlatıyor. Çizgi, genellikle İsrail’in eleştirilmesinin Yahudi karşıtlığına veya antisemitizme doğru bir koridor açacağı düşüncesine göre çekiliyor. Arka plandaki girift ekonomik ve kültürel ilişkiler de cabası. Oysa bu perdeler, Gazze başta olmak üzere filistin topraklarındaki can kayıplarını artırıyor ve yıkımı derinleştiriyor.
Leandros Fischer, İsrail’in devlet şiddetini eleştirenlerin “antisemitizmle itham edilmesi”nin, zamanımızda yükselişe geçen militarizmle ve tarihsel kara deliklerle bağlantılı olduğunu düşünüyor. Siyonist politikaların temelindeki ırkçılığa da tam bu nedenle ses yükseltilmediği notunu düşüyor. Maxime Benatouil ise yakın geçmiş ile günümüz arasında bağlantı kurarak Siyonizm, antisemitizm ve solun tavrı gibi meselelere dair bir belirleme yapıyor: “Gençliğin Gazze üzerinden siyasallaşmasıyla eşitlikçi Siyonizm karşıtlığı güç kazanıyor. ABD’li Yahudilerin Filistin halkına verdiği desteğin giderek radikalleşmesi, biz Avrupalı Siyonizm karşıtı Yahudileri yaygınlaşmak için hâlâ aşmamız gereken ama gitgide daha aşılmaz görünen zorluklar karşısında ‘birleşme’ye davet ediyor. Radikalleşmiş sağ gruplar ile İsrail yanlısı çıkar odakları arasındaki geçici ittifakları gün yüzüne çıkaran bu sekans, antisemitizme karşı mücadeleyi Siyonizm’den kurtarmanın ve bunu başka ırkçılık biçimlerine karşı verilen savaşla yeniden birleştirmenin aciliyetine de parmak basmayı sağlayacak. Zorunlu bir netleştirmeyi de getirecek: Siyonizm, solla ve ırkçılık karşıtlığıyla bağdaşmaz. Burada her türlü ayrımcılığa karşı mücadele sürdürdüğünü söyleyip orada, Ürdün Nehri’nden Akdeniz’e Yahudi üstünlüğü rejiminin yıkılması için mücadele etmeyi reddedenlere aramızda yer verilmemeli.”
Hakikati kurgunun önüne geçirme zorunluluğu
Antisemitizm ithamıyla karşılaşan bir başka grup ise Gazze’deki yıkımı ve işgali dünyaya duyuran, hemen her fırsatta yaşananlara karşı ses veren sanatçılar. Onlar, konunun tarihselliğini ve güncelliğini vurgulayıp İsrail’in devlet şiddetini eleştiriyor. Françoise Vergés, kültür cephesindeki bu savaşı hatırlatıyor: “Sanat ve kültür dünyasında bugün sahnelenen şey, görsel ve canlı sanatların mülksüzleştirmeye, yeraltı kaynakları için toprağın altını üstüne getirmeye, sömürüye ve yıkıma dayanan bir dünyanın lağvedilmesinde oynadıkları rolün güçlü bir şekilde dirilmesidir. Hoyrat gücü ve tahakkümü teşvik eden bir dünyada özgürleştirici neşeyi, hayalleri ve ütopyaları koruma isteğidir bu. Muhakkak ki Gazze harap oldu, müzeleri yıkıldı, talan edildi, arşivleri, üniversiteleri, kütüphaneleri viraneye çevrildi; halkı aç susuz, sürekli bombalanıyor; Batı Şeria’da İsrail ordusunun gözleri önünde ve onun ortaklığıyla evlerinden zorla çıkarılıyor, kovuluyor, yerleşimciler tarafından öldürülüyorlar. Muhakkak ki sanatçıları hedef alan dayanışmanın suç ilan edilmesi, sevginin ve dayanışmanın ifade edilmesine engel oluşturuyor. Ama bütün dünyada filmler, konserler, resim, heykel, fotoğraf sergileri, performanslar ve yerleştirmeler planlı bir yıkımın birer tanığı; (...) Aimé Césare’nin şiir için kullandığı bir ifadeyi tekrarlayacak olursam ‘mucizevi silahlar’ın gücünü gösteriyor.”
Hem Antisemitizme Hem İstismarına Karşı’da yazarlar, düşünürler ve sanatçılar dünyanın İsrail’in devlet şiddetiyle yüzleşmesi için çağrıda bulunuyor. Kötülüğü ve suçu açık açık ortaya koyarken hem kavram bulanıklığının hem de yansıtmaların üstesinden gelmeye çalışıyorlar. İşin özü Hounia Bouteldja’nın şu cümlesinde saklı: “Hakikat bugün en büyük eksikliğimiz. Neoliberal bütünlük onu yutmuş vaziyette. Hatta lağvedildiğini bile söyleyebiliriz.”
Bahsi geçen bu hakikat eksikliğini veya perdelemesini vurgulayan yazar ve aydınlar; İsrail devletinin resmî söylemine şüpheyle yaklaştığı ve Siyonizm’i eleştirmenin antisemitizm olmadığını savunduğu için hem ülkelerindeki savaş yanlılarının hem de İsrail bürokrasisinin sert tepkisiyle karşılaşmış. İşgallerin ve katliamların sonlandırılması için sorunun doğru belirlenmesi ve kalıcı çözümlerin akliselimle hayata geçirilmesi gerektiğini söyleyen yazarlar, İsrail devletine de uluslararası kamuoyuna da uyarılarda bulunmayı, hatta artık eylemde bulunmayı vicdani ve ahlaki bir sorumluluk sayıyor.