Emek Erez, "Ölüme doğru, ölümden sonra", parsomenfanzin.com, 29 Eylül 2025
Dijital çağ şartlarında yaşıyoruz bunun da etkisiyle ölüm yaşamın tam ortasında duruyor. Ölülerin sürekli ekrandan geçtiği, cep telefonu gibi aletlerle âdeta elle tutulur olduğu bir zaman bu. Ölüm bilgisiyle yaşayan bir tür için bu kadar ölümle iç içe olmanın yıkıcı olması gerekir ama sürekli karşılaşmak, belki hep korktuğu ölümü bile normalleştiriyor. Elbette tarihin başka dönemlerinde de çok fazla ölümlerin olduğu savaşlar, salgınlar mevcut. Burada söylemeye çalıştığım, dijital çağın getirisiyle başkasının ölümünün sürekli görülen, geçilen bir şeye dönüşmesi ve haliyle bunun bir süre sonra sıradanlaşması. Böyle bir zamanda yaşarken açıkçası insanın ölüm acısını bile hissedemeyecek hale gelebileceğini düşünmek beni bazen endişelendiriyor ve bu konu son dönem ara ara zihnimi yokluyor, hissizleşiyor muyuz, yeryüzünün bedeni dâhil her şeyin ölümünü seyrettiğimiz bir zamandan geriye insani olana dair ne kalacak, sorusu aklımı kurcalıyor.
İşte bu düşüncelerin ve soruların aklımdan geçtiği günlerde okudum Georgi Gospodinov’un Bahçıvan ve Ölüm kitabını. Yazar babasının ölüm sürecini ve sonrasını anlatıyor ancak metin tek başına bir yas metni değil bana kalırsa. Gospodinov, babasının hayat zamanını kendi hayatıyla, yaşadığı yerle, bahçeyle kurduğu ilişkiyle kesiştirerek anlatıya taşıyor. Ayrıca babanın hastane süreci ve ölümü Proustçu madlen etkisi diyebileceğimiz bir yöntemle anıların çağrılıp işe koşulmasıyla –fotoğraflar, bitkiler, bahçe, nesneler– okuru, parçalı bir zaman anlatısıyla buluşturuyor. Ayrıca, yazarın kendi deyimiyle babasından kalan “komik hikâyeler” hem yazarın anlatamayacak kadar acı çektiği hem de okurun yazarın acısıyla hemhâl olup kederlendiği anlarda bir nefes alanı yaratıyor. Ancak her ne kadar bu nefes anları kurtarıcı olsa da Gospodinov’un anlatıcılığının da etkisiyle içimize işleyen hüznü aşmak pek kolay olmuyor, en azından benim okumamda böyle olduğunu söyleyebilirim.
Ölüm, herkesin hikâyesi
Bunun yanında kitap kişisel bir anlatı ancak yazarın, daha kitabın başında okuru karşıladığı cümlelerde işaret ettiği gibi: “Bir hikâye, yaşanmış ve kişisel olsa bile, bir dilden geçince, kelimelere bürününce artık bize ait olmaktan çıkar, o artık gerçeklik kadar kurmacanın da düzenine aittir.” Bu cümlelerde ifade edileni karşılamaya çalışıyor Gospodinov, bu da anlatıyı herkesin hikâyesi haline getirmekte işlevsel oluyor. Çünkü babanın ölümü, Gospodinov’un kaybı kadar genel olarak sonlu bir varlık olan insan türünün ölüm karşısında tesellisiz kalışıyla baş başa bırakıyor okuru, zaten metni benim için bu kadar etkili kılan yanlardan biri bu çünkü başta bahsettiğim, “yoksa artık ölüm acısını bile hissedemeyecek hâle mi geliyoruz,” sorusu darmadağın oluyor. Elbette birinci dereceden yakının kaybıyla başkasının ölümü karşısında duyulan keder aynı değil ancak metin bizi ölüm acısıyla öyle bir yüzleştiriyor ki ister istemez yazarla özdeşlik kurup onun acısını sahipleniyor, genel anlamda ölümün yıkıcılığının bir kere daha farkına varıyoruz.
Ölümden söz etmek ne anlama gelir?
“Ölümden söz ederken aslında neden söz ederiz? Aramızdan ayrılan kişiden mi? Yoksa yokluğun kendisinden mi? O denli yok ki, her boş ânı yokluğuyla dolduruyor.” Kitabın bir yerinde bu soruları soruyor Gospodinov, o yokluğu anlamlandırma çabasıyla. Bana kalırsa ölümden söz etmek, o yeri dolmaz yokluktan söz etmek ancak bu yokluk sadece kayıpla ilişkili değil çünkü kişisel olarak “aramızdan ayrılan kişi”den bahsetsek de genel olarak ölümden söz etmek, öleceği bilgisiyle yaşayan, onu başkasının ölümüyle deneyimleyen türümüz için kendi ölümünü de hatırlamak anlamına geliyor. Ölümün kaybedilenden çok kalanlarla ilgili olmasının sebeplerinden biri bu, insanın tüm o ölüm sonrası ritüelleri de bana kalırsa bununla ilişkileniyor. Cenaze törenleri, yaşayanları bir araya getirerek hâlâ hayattayız hissini güçlendiriyor, mezar ölüye bir ev vererek ona mevcudiyet kazandırıyor, sonsuz yokluğa karşı onun bir şekilde devam ettiğinin göstergesi haline geliyor.
Bunun yanı sıra hatıralar, tıpkı mezarlar gibi, “her boş ânı yokluğuyla dolduran”ı dünyada devam ettirmenin yolunu açıyor, kişi belleğindeki anıları tekrar tekrar inşa ederek onu yaşamda sürdürüyor. Gospodinov da metinde bunu yapıyor bir bakıma, çağrılan geçmiş dünyada kendi varlığının hâlâ bir anlamı olduğuna ikna olmanın bir yöntemi olarak iş görüyor ki, yazar bahsettiğim sorulardan sonra şu cümleleri kuruyor:
“Onun bugüne kadarki varlığı, benim kendi varlığımı, çocukluğumun varlığını doğruluyordu. Öte yandan yokluğu hafızanın tüm mekanizmasını harekete geçiriyor… Kabul etmeliyiz ki bu, vefat edene yönelik bir bellek çalışması olduğu kadar, kendimize de yöneliktir, benmerkezci, bir anlamda kendimizi kurtarmaya, birinin gidişinden sonra hayatta kalışımızı anlamlandırmaya yönelik bir uğraştır.”
İşte bu nedenle ölümün en çok hayatla ve hayatta kalanla ilgili olduğunu söyleyebiliyoruz, o sonsuz yok oluşun karşısında kişinin hayattaki varlığını tekrar anlamlandırabilmesi, kendi varlığını, hâlâ dünyada oluşunu “doğrulayabilmesi” için gidenden kalanın yaşam zamanına ihtiyacı oluyor.
Hastane koridorlarında…
Modern tıbbi bakış pek çok felsefecinin sorunsallaştırdığı gibi, kişinin ölüme yaklaştığını bildiğiniz hastane süreçlerinde hem hasta hem de yakını için yaşananı daha zorlayıcı hale getirebiliyor. Soğuk hastane koridorlarına bir de Latincenin, çoğu zaman anlamadığınız tıbbi terimleri eklendiğinde, ne olduğunu tam kavrayamadığımız ama iyi şeyler olmadığını hissettiğimiz o anlar, her şeyi daha da katlanılmaz kılıyor. Gospodinov da bu deneyiminden bahsediyor ve “şimdiye kadar Latincenin ölü bir dil olduğunu bilirdim. Şimdi onun ölüm dili olduğunu biliyorum. Ölüm Latince konuşur,” diyor. Böyle bir durumda sıralanan ve hastalığı imleyen kelimeler, sizin en yakınınıza dair olumsuzluğun sıralanışıdır çoğu zaman, zaten yeterince yalnız ve çaresiz hissettiren hastane odalarının kasvetine bir de dile yabancılık eklenince çaresizlik artar. Çünkü söz edilen sizin canınızdır ve yabancı bir şeyle karşılaşılan her durumda olduğu gibi Latince tıp terimleri, olanı daha korkutucu duruma taşır. Yazarın cümleleriyle söylersek, “Her tıbbi tanım, sadece sıradan bir solunumu ya da pembe mukoza zarını tanımlayanlar bile, sizi aslında canlıların sıradan saflarından çıkarır. Dil bir kliniğe dönüşür. Ve açıklama ne kadar detaylı olursa, kişi o kadar yabancılaştırılır. O artık insan değil bir hastadır. İlk değişim burada başlar. Durumunuzun nesnel tasviri sizi aslında yavaş yavaş bir nesneye dönüştürür.”
Uygar dünyanın tıbbı için hasta değil hastalık önemlidir, insan belki eskisine göre daha hijyenik koşullarda daha az acı çekerek gider ölüme ancak bu kayba karşı duygu yokluğu, bedenin işi bitirilip gönderilecek bir nesneye indirgenmesi hem hasta hem de yakını için durumu güçleştirir. Yazar, kitabında bu durumdan da bahsetmiş ki bence önemli bir ayrıntı.
Hastalık suçluluğu
“Suçluluk duygusunun içinde nasıl büyüdüğünü hissediyorum – hasta olmanın suçluluğu, yatağa mahkûm olmanın, başkalarına zahmet vermenin, günlerini alt üst etmenin, yük olmanın suçluluğu…”
Gospodinov’un babasının hastalık sürecinden bahsederken kurduğu bu cümleler, aslında olduğundan daha büyük anlamlara geliyor. Bu bahis benim de bir anıyı çağırmama sebep oldu. Yıllar önce annemin ameliyatı nedeniyle on gün kadar hastanede kalmıştık, on gün boyunca açılınca yatağımsı bir şeye dönüşen, ayaklarımın yarısının dışarıda kaldığı tekli koltukta, başka hastalardan sizi ayıran perdelerin oluşturduğu duvarın arasında, geceleri tavandaki şekilleri bir şeylere benzeterek hikâyeler uydurup o hiç bitmeyecekmiş gibi gelen gecelerden birini atlatmaya çalışıyordum. O sırada odada bir hareketlenme oldu, gündüz boşalan yatağa bir hasta getirmişlerdi. Perdenin ardından neler olduğunu anlamaya çalışırken doktor, hastanın nesi olduğunu sordu. Bir erkek sesi âdeta geceyi yararak şu cümleyi kurdu: “Tuvalete tek başına gidemediğinden su içmeyi bıraktı.” Bahsedilen yaşlı bir kadındı, bu cümle ömür boyunca yanımda taşıyacağım, her anımsadığımda gözlerimi dolduracak bir an olarak belleğimde yerini çoktan almıştı. O kısa zaman, hastalık ve yaşlılık çaresizliğini en ayırt ettiğim zaman olabilir.
Ölmekte olduğunu bilmenin çaresizliğine eklenen “hastalık suçluluğu” Gospodinov’un anlatısında epey karşımıza çıkıyor, baba sürekli tekrarlıyor: “Ah, başınıza ne bela açtım…” Sanırım böyle bir durumda Norbert Elias’ın deyimiyle, “ölmekte olanı” ne kadar ikna etmeye çalışırsanız çalışın faydası yok çünkü bu, birey için varlığının artık sadece dert olduğunu düşündüren bir süreç. Her ne kadar yaşamı reddetmek kolay olmasa da göçüp gitme vaktinin geldiğini kederlice kabul ediş anlamına geliyor. Başkasına muhtaç bir yaşamdansa kendisine hayat veren suyu içmeyi bırakan teyzenin hikâyesinde olduğu gibi, varlığının sonluluğuna razı olmak.
Ölen geriye sadece insan mı bırakır?
İnsan ölünce geride sadece insan bırakmaz. Birlikte yaşadığı hayvanları, emek verdiği bitkileri, onun yaşamıyla var olan dostlarını da bırakır. Peki, onlara ölüm nasıl anlatılır? İnsan dilinin yetmediği yerdir burası. Gospodinov babasının ölümünden sonra onun köpeği Cako ile karşılaştığında, işte o insan dilinin anlatmaya yetmediği yerde buluyor kendini: “Köpeği her şeyini paylaştığı o çok sevdiği köpeği ayaklarıma atlıyor. Şimdi ona ne diyeceğim?” Cako elbette anlamıştır dostunun gittiğini. Hayvanlarla yaşayanlar bilirler ki onlar sizin gelişinizin de gidişinizin de farkındadırlar. Ölüm ve yas bu nedenle sadece insanla ilgili değildir, giden geride yoldaşı olan bitkiyi ve hayvanı da bırakır ki, Antropolog Barbara J. King, Hayvanlar Nasıl Yas Tutar (2019) kitabında, insan biçimli olmayacak şekilde hayvanların davranışlarını inceleyerek onların, kendi türünden veya başka türlerden kayıplar verdiklerinde kendilerine has şekillerde yas tuttuklarına işaret ediyordu. Başka türlerin yasını tutan hayvanlar, elbette onlara bakım emeği verenin kaybını bir şekilde hissediyor olabilirler, ama onlardan insani tepkiler bekleyemeyiz.
Gospodinov’un babası bahçıvan ve anlatıda bitkiler, hayvanlar epey yer ediyor. Babasının hastalığı nedeniyle artık uğraşmasını istemediği bahçe, ondan kalan yaşayan bir şeye dönüşüyor. Burada yine gidenden kalan her şeyin onun yaşamdaki varlığının kanıtı haline gelmesini ve kalana teselli olmasını görebiliyoruz çünkü “bahçıvanın ölümlülüğüne rağmen bahçe bir anlamda ölümsüzdür.” Sahibi gitse de bahçe yaşar, ağaçlar meyve vermeye devam eder, ekersin filizlenir “onlar yeniden hayata dönebilecek şekilde ölmeyi bilir” ama yine de ona emek verenin gidişi bahçeyi etkiler, insan ve doğa yoldaşlığı sanırım en çok yeşil bir bahçede kendini gösterir.
Baba meselesi
Çağdaş edebiyatta baba ile ilgili metinlerin genellikle yüzleşme metinleri olduğunu söyleyebiliriz. Sanırım bunun en bariz örnekleri, Türkçe edebiyatta Oğuz Atay’ın, dünya edebiyatında da Kafka’nın babaya mektubudur ve bu metinlerde belirgin bir çatışma vardır; içeriklerini kültürel erkeklikle, baba otoritesiyle ilişkilendirebiliriz. Gospodinov’un babasının ölümünü ve sonrasını anlattığı metninde, babaya dair çok fazla çatışma durumundan söz edemesek de elbette onun babası da kültürel erkeklikten, ataerkil kodlardan payını almış bir babadır hatta metnin ayrıntısında ailenin başka erkeklerinde de benzer kodları görüyoruz.
Yazarın babasına dair kurduğu şu cümleler bu açıdan değerlendirilebilir: “Şimdi düşünüyorum da, çocukken onun hayalindeki ideal oğul olmaktan epey uzaktım. Utangaç ve içe kapanıktım, sürekli okurdum, gizlice yazardım… Diğerleriyle hiç dövüşmedim, bir kez hariç, hem de benden daha büyük bir çocukla, sanırım bununla babamı epey şaşırtmış ve gözünde yükselmiştim.” Kültürel erkeklikle biçimlenmiş bir babanın “ideali” olmanın anlamını hissedebildiğimiz cümleler bunlar. Okumak, yazmak değil, ideal olan bu durumda diğerleriyle kavga edip buradan galip çıkmak. Metinde yer yer sezdiğimiz gibi, Gospodinov babasını kendi zamanı içinde, ataerkillikten payını almış bir insan olarak tahayyül ediyor, bu nedenle babaya dair yazılmış metinlerde sık rastladığımız sitemkâr dille çok sık karşılaşmıyoruz ki metnin ölüm ve yas odaklı olmasını da hatırlamalıyız burada.
Georgi Gospodinov’un Bahçıvan ve Ölüm kitabı, Hasine Şen Karadeniz çevirisiyle Metis Yayınları tarafından basıldı. Yazıda metnin aklıma ilk getirdikleri üzerinden ilerledim ancak başka katmanları olduğunu da söylemek sanırım hata olmaz. Benim açımdan metni önemli kılan yan en başta bahsettiğim gibi ölümün bu kadar aleni olduğu bir çağda, aslında kaybın türümüz için ne kadar önemli, tesellisiz bir hayat ânı olduğunu hatırlatması ve yüzleştirmesi oldu. Başkasının ölümü karşısında belki bu kadar derin acı duymayabiliriz ama o başkasının, birilerinin en yakını olduğu bilgisini sürekli hatırlamak önemli sanıyorum.