ISBN13 978-605-316-423-4
13x19,5 cm, 200 s.
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Kırılgan Hayat, 2005
Çatışan Feminizmler, 2008
Cinsiyet Belası, 2008
Mülksüzleşme, 2017
Şiddetsizliğin Gücü, 2022
Ne Menem Bir Dünya Bu?, 2024
Kim Korkar Toplumsal Cinsiyetten?, 2025
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Judith Butler, "Yahudilerin Devlet Şiddetine Karşı Seslerini Yükseltmesini İmkânsız Hale Getirmek", s. 9-13

7 Ekim 2023 ve onu izleyen soykırım savaşı, şiddet ve şiddetten kurtulmanın biçimleri üzerine tutarlı bir düşünce geliştirmenin aciliyetini acı bir şekilde ortaya koyuyor. Savaşın ve felaketlerin kol gezdiği bir dünyada, sadece birkaç aydır değil, İsrail devletinin kuruluşundan bu yana Filistinlilerin tekrar tekrar maruz bırakıldıkları sınırsız dehşet, gerek fiziksel gerekse ahlaki, gerek askeri-polisiye gerekse kültürel, ekonomik ya da toplumsal devlet şiddetine ilişkin tüm sorunların odak noktasını oluşturuyor; keza en basit mikro direnişlerden şiddet içermeyen hareketlere, hatta silahlı gruplara dek, devlet şiddetine maruz kalanların gündelik yaşamları içinde şiddete yanıt verme biçimlerine ilişkin tüm sorunların da odağında. Şu an içinde bulunduğumuz yıkıcı süreçte yine de düşünceye bir yer var: egemenliğin eleştirisi, bir yaşamın değeri, bir arada yaşamanın ve ötekiyle etik bir ilişkinin imkânı üzerine bir düşünceye. Kendi düşünsel güzergâhımda, Yahudi düşüncesini olduğu kadar ötesini, Filistin tarihini ve edebiyatını da kapsayan böyle bir çalışmaya girişeli yaklaşık yirmi yıl oldu: Gerek dinsel gerekse felsefi niteliğe sahip belirli bir Yahudi geleneğinin, ulus-devletin yağmacı, dışlayıcı, sömürgeci ve gasp edici mantık biçimlerini sorgulamayı gerektirdiğini savundum. Egemenlik merkezli düşüncelerin tam karşıtı olan Yahudilik durumu, vatansızların, sürgünlerin, diyasporadakilerin dünyasına ilişkin bakış açısını dile getirmeye imkân veren –dışlayıcı olmayan– bir yerdir. Çalışmamda Siyonizm-sonrası çağdaş düşüncelerin iki-ulusçuluğunun* ve diyasporacılığının, Arendt, Benjamin, Kohn, Buber, hatta Levinas gibi isimlerin düşüncelerine ve düşünmediklerine sımsıkı bağlı olduğunu göstermek istedim.

Ama yine yirmi yılı aşan bir süredir, İsrail devletinin politikalarını hedef alan tüm eleştirilere ve daha da önemlisi, bu ulus-devletin –Yahudi egemenliği, Yahudi nüfusun çoğunluğu oluşturma güvencesi ve sadece dünyanın dört bir yanından gelen Yahudilere tanınan geri dönüş hakkı gibi– mevcut temellerini konu alan tüm sorgulamalara yöneltilen bitmez tükenmez antisemitizm, Yahudi düşmanlığı suçlamaları nedeniyle, bu tartışmayı yürütmek isteyen Yahudilerin yaşadığı mahrumiyet üzerine de yazmam gerekti. Aslında, İsrail’e ya da Siyonizme yönelik her eleştirinin, kasıtlı ya da nesnel olarak bir tür antisemitizm olduğu düşüncesinin ardında, birbirine sıkıca bağlı iki varsayım var. Bir yandan, İsrail’i eleştirmenin kaçınılmaz olarak Yahudilere zarar verme niyetini gösterdiği ya da eninde sonunda Yahudilere zarar vermek isteyenleri güçlendireceği düşünülüyor. Öte yandan, İsrail’i eleştirmenin şu ya da bu biçimde Yahudilere zarar vereceği düşüncesinin nedeni, Yahudilik ile Siyonizm ya da Yahudiler ile Siyonistler arasına her zaman eşittir işaretinin konması. Bu yıkıcı bir denklem ve bize şiddet uyguluyor; çünkü diyaspora Yahudisi konumundan yola çıkarak, egemenliğin uygulanmasıyla ve dışlayıcı aidiyeti, yoksun bırakmayı ve zorla el koymayı temel alan kimlik politikalarıyla ilgili şiddet edimlerinin verimli bir eleştirisini imkânsız hale getiriyor.

Özellikle Fransa, Almanya ve ABD üniversitelerinde, ifade özgürlüğünü hedef alan ve Gazze’de işlenen suçlara ilişkin siyasal sahneye damgasını vuran saldırıları tam da bu bağlamda anlamak gerekiyor. 7 Ekim saldırısının başlattığı olaylar dizisi, sömürgeci şiddet ve kurtuluş/adalet talepleri etrafında kristalize olan tüm ayırt edici özellikleri ve meseleleri keskinleştiriyor. Filistinlilerle dayanışma mutlak biçimde gerekli ama olayın bu yönü üzerine de düşünmemiz gerek. Katliama karşı çıkan toplumsal hareketlerin, aydınların, sanatçıların ve özellikle de Yahudilerin seslerinin tümü, her türlü dayanışmayı ve adalet talebini yok etmeyi, aynı zamanda her türlü bağlamsallaştırma girişimini kriminalize etmeyi, bir arada yaşamanın, gelecekte olası bir ortak yaşamın koşullarının araştırılmasını daha doğmadan engellemeyi hedefleyen, Batılı devletlerin öncülük ettiği eşi görülmemiş bir baskı dalgasına maruz kalıyor.

Harvard’dan Sciences Po’ya:** Engellenen Demokrasi

ABD kampüslerindeki ve Avrupa, özellikle de Fransa üniversitelerindeki son seferberlik tüm dünyada dikkatle izlendi. Çok sayıda diyaspora Filistinlisinden, bu hamlenin, bu netliğin, bu büyük dayanışmanın çok teselli verici olduğunu duydum. İsrail-Filistin meselesinde “durum çok karmaşık” dendiğini sık sık duyarız. Şu anda, birçok genç için, büyük olasılıkla olaylar hiç de o kadar karmaşık değil. Gazze’yi vuran şiddet soykırımcı bir şiddet. Bu net, apaçık, buna tanıklık eden sayısız maddi kanıt ve film var, o gençler de bunu biliyor. Gençler her durumda bilgi ediniyor. Sadece, daha şimdiden yaklaşık 40 000 kişinin hayatına mal olan son korkunç bombardımanlar üzerine değil, Gazze’nin tarihi üzerine okuyor, dersler, seminerler izliyorlar. Seferber olan gençlik, Siyonizmin, Filistin’deki sömürgeleştirmenin tarihi üzerine, Filistinli mültecilerin kaderi, uyruksuzlar olarak ya da egemenliği olmayan bir siyasi-idari otoritenin uyrukları olarak yaşamları üzerine ya da İsrail’de 1948’de Filistinlilerin ikinci sınıf yurttaşlık statüsü üzerine kendi araştırmalarını yapıyor.

Üniversitelerdeki mücadelenin, aktivizmle kolektif öz-eğitimi sıkı biçimde birleştirdiğini fark etmek gerekiyor. Mücadelenin ilkelerini ve yönelimini netleştirmek için sürekli bir çalışma söz konusu: “Yahudiler Polonya’daki evlerine dönmeliler,” demenin neden kabul edilemez olduğunu kolektif biçimde açıklamak ama öte yandan Filistin’e özgürlük’ün ne anlama geldiğini de açıklığa kavuşturmak. “Yahudileri denize atmak” anlamına gelmiyor bu söz; İsrail yerleşimlerini ortadan kaldırmak, Filistinlilere kovuldukları toprağı geri verip paylaştırmak, yani zorunlu göçe tabi tutulmuş olan ve topraklarına, en azından bölgeye dönmek ya da toplu olarak maruz kaldıkları zarara yönelik telafilerden yararlanmak isteyen Filistinlilerin geri dönüş hakkını uygulamanın adil bir biçimine kafa yormak anlamına geliyor. Sömürgeleştirmeden, bombardımanlardan, işgalden, şiddet eylemlerinden, tutuklamalardan azade olmak, özgürleşmek, tamam, ama ne yapmak için özgürlük? Bu özgürlük neye benzemeli? Nasıl örgütlenmeli? Özgür bir Filistin (yoksa Filistin-İsrail mi demeli?) anlamına gelecek olan bu yeni gerçeklikte tüm Yahudiler ve Filistinliler bir arada nasıl yaşamalı? Ya da adil bir anlaşma yapmış iki devlet mi, yoksa bir arada yaşamanın federal bir biçimi mi söz konusu olacak? Çok sayıda insan şimdiden bunları düşünmeye başladı ve aptalca, nefret dolu ya da Yahudi düşmanı sloganların bir kenara bırakılıp Ortadoğu’da gerçekten daha fazla adalet, özgürlük ve eşitlik talep eden yaratıcı sloganların tüm çağrışımlarıyla devreye sokulduğu bu sokak ve üniversite seminerlerinin daha da yayılmasını dileyebiliriz.

Son olaylar dizisi, antisemitizmle Siyonizm-karşıtlığı birbirine karıştırılarak düşünce mekânlarımızın yasaklı hale getirilmesi üzerine biraz önce değindiklerimi çok açık –ve gerçekten yalın bir biçimde– gösteriyor. Üniversite rektörlerinin, kampları dağıtmakla kalmayıp fiziksel saldırıda bulunarak öğrencileri yaralayan ve toplanma, ifade ve kuşkusuz akademik özgürlüklerini riske atan polisi ne kadar rahat çağırabildiklerini birçok insanla birlikte ben de gördüm. Bazı rektörlerin emniyet güçlerini çağırmadığını vurgulamak ve bunun takdire şayan olduğunu belirtmek gerek kuşkusuz ama ABD’de olanlar olağanüstü boyutlardaydı. Fransa örneğinde, Sciences Po ya da Sorbonne gibi öğrencilerin toplandığı ya da kamp kurduğu yerlerde de benzer olguları saptamak mümkündü. Üniversitelerin bünyesinde toplanma ve işgallerle el ele giden dayanışma eylemlerinin olduğu her yere, ağır biçimde silahlanmış ve sık sık şiddet uygulayan çok sayıda polisin geldiği görülebiliyordu.

Üniversitelerin, kendi öğrencilerine karşı bu dizginsiz şiddeti haklı çıkarmak için öne sürdükleri nedenlerin çoğunun budalaca olduğunu söylemek gerek. Sık sık güvenlik savı öne çıkarıldı. Ama sormamız gerekiyor: Kimin güvenliği? Söz konusu olan kuşkusuz ne seferber olan öğrencilerin ne de geçici veya kadrolu öğretim görevlilerinin güvenliğiydi. Onların kendilerini ifade etmek, talep etmek, karşı çıkmak için yeterince güvenli bir ortamda olup olmadıklarına kimse aldırmadı. Oysa, mesele yalnızca ifade özgürlüğünü savunmak değil, üniversite jargonunda dendiği gibi, “duvarların dışında” da söz almak olduğu ölçüde, kampüsteki protesto hareketlerinin özgürlüğünü güvence altına almak bir öncelik olmalıydı.

Gerçekte işgallerin bastırılmasıyla ilgili iki mesele var: Eğitim mekânlarının, yani üniversitelerin özel mülklerinin güvenliği – bu durumda seferber olan öğrencilere kampüsteki gidiş gelişleri engelleme suçlaması yöneltiliyor. Ama bir mesele daha var: Yahudi öğrencilerin güvenliği. Bu sorunun hepsi tarafından değil bazı Yahudi öğrenciler tarafından gündeme getirildiğini belirtmek gerekiyor: Bazıları, özellikle işgallerde söylenen sözler nedeniyle kendini güvende hissetmediğini belirtti.

Yine de buna verilecek yanıt, koruma önlemlerine yol açabilecek sözlerin, insanların fiziksel bütünlüğünü doğrudan etkileyen sözler olması gerektiğidir. Oysa polis müdahalelerini haklı çıkarmak için öne sürülen savlar, daha çok rahatsız edici, incitici ya da tartışmalı olabilecek sözcükler ile diğer öğrencilere karşı fiziksel tehdit içeren sözler arasındaki muğlaklığa oynuyor. Bu iki tür sözel ifade etrafında kasıtlı olarak yaratılan belirsizlik, tam olarak da şu nedenle zararlı bir rol oynadı: “Filancanın sözleri yüzünden kendimi güvende hissetmiyorum” öncülünden, “Güvenliğim başkalarının ifade özgürlüğünden daha önemli” gibi talihsiz bir sonuç çıkarılıyor.

* İsrail-Filistin coğrafyasında iki devlet yerine tek devlet bünyesinde iki ulus (bir devlet içinde eşit haklara sahip İsrailli ve Filistinliler) olması gerektiğini savunan görüş. –y.n.

** Fr. Sciences Po: Artık bağımsız bir üniversiteye dönüştürülmüş olan, ayrı bir sınavla öğrenci alan, seçkin bir öğretim kurumu kabul edilen Paris’teki Siyasal Bilgiler Enstitüsü. –ç.n.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2025. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X