| ISBN13 978-605-316-391-6 | 13x19,5 cm, 160 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Uvertür, s. 9-11 Burada derlenen metinler, Hegel’in doğumunun iki yüz ellinci yıldönümü ya da Sovyet ülkelerindeki sanata dair bir sergi; bir mimarlar derneğinin veya bir müzik kurumunun daveti gibi çeşitli vesilelerle sunulmuş tebliğ metinlerinden oluşuyor. Bununla birlikte okur, müteakip altı metni birbirine dokuyan ana çizgiyi rahatlıkla takip edebilir. Zira metinler Hegel’in Estetik’indeki tasarı üzerine bir düşünümü filanca çağdaş mimari projesine, Kant’ın kusursuzluk kavramına yönelik eleştirisini devrimci sanatın tamamlanmamış projelerine veyahut hayata dönüşmüş sanatın komünist amblemlerini çağdaş sanatın muğlak yerleştirmelerine bağlayan ortak bir sorunsalı irdeliyor. Gerek belli bir sanatın statüsüne dair sorunlar ya da polemiklerle alakalı olsun, gerekse sanat ile siyaset ilişkisini veya sanat kavramının ve estetik düşüncenin bizzat gelişimini düşünmenin birbiriyle çatışan modellerine dair olsun, bu metinlerin hepsinde, benim “sanatın estetik rejimi” demeyi doğru bulduğum, modern sanat olarak adlandırılan şeyin kurucu bir paradoksu çeşitli yönleriyle ele alınıyor. Söz konusu paradoksun ifadesi bir hayli basit: Sanatın estetik rejimi, sanatı özgül bir deneyim alanı olarak tekilleştirerek doğmuştur. Tekil kipteki sanat kendini, güzel sanatlar ya da taklit sanatları denen şeye karşı konumlandırır. Malum güzel sanatlar kısıtlayıcı normlarıyla tanımlanır, gündelik yaşamın ihtiyaçlarını karşılamaya vakfedilmiş mekanik sanatları, boş vakit sahibi insanın zevkine yönelik liberal sanatlardan (arts libéraux) ayıran o kadim hiyerarşik düzendeki yeriyle nitelenirdi. Gelgelelim bu hiyerarşik evrenle ilişkisini koparan sanat aynı zamanda güzel sanatların kendi ürünlerini pratik nesnelerden ve bu ürünlerin biçimlerinin asilliğini popüler eğlencelerin/halk eğlencelerinin bayağılığından ayırmasını sağlayan ölçütleri de yürürlükten kaldırır. Sanatın özgül bir deneyim alanı olarak varoluşu, sınırlarının belirsizleşmesiyle bağlılaşım halindedir. Her nesne ve performans sanat alanına girebilir. Aisthesis’te* bu alanın nasıl halk eğlencesinin geleneksel olarak aşağılanmış biçimlerini ve mekanik sanatların icralarını içine alarak yerini sağlamlaştırdığını göstermiştim. Fakat sınırların böylesine istikrarsız olması, aynı zamanda estetik rejimde sanatın, dış taleplerden ziyade kendi iç mantığıyla gelişmesini, kendini aşmasını sağlar. Böylece etrafını saran dünyayı keşfetmek üzere kendine has mekânları terk etmekle kalmaz, kendinden fazla ya da başka bir şeye dönüşmek için kimliğini ve kusursuzluğunu sorgular. Burada bir araya getirilen altı metin, sanatı kendi dışına ve ötesine iten bu hareketin öncüllerini, gelişimini ve bazı sonuçlarını inceliyor. Metinler, her biri kendi içinde iki sahneye bölünmüş bir nevi üç perdelik bir drama oluşturuyorlar. Birinci perde piyesin olay örgüsünü sergileme vazifesini, estetik düşüncenin iki kurucu babasına (Hegel ve Kant) veriyor. Hegel, Estetik’ini, her sanatı ve genel anlamıyla sanatı kendi ötesine iten bir yolculuk olarak kurar. Bu yüzdendir ki mimariyi devindirir; ona mesken inşasından ziyade, tamamlanmamışlığa adanmış mabetler inşa etme amacını yükler. Ama yine bu yüzden mutlak olanın doğrudan ifadesi olarak kendini aştığını iddia eden müzik sanatını da hiyerarşik düzendeki yerine yeniden yerleştirir. Küçük kardeşi kadar sanat meraklısı olmayan Kant ise paradoksal biçimde sanata daha fazla gelecek şansı tanır. Gerçekleşmiş bir fikrin nesnel kusursuzluğu olarak kavranan “güzel” fikrini çürütüp güzeli bir hayatın yoğunlaşması deneyimi ve öznelliklerin koyutlanmış uyumu haline getirerek sanattan fazlası olacak, temaşa edilecek eserler değil yeni hayat ve sosyalleşme biçimleri yaratma kaygısı güdecek bir sanata giden yolu açık bırakır. İkinci perde bu öncüllerden hareketle, Hegel’in özgül bir kader biçtiği iki sanatın –kendinin ötesine ittiği mimarlığın ve bilakis yeniden hizaya soktuğu müziğin– bazı maceralarını keşfediyor. Bu noktada mimarlığın, içle dış arasındaki sınırları ortadan kaldırarak kendisiyle en çok tezat oluşturan niteliği, yani devinimi kazanmak suretiyle sıradan ihtiyaçları karşılamaktan ziyade yeni hayata hizmet etme çabalarını takip edeceğiz. Buna paralel olarak, müziğin ve müzik düşüncesinin, Hegelci yasağı ihlal ederek müzikten daha fazlası olmaya –doğadaki sesler ile semanın ilahisini birleştirmeye, yani insan ile insan olmayanı karşı karşıya getirmeye– yeltenirken yaşadığı maceraların ve serencamın da izini süreceğiz. * Jacques Rancière, Aisthesis: Sanatın Estetik Rejiminden Sahneler, çev. Ayşe Deniz Temiz, Monokl, 2018. –ç.n. |