ISBN13 978-605-316-306-0
13x19.5 cm, 104 s.
Yazar Hakkında
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Kenarda, 2003
Gençlik Düşü, 2006
Son Adım, 2011
Uzun Yürüyüş, 2015
Bir Dava, 2019
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Şule Çiltaş, "Bir şehrin tini", K24, 8 Şubat, 2024

Aralık ayı sonunda Metis Yayınları’nın Twitter (X) hesabından duyurulmaya başlanan Ayhan Geçgin’in son romanı, karla kaplı bir tepenin yükseklerinden sessiz çıtırtılarla ve yaldızlana yaldızlana inen bir topağın etkisini yarattı: Dünyalararasında usulca sokuluverdi sanki. Tanıtım satırlarındaki “kısa ama yoğun bir edebi-felsefi metin” ifadesi de gürültüsüz patırtısızlığı kadar merak uyandırıyordu. “… Bu sert iklimde dondurularak muhafaza edilmiş bir an, yazının imkânları ile geriliyor, çekiliyor, doku ve boyut değiştiriyor” ne demek olabilirdi? İklim krizi, savaşlar, katliamlar diye başlayan “gündemimize” istinaden bir manifesto, bir bildiri mi? Kahraman hikâyelerinin sonu geldiğine, artık kimse kimseyi merak etmediğine göre bir itiraf, bir son-kitap mı? Merak uyandırıyordu…

Gece, soğuk, bir kaya kovuğundan seslenen bir yok-varlık. Ne kolay olurdu ona kendini kaybetmiş, hafızasını yitirmiş, terk edilmiş, kaçırılmış, vs. demek. Ya da daha hafifine kaçıp varoluşsal bir kaygı krizinden söz etmek. Ama yok, Dünyalararasında için Peter Handke’nin Gerçek Duyguların Saati’nde yazar-kahramana söylettiklerini tersinden ifade etmeye çalışırsak: “Kavramlar bir türlü uzlaşmıyor, görüntüler kavramlar tarafından kurtarılamıyor, kavramların kurtardığı görüntüler ise fikirlerin içinde güvenceye alınamıyor.” Bu yüzden tek başına karaktere, hikâyeye, üsluba sarılıp anlatının içinde kendimizi güvenceye alacak, bazı sosyal medya hesaplarında sık sık rastladığımız “satırlarıyla sarsıyor, utandırıyor, yerinizden ediyor, sözü hiçe sayarak, kekeleyerek, –ne kekelemesi?– heceleyerek” diye başlayıp sonu maazallah “kurguyla gerçeğin iç içe geçtiği, sürükleyici bir eser”e kadar gidebilecek ezberlenmiş desteklerimiz yok.

K24’teki Bilge Karasu dosyasında Yahya Doğan’ın söylediklerini toparlarsak; yazının kurtarıcı olma, düzen getirme işlevi yok, yalnızca huzursuz ediyor…

“Kim bu?.. Yoksa, diye aklımdan geçiyor, burada mı doğdum, bu kaya kovuğunun dibinde az önce mi doğdum?.. Hiçbir şey bilmiyorum artık, gerçekten bir bebek gibiyim. Dahası, sanki her an yeniden doğuyorum. Nereye? Bu gövdeye. Bu yetişkin gövdesine, bu yara bere içindeki iki büklüm, kemikleri çıkmış gövdeye. Bir adım var mı? Ne zamandır buradayım… Düşünüyorum, bu bir dünya mı, dünya hâlâ var mı?” (s. 8-9)

Ama adlar var, sözcükler hâlâ yok-varlığın kafasında. Geçmiş yok, hatta gelecek de yok, sesi kendisine de bir başkasına da ait olabilir, ya da sesli ya da sessiz olduğundan emin olmadığı bir ses hatırlamasına yardım ediyor olabilir. Evreni saran ve doğayı parçalayan Munch’ün sonsuz çığlığı gibi, hiç susmuyor, ona “elektriğe tutulmuşçasına” acı veriyor. Böyle böyle, hep kuşkulu, hep tereddütlü, hep yoklaya yoklaya, kendisini ve çevresini tanımlama-ma-ya çalışan bu monoloğun “yaralanmış bilinci”, ellerini Sur’un duvarlarında gezdirerek dolaşırken hem kendini hem zamanı hem eylemi hep açık uçlu bırakıp yalanlıyor: Aslında gezmiyor, aslında seslenmiyor, aslında görmüyor… Ve bu fanilik ortamında, kırılıp dağılan seslerin, geçici görüntülerin arasında attığı kabuklardan en eski felaketler, en eski acılar çıkıyor. … Kovuğunun dışında, bir orada bir burada, bu viran şehrin köşe bucağında, sapalarında, ıssızlarında bir benliği güç bela sürdürmeye çalışırken, ya insanlığın başlangıcında ya bir diliminde sıcak eskiye özlem satırlarıyla şaşırtan yakın zamanda buluyor kendini. Bir felaketin son artığı o; ama hangi felaketin ya da felaketlerin? Şimdiyi de eski görüntüleri de hep yıkımlar şeklinde kusan bir toprak, ve o, tarihsiz yıkımlarda doğan, yeni yıkımlarda ölen, her yıkımda belki aynı, belki başka ya da belki bir başkasının bedenine girerek bu acı coğrafyasına fırlatılan bir yok-beden. Bir yok-kahramanın izinde, kardeşleri varsa da yok, doğduğu yer varsa da yok, sözcükleri varsa da yok bir kahramanın izinde anlatının akışına bir anda dahil olan, titreşerek silinen, silinip başka bir anda tekrar canlanan görüntüler de yoktan zuhur ediyor, ve hatırlanmak için artık belleğe ihtiyaçları yok. Bellek tek başına bir göz, düşmüş bir burun, kopmuş bir kafa şimdi… Hatırlamak külfetsiz, zahmetsiz; bir sese, kokuya, çıtırtıya, imgeye, karaltıya bakıyor. Yok-varlık hatırlıyor, geriye ne kaldıysa hatırlıyor, görüntüler yakasını bırakmıyor. Ama neden bırakmıyor? Biz de gördük o görüntüleri…

“… Taş toprak demir birbirine karışmış, evler nerede? Ortalık ne zaman böyle dümdüz oldu?... Bak olan oldu, başımıza bir felaket indi. Geride sen kaldın, ben kaldım. Gece gündüz demeden yıkıntıların, tozanların arasında dolaşıyorum, demirleri, şarapnel parçalarını, mermi kovanlarını topluyorum, molozların içinde yatıyorum. Diyorum bunlardan yeni yaşamın evini kim, nasıl kuracak?.. Bizim evin yeri nerede, onu dahi bulamıyorum. Takatim kalmadı artık, vücudumun her yerinde yaralar, çıbanlar çıktı. Ama o utanmazlar, o reziller… diyorlar ki yepyeni bir şehir kuracağız.” (s. 12)

Başka bir sesse Rayber diyor. Rayber hikâyesiz, Rayber yok-varlığın kendisi belki, hep bir başkasının belleği, “… kendini hep bir sonraki noktada, o başkasının yaşadığının bittiği noktada bulan” hayalet, bir kenti, isimsiz bir evveli etindeki yara gibi vücudunda taşıyan bir böcek ya da bir hayvan. Rayber: Şehrin içinde, orada burada göze görünen derbeder bir kalıntı. Rayber: Belki de en eski başlangıçlar ve sonlar, en eski kıyamların tanığı, içinde bütün ölümleri taşıyan sonsuz ölü, hep ölü bırakılan, yok-varlığın can sıkıntısı, baş belası, işe yaramaz bir vicdan. Ya da kendi de tin olmuş bir şehirde, vurulmuş, kırılmış, yok edilmiş halkların ortak tini… Hep ölmüş, ölüyor, ölü doğuyor ama o da hatırlıyor… Ve acının, yıkımın bir tarihöncesi var; bu halklar nereden gelip nereye gitmişler, nereye gidiyorlar, gidecek yolları kaldı mı? Hangi mevsimlerden, hangi döngülerden, kervanlarla çöllerden, sıcak rüzgârların arasından geçmişler? Sonra karın soğuğun beyaza kestiği yörelerden, buzların ortasından:

“… Bir kervan. Bir-iki deve, cılız bir at, çoğu yayan insanlar göz alabildiğince uzanan altın sarısına bileklerine kadar batmış, havayı titreştiren kızıl pusun içinde zaman zaman hatları iyice çözülüp belirsizleştirerek, kum kapatmadan önce kendilerinden daha koyu ayak izlerini birer birer geride bırakarak bir çizgi halinde ağır ağır yol alıyorlar. Büyük Sahra mı? Suriye çölü mü?.. Bir deniz. Erkek kadın, yaşlı çocuk, tıklım tıklım dolu bir bot dalgalanan denizde yarı yarıya suya batmış, yol almaya çalışıyor. Kar yağıyor, birden her yer beyaza kesiyor. Şimdi de son buzul çağı mı?.. Kar yağıyor. Hava buz gibi. Sibirya değil, buradan iki sokak ötesi, yüzlerce insan evlerinden çıkıp çoluğu çocuğuyla telaş içinde şehri terk ediyor. Evlerinden alabildiklerini çuvallara, torbalara, el arabasına yüklemiş, yatak yorganı sırtlamış kaçıyorlar. Peki nereye? Hangi geçide doğru?” (s. 39-40)

Yıkımdan yıkıma, hüsrandan hüsrana, enkazdan enkaza, yangından yangına, teleften telefe… İç içe geçmiş acı toprakları, ama hep orada-var-olan saydam varlık: “… yine de sanki yaşam destek makinesine bağlamışlar, çalışıyordu” … Uyanık rüyanın gece rüyası karşısında zaferi. Afazi, geçmişi konuşabilmenin kelimelerinden, kavramlarından, fikirlerinden yoksun olma haliydi; peki ya gözler neyin nesi o zaman?

“… Görmeyen gözlerimi hissediyorum… Yazık gözlerim. Yüzümü toprağa gömeceğim, iyice gömeceğim, gözyaşlarımla toprağı ıslatacağım. Neler gördün gözlerim, ağlama gözlerim. Neler? Hiçbir şey.” (s. 8)

Belki de “Daha hiçbir şey”, daha hiçbir şey gör-e-medi bu gözler. Belki de bunlar görebildikleri… Tanıl Bora, 29 Kasım 2023 tarihinde Birikim Haftalık'ta yayımlanan “Hafıza Yaraları ve Afazi” başlıklı yazısında, Özgür Sevgi Göral’ın Yaramız Derindir kitabından, dolayısıyla da Taylandlı yönetmen Apichatpong Weerasethakul’un Memoria filminden bahsediyordu; köyünden hiç çıkmadığı gibi televizyon ve film izlemediğini söyleyen bir adam vardı. Çünkü gördüğü her şeyi hatırlıyor ve kendi söyleyişiyle, hafızasını telaşa vermek istemiyordu. Oturup göğün yanışını izleyenler gibi mi?

“… Yaşlı kadın çadırın önünde diğerleriyle birlikte oturmuş, bir ayağını altına almış, diğerini kıvırmış, üst gövdesini bu ayağına yaslamış, arada sırada beyaz tülbentini düzeltiyor, bir zamanlar mucizevi olduğuna inanılan sözcüklerle yakarıyor. Ey Rabbim göğsüme genişlik ver, işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Kim kimi duyar, diyor bir başkası, yaşlı bir erkek elini yüzünde gezdiriyor. Gerçek mi?.. Gerçeğin hiçbir hükmü yoktur. Gerçek sokağın ortasına atılmış, kimsenin dönüp yüzüne bakmadığı, beş kuruş etmez bir şeydir. Bak, herkes biliyor, ta dünyanın öteki ucunda yaşayan bir insan bile: Bu olmaz, olamaz, olmamalı, bak şu tepemizde uçan kuşlar bile ne diyor: yanlış, yanlış.” (s. 41)

Görüntüler… Dili tutulan çocuk, yıkıntılar arasında ileri geri sallanan kadın, mezarsız ölüler… Öldürmek yok etmenin, kökünü kazımanın, sonsuza dek ortadan kaldırmanın yolu değil. Neden mi? 21 Ocak 2024 tarihli Yeni Yaşam gazetesinde, cezaevinden 30 yıl sonra tahliye edilen Nizam Karaağar’la yapılan söyleşiye kulak verelim:

“… genel olarak kültürümüzde ölülerle ilgili şöyle bir paradoks var; çok ölüyoruz, çok öldürülüyoruz, çok ölü var ama aslında ölü, ölen bir şey değil. Ölü ölmüyor. Din, inanç ve kurucu belgelerimiz açısından Habil’in Kabil’i öldürmesi neredeyse dün olmuş bir şey gibidir. Toplumumuzun herhangi bir kesimine gittiğinizde halen bu olayı canlı bir olay gibiymiş anlatıyorlar. Oysa üzerinden binlerce yıl geçmiştir… Hiçbir medeniyette ölüler bu kadar etkili, yaşamsal ve canlı değildir.”

Yok-varlık hatırlamazsa Rayber, Rayber hatırlamazsa yok-varlık, o da hatırlamazsa dağlar taşlar, uçan kuşlar hatırlıyor, tüyler, zerrecikler hatırlıyor. İstemsiz görüntüler, istemsiz bir hafızaya dönüşüyor; delirmiş bir zihinden çıkan sözlerin kılavuzluğunda bir şehir kendini anlatıyor sanki. Unutturulan ya da karartılan kıyımlar, kırımlar zamanın, mekânın, geçmişin, geleceğin, şimdinin ötelerinde varlığı, yokluğu, ismi, cismi katediyor, ve betonu delip geçen çiçekler gibi kendiliğinden bitiyor.

“Fırtına durulmuş değil, tüm şiddetiyle sürüyor. Şehir arkamda birdenbire bir seraba, hayalet şehre dönüşüyor, yıkılmış, yerle bir olmuş şehir arkamda toz duman içinde yeniden yıkılıyor. Bu fırtına hep vardı, diye düşünüyorum, çok önceden başlamış, dur durak bilmeden hep sürmüştü. Sonra yoo, diyorum, yıkılan kent değil, yıkılan benim, benim öz varlığım. Çok önce yıkıldı, yeniden yıkılıyor, hep yeniden yıkılarak o her başlangıçtan önce başlayan yıkımı tamamlıyor. Bu da öyleyse bir yıkımdan diğerine başıboş dolaşmadır.” (s. 27)

Bir üfleyişte tozu parmaklarınızın arasında kalacak bir gerçeklik, dünyaya her fırlatılışında hiçliği yaşamaya yazgılı, kendine dönemeyen, bilinci elinden alınan ve neredeyse hep kendinde bir varlık [1] olarak kalan-bırakılan bir varoluş; ve bu geçicilikle, bu efemer anlatıyla tezat, anlamdan ve temsilden kopmuş gibi görünse de sarsıcı, sürekli paranteze alınan, hep etrafı çevrilen Cizre ve Sur’da yaşananlar. Bizi bir yere ulaştırmıyor görünen, [2] her şeyin yıkılıp tekrar yıkıldığı az öykülü bu yorgun metni metafizik sanat anlayışına yanaştırabilir miyiz? Hani karpuzu resmeden bir tabloda karpuzun görünmeyişi gibi, ya da aslında, gerçek biçimlerin, yerlerini, geometrik biçimlere bıraktıkları kübizm gibi. Picasso’yu düşünelim; Guernica metafizik çözümlemede geometrik bir biçim, ama aslında savaş trajedilerinin ve savaşın bireyler üzerindeki acı verici etkilerinin bir özetidir.

Bir yanda: “Ezilenlerin belleği tarihin doğrusal zamanına daima itiraz eder. Benjamin’e göre bu bellek ‘asla geçip gitmeyen, zamanı durduran ve akışını engelleyen bir şimdiki zaman’ diyen Enzo Traverso, bir yanda: “İnsanları öldüren kader, onları görebilmemiz ve gözlerimizi bu cesetlerle doldurabilmemiz için bizi de sorumlu kılıyor. Korku, alışılagelmiş korku, kaçış değil. İnsan, gerçeği kavradığı için utanıyor-işte gerçek önümüzde. Her ceset sen ya da ben, biz olabiliriz. Arada hiç fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle her savaş bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını sorar” diyen Italo Svevo, bir yanda her şeyin yakalandığı ama kaybolmadan yutulduğu kara delik, Samuel Beckett’in Adlandırılamayan’ı, bir yanda, bize içtenlikle, suçluluk duymak nedir diye soran Kafka’nın Dava’sı… Ve bir yanda: “ Eski dünya ölüyor, yeni dünya yavaş yavaş ortaya çıkıyor, ve bu belirsizlikte canavarlar ortaya çıkıyor” diyen Gramsci… Gölgelerinin Dünyalararasında’ya vurduğunu düşünüyorum… Bütün bunların “arasında” ise, hiçbir zaman kendini tanımlayamasa da hatırlaması ve “konuşması” gerektiğini bilen, sonsuz acı tarihinin ürünü, kalbinde susanların azabını taşıyan yok-varlığın ağzından, içine “dert olanların”, onu yazının anlamsızlığına taşıdığı bir yazar. Dolayısıyla da dokunduğu ne varsa tersyüz eden bir dil ve Geçgin’in kalemindeki “yabancılığın” etkisini, yalnızca kendisine sesleniyormuş, ilk kez kendi keşfediyormuş gibi hisseden okur.

Notlar


[1] Kendinde varlık; felsefede bilinçsiz doğal varlık, kendine dönemeyen, kendini tanıyamayan, bilemeyen doğal varlık. Metne dön.
[2] Çok okuyan, “bir yere varamadım” diyerek çok da kitap bırakan babam gibi. Metne dön.

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X