Ayhan Aktar, "Gospodinov’u bir zaman sığınağında okurken", K24, 18 Aralık 2022
Bulgar yazar Georgi Gospodinov’un 2020 yılında Bulgarca yayımlanan ve 2022 yılında Hasine Şen Karadeniz’in özenli çevirisiyle Türkçeye kazandırdığı Zaman Sığınağı isimli romanı, bence 2022 yılının kitabı olmaya layık bir eser. Roman, içinde yaşadığımız dünyanın kaygılarını, sıkıntılarını ve tuhaflıklarını bir tür distopya havası içinde ortaya seriyor. Distopya edebiyatının en önemli metinlerinden biri olan George Orwell’in 1984 başlıklı romanı gibi Gospodinov’un Zaman Sığınağı da otoriter/totaliter bir dünyanın oluşumunu anlatıyor.
Romanın kahramanı olan Dr. Gaustine isimli bir geriatri uzmanı kliniğini yeniden dekore ediyor. Kliniğin bir bölümünü günümüzde yetmiş ve üstü yaşlarda oldukları tahmin edilen Alzheimer, demans veya hafıza kaybı yaşayan hastalara yönelik olarak düzenliyor. Alzheimer hastalarının kendi çocukluklarına ve gençliklerine ilişkin objelerin bol miktarda sergilendiği bu klinikte duvarlar 1960’larda moda olan çiçekli duvar kâğıtlarıyla kaplı; pikaplar, Beatles plakları ve posterleri, formika kaplı masalar, kristal avizeler ve eski bir radyoda dönemin liste başı olan şarkıları sürekli çalıyor. Bu bölüme gelen hastalar çok rahat ediyorlar. Bir anlamda çocukluklarının ve gençliklerinin güvenli dünyasına sığınıyor ve bildik bir dünyanın sınırları içinde çok mutlu oluyorlar.
Zamanla Dr. Gaustine’nin kurduğu bu ‘zaman sığınakları’ çok tutulur. ‘Geçmiş’in aynı zamanda bir ‘yerel iş’ olduğunu gören girişimciler Avrupa’nın birçok ülkesinde benzer türde klinikler kurarlar. Sadece hafıza kaybı yaşayan hastalar için değil, içinde yaşadıkları zamanın ileriye dönük olarak kendilerine yeni bir gelecek/hayal sunmadığının bilincinde olan insanlar için de zaman sığınakları son derece cazip bir yer haline gelmeye başlar. Artık Alzheimer hastası olan ebeveynleriyle mutlu bir dönem geçirmek isteyen, geçmişin veya çocukluk dönemlerinin o hoş korunaklı dünyasının bir kez daha parçası olmak isteyen orta yaşlı insanlar da bu projenin peşine takılırlar. Böylece geçmişe dönüş hareketi bir anlamda kitlesellik kazanır. Geçmiş, dünyayı fethetmeye başlar ve bir salgın haline gelir.
Geçmişe dönüş hareketi kitlesellik kazanmaya başladığı zaman Avrupa’nın çeşitli başkentlerinde geçmiş on yıllara dönmek ve iradi bir tercihle çocukluklarını bir daha yaşamak isteyen insanların sayısı artar. Sokaklarda milli kıyafetleri ile gezinen insanlar çoğalır. Örneğin, bir Avrupa ülkesinin Savunma Bakanı bakanlar kurulu toplantısına at üstünde, belinde kılıç ve göğsünde 19. yüzyıldan kalma bir piştov ve çapraz fişekliklerle gelir. Atını Başbakanlık binasının önünde park etmiş olarak duran diğer bakanların Mercedes makam arabalarının yanına bağlamıştır. Kısa zamanda, Avrupa Parlamentosu bile bu tür bir karnaval meydanı görüntüsü içine girer. Milletvekilleri kendi milli kıyafetlerini giyip parlamentoya gelmektedirler.
Alzheimer hastalığı sırasında hastanın ilk kaybettiği şey gelecek algısının kendisidir. Ama bu aşamada teknik olarak Alzheimer tanısı konmamış kişiler de bu salgının parçası olmaya başlarlar. Gelecekten bir beklenti yoksa, insanlar oylarını geçmişten yana kullanmaktadırlar. Demokratik Avrupa toplumlarında farklı siyasi partiler artık her ülke için farklı geçmiş dönemlere dönüşün propagandasını yapmaktadırlar. Tahmin edileceği gibi, siyasiler “Ülkemizin tarihinde hangi geçmiş on yıla dönmeliyiz?” konusunda referandum yapılmasını gündeme getirirler. Aslında, her siyasi parti ‘kendi geçmişini’ topluma dayatmak istemektedir. Gospodinov’un romanında anlatıcı Bulgaristan’dan İsviçre’ye göç etmiş birisidir. Memleketine geri döndüğünde siyaseten iki tür geçmişe dönüş projesiyle karşılaşır. Bunlardan birincisi, Bulgarların Osmanlı’dan bağımsızlık mücadelesinin hız kazandığı 19. yüzyılın ikinci yarısına dönmek isteyen milliyetçi projedir. Diğeri ise, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan sözde ‘sosyalist’ döneme geri dönme çabasıdır. Romanın en eğlenceli sayfaları, bu iki hareket tarafından örgütlenmiş mitinglerin anlatıldığı bölümler olsa gerek.
Farklı geçmişe dönüş projelerinin ortaya çıkardığı yeni ticari sektörler de Bulgaristan’da yeni birer kazanç kapısı ortaya çıkarmıştır. At sütü (kımız), haşlanmış bulgur ve pastırma servisi yapan yeni lokantalar açılır. Sosyalist kahraman Dimitrov’un mumyasını kullanarak devrimci hissiyatı ve potansiyeli artırmak üzere görsel/teatral gösteriler düzenleyen şirketler ortaya çıkar. Miting ve devrimci gösteriler için figüran temin eden şirketler de iyi para kazanmaktadır. Ne kadar işsiz tiyatrocu varsa, milliyetçiler için ‘Trakya Kralı’ veya ‘Bereket Tanrıçası’ rolüne girerek yolunu bulmaktadır. Tarihî canlandırmalar geçmişin siyaseten pazarlanmasında önemli bir yer tutmakta, kısacası bitpazarına nur yağmaktadır. Folklorik kıyafetlerin, üzerinde ‘ya özgürlük ya ölüm’ yazan eşofmanların satışları rekorlar kırmaktadır. Bütün bunları gözlemleyen anlatıcı, kısa zamanda “iki Bulgaristan vardı ve ikisi de bana ait değildi” kararına varır. Bütün bunları gözlemledikten sonra ülkeyi terk eder, iki gün sonra da yeni gelen iktidar Bulgaristan sınırlarını kapatır!
Romanın son bölümünde bütün Avrupa ülkelerinde hangi geçmiş onyıla gitme tercihinin belirlendiği referandumların yapıldığı anlatılıyor. Her ülke, kendi geçmişinde ‘kendini iyi hissettiği’ on yılları seçmiştir artık. Yeni dönemde 33 devirli plaklar üretilmekte, dijital devrimin yok ettiği gazeteler yeniden çıkmakta, eski pul ve kartpostal koleksiyonları yapılmakta, sinemalarda referandumla belirlenen onyılda çekilmiş filmler gösterilmektedir. Artık, “dünya açık bir zaman kliniğine dönüşmüştür”.
Georgi Gospodinov’un Zaman Sığınağı romanı aslında bir distopya romanı olarak tasarlanmış. Eminim, bir İsviçreli okur bu romanı okuyup kapağını kapattığı zaman romanda anlatılan distopik haletiruhiyenin etkisi altında kalır. Ama Türkiyeli okuyucu açısından bu roman distopya hissiyatını okuyucuya geçirmek bir yana, tam aksine, ‘toplumcu gerçekçi’ bir roman muamelesi görebilir. Bu hissiyata neden kapıldığımı bir tarihsel anekdot ile açıklamaya çalışayım.
Mısır’ın Osmanlı devletinden fiilen bağımsızlığını elde etmiş olan valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa, (1769-1849) çevirmeni Artin Efendi’ye Machiavelli’nin ünlü kitabı Prens’i Türkçeye çevirtmektedir. Artin Efendi her çevirdiği bölümü Mehmed Ali Paşa’ya sunmaktadır. Paşa, çeviriyi parça parça okur. Kitabın ortasına geldiklerinde, Mehmed Ali Paşa, Artin Efendi’ye şunları söyler: “Machiavelli’den öğrenecek fazla bir şeyim olmadığını görüyorum; [siyasi] hileye dair onun bildiklerinden daha fazla malumat sahibiyim. Onu tercüme etmene artık gerek yok!”
Nasıl ki Mehmed Ali Paşa’nın Machiavelli’den öğrenecek bir şeyi yok ise, Gospodinov’un distopik romanındaki korkutucu veya insanın endişelenmesine neden olacak olan unsurlardan da çekinmemize gerek yok; onların tümü bizim cennet vatanımızda zaten yıllardır varlıklarını sürdürüyorlar. Ve hayatımızı karartıp duruyorlar. Kısacası, amiyane tabirle Gospodinov’un kurguladığı distopya metni bizi pek kesmiyor, belki de bizleri etkilemek için distopik dozu artırmamız gerekiyor!
Çok fazla uzağa gitmeğe gerek yok, ülkemizde seçmenlerin yaklaşık yüzde otuzu Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını bir ‘asr-ı saadet’ dönemi olarak kabul etmiş durumdalar. Topluca zaman makinesine binip 1930’ların dünyasına intikal etsek, tüm problemlerimizin çözüleceğine ve birden dünyanın en mutlu ve müreffeh ülkesi haline geleceğimize inanıyorlar sanki. Halkevleri ve Köy Enstitüleri yeniden açılsa, Sümerbank’ın Nazilli Basma Fabrikası tekrar faaliyete geçse ve çiçekli basma kumaş üretse birden keyfimiz gıcır olacak, hiçbir sıkıntımız kalmayacak. Sakın yanlış anlamayın, bir kesimin ‘1930’lara dönüş’ arzusu sadece bir siyasi partinin ‘geçmişe dönük gelecek projesi’ olarak sunduğu, havada kalan ve toplumsal tabanı olmayan bir proje değildir. Aksine, ‘1930’lara dönüş’ projesinin seçmen arasında ciddi bir tabanı olan kitlesel bir hareket olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Atatürk’e benzediği için milli bayramlarda çok aranan tiyatro sanatçısı Göksel Kaya bir kısa film çekimi için Denizli’ye gittiğinde kendisini gören vatandaşlarımızın bir kısmının tepkisi basında şöyle anlatılıyor:
“Göksel Kaya’yı gören bazı vatandaşlar ise gözyaşlarına hâkim olamadı. Göksel Kaya’yı gördükten sonra yanına giden ve ağlayarak, ‘Size ihtiyacımız var paşam. Paşamızı gördüğümüz için çok mutluyuz. Geri döndü işte’ diyen vatandaşlar daha sonra Kaya ile fotoğraf çektirdi.”
Aynı şekilde, hükümetin her sabah ilkokullarda yüksek sesle söylenen ‘andımız’ın kaldırılmasına karar vermesinden sonra ortaya çıkan protesto hareketlerinde koskoca adamların kendileri için birer ilkokul forması diktirerek bunları giydiklerini ve hep bir ağızdan andımızı okuduklarını gördük.
T.C. vatandaşları açısından söz konusu olan bu tuhaf durum, Gospodinov’un anlattığı gibi 2000’lerde ortaya çıkan ‘geçmişe dönüş’ hareketinin yarattığı yeni bir şey değil, tam tersine, Cumhuriyet rejiminin kuruluşundan bu yana içinden geçtiğimiz “milli eğitim” tornasının bizlerde yaratmış olduğu ‘fabrika ayarları’nın bir sonucudur. Gospodinov’un terminolojisini kullanarak durumumuzu ifade edersek, herhalde halimizi şöyle ifade etmemiz gerekiyor: “T.C. vatandaşları zaten açık bir zaman kliniğinde doğup büyümüşlerdir. Kliniği terk etmek için çok ciddi çaba gerekmektedir.”
Tabii ki ülkemizdeki tek ‘geçmişe dönük, gelecek projesi’ bu değil. 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında darbeci paşaların seçimi olan Türk-İslam sentezi fikriyatı sonucunda ortaya çıkan diğer bir ‘geçmişe dönüş’ projesinden bahsediyorum. Aslında, bu fikriyatın tarihini merhum Cüneyt Arkın’ın vurdulu kırdılı tarihî filmlerine bağlayabiliriz. İlk olarak, Arkın’ın Kahpe Bizans filmlerdeki traji-komik sahnelerle belirgin bir estetik boyut kazanan bu fikriyat artık daha kaliteli yapımlarla devreye sokulmuş vaziyette. Tabii ki Türk-İslam sentezi fikriyatının da bir ‘geçmiş tercihi’ var. 1940’larda Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun Malkoçoğlu veya Nihal Atsız’ın Bozkurtların Dirilişi romanlarında temel özellikleri kurgulanan bir geçmiş algısı bu. Murat Belge’nin Genesis: Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin Kökeni (2008) isimli çalışmasında üzerinde durduğu “yerli ve milli anlatı” yeniden tedavüle sokulmuş vaziyette.
Övünmek gibi olmasın ama, bizim ‘geçmişe dönüş’ projemiz Gospodinov’un anlattığı biçimiyle ‘hayalhanesi dar’ Avrupalılarınki gibi on yıllara sığdırılabilecek ‘dar’ bir fikriyat değil. Bütün Osmanlı tarihini kapsayan kocaman bir ‘ecdat’ güzellemesinden bahsediyorum. TV dizileri, belki de on yıl öncesine kadar sadece popüler kültürün ilgi alanı içinde ele alınabilecek bir olgu iken, artık farklı bir işlev kazanmış durumda. ‘Yerli ve milli’ TV dizileri sayesinde üzerimize boca edilen bir geçmiş algısı veya ‘ecdat güzellemesi’ dalgası var, bu durum artık her yerde karşımıza çıkıyor. Örneğin, Kapalıçarşı’da yürürken bir takı dükkânının vitrininde “Hürrem yüzüğü gelmiştir” ilanını görüyorsunuz. Düşündüğünüzde, bu yüzüğün Muhteşem Yüzyıl dizisinde Hürrem Sultan rolünü oynayan artistin taktığı yüzüğün kopyası olduğunu anlıyorsunuz. Bu yüzükle ilgili gazete haberinden “Hürrem Sultan’ı canlandıran oyuncunun kullandığı yüzüğün 1 milyon adetten fazla sattığını” öğreniyoruz (Milliyet, 1 Kasım 2011). Dizinin yurtdışında pazarlanmış olmasının yüzüğün ihracat imkânlarını artırdığı da ifade ediliyor. Baktığınız zaman bu müthiş bir ticari başarı gibi görünüyor, ama aynı zamanda ürkütücü. Aynı şekilde, TRT’nin resmî web-sitesine girerseniz, ‘Dizi Aksesuarları’ bölümünde TRT’de oynayan ‘yerli ve milli’ dizilerde kullanılan objeleri satın alabilirsiniz. Örneğin, 349,90 TL’ye Alparslan Zincirli Kolyeyi veya 288,05 TL’ye Diriliş Ertuğrul Dizisi İlbilge Hatun Yüzüğü’nü satın alabilirsiniz. Böylece, boynunuza kolyenizi ve parmağınıza yüzüğünüzü taktığınız anda ‘geçmişe dönüş’ hafıza operasyonuna katılmaya hazırsınız.
İş tabii ki takı vs. düzeyinde kalmıyor. Örneğin, Payitaht Abdülhamit dizisinde Sultan II. Abdülhamit’i oynayan ve mahallenin ağır abisi gibi racon kesen, icabında İngiliz elçisine iki tokat çakan aktörün dizide giydiği kıyafetlerin de aynen Gospodinov’un Bulgaristan için anlattığı gibi Türkiye’de birer ticari meta haline geldiğini öğreniyoruz.
Tabii ki sürekli olarak bu dizileri seyreden ortalama vatandaşımızın ne tür patolojik semptomlar geliştirdiklerini pek bilemiyoruz. Haftanın her gecesi bu dizilere maruz kalmak kolay kaldırılacak bir şey olmasa gerek. Umarız ki psikologlar ve halk sağlığı uzmanları bu konuda bazı araştırmalar yaparlar ve bizleri aydınlatırlar. Bazen Diriliş Ertuğrul türü dizileri belli bir dozun üzerinde seyredenlerin fotoğrafları sosyal medyada karşımıza çıkıyor. İtiraf etmeliyim ki durum pek iç açıcı değil!
Gospodinov’un “iki Bulgaristan vardı ve ikisi de bana ait değildi” tespiti sanıyorum bizler için de anlamlı. Akli dengesini muhafaza etmeye çalışan, milli eğitim sisteminin pompaladığı resmî anlayışlara karşı mesafeli duran ve toplumsal hafıza üzerinde yapılan manipülasyonlara karşı kendini korumak isteyenler için geçerli bir tespit bu. Evet, küçük bir azınlık için “Maalesef iki Türkiye var ve ikisi de bize ait değil”.
Benim okuduklarım içinde 2022 yılının en iyi kitabı olan, Georgi Gospodinov’un Zaman Sığınağı isimli romanını yüzümüze bir ayna tuttuğu için ciddiye alıyorum. Gospodinov’un romanını okuduğumuzda ülke olarak nasıl bir kâbusun içinden geçtiğimizi daha net görüyoruz.