Giriş: Neoliberalizmden Sonrası Tufan mı?, s. 13-17
Yirmi birinci yüzyılın ilk yarısının tarihi yazıldığında, tarihçilerin Covid-19 pandemisi “Altın Vuruş”unun liberal/neoliberal kapitalizmin ölüm çanlarını çalmak için gerçekten şart olup olmadığı konusunda bitmek tükenmek bilmeyen bir tartışmaya gireceğinden hiç şüphe yok. Liberalizmin (ve dolayısıyla onun “yeni ve geliştirilmiş versiyonu” olan neoliberalizmin) sonunu doğru bir şekilde öngören, 1992’den beri bu konu hakkında ısrarla yazan ve hatta sonun başlangıcını bile tekinsiz bir kesinlikle 2020 civarlarında bir yere yerleştiren merhum Immanuel Wallerstein (1992, 1998, 2000) bile, liberalizm/neoliberalizmin ruhunu teslim almaya gelen Azrail’in başında bir taç (Corona) olacağını kestiremezdi. Elbette bu, neoliberal kapitalizmin kendi kendine uysalca sahneden çekileceğini ve yerini daha özgür ve eşitlikçi bir sisteme bırakacağını göstermez. Wallerstein, “liberalizm”in öngördüğü sonunun açık uçluluğu hakkında, daha 1995’te şu yorumu yapmıştı zaten:
..eşitsizlik üzerine kurulu bir tarihsel sistemin sonunun daha iyi bir sistem doğuracağı hiçbir surette kesin değildir. Mücadele gayet açık. Bugün, insan özgürlüğünün kendisini nihayet ifade edebileceği somut kurumları tanımlamalıyız. Bizler bunun, liberal ideolojinin bizi, liberallerin gerçekte karşısında mücadele ettikleri bir gerçekliğe –artan eşitlik ve demokrasi gerçekliğine– inandırmaya çalıştığı mevcut dünya sistemimizdeki göstermelik ifadesini yaşadık. Ve başarısız sistem karşıtı hareketlerin, diğer bir deyişle çözümün bir parçası oldukları kadar bizzat sorunun da bir parçası olan hareketlerin hayal kırıklığını yaşadık. (1998: 139)
Kapitalizmin sonunu farklı derece ve biçimlerde hevesle bekleyen filozoflar ve düşünürler, akıbetin karakteri konusunda hemfikir değiller: Örneğin Giorgio Agamben Covid-19 krizine ilişkin öngörülerde bulunurken, daha katı ve kalıcı bir gözetim toplumu inşa etmek için mevcut “istisna hali”ni kullanacak daha da eşitsiz bir sistem öngörüsünde bulunup arkadaşı Jean-Luc Nancy’yi çileden çıkarırken, Slavoj Zizek kulağa daha iyimser gelen, daha eşitlikçi ve cemaatçi, ama pek de özgürlükçü olmayan bir sonuç bekliyor krizden. [1]
Her düşünür, Covid-19 krizini kendine özgü kavramlarıyla değerlendiriyor ve birbirinden biraz (ya da görünüşte tamamen) farklı bir sonuca varıyor. Her birinin, tıpkı fil ve kör bilginler kıssasında olduğu gibi, hakikatin bir kısmını gördüğünü (veya mecazi olarak dokunduğunu) ve dikkatlerini oraya yönelttiğini, ama bu yorumlarının çelişen iddialar olarak değil, ancak birlikte ele alındığında daha kapsamlı bir sonuca varılabileceğini söylemek mümkün. Yorum ve beklentilerde ilk bakışta görülen farklılıklara rağmen bunların tümü, açık ya da örtük biçimde, Covid-19 krizinin yalnızca bir “doğal afet”, bildiğimiz anlamdaki uygarlığa meydan okuyan tek bir RNA molekülü olmadığı anlayışında birleşiyor. Hepsi de bu krizin, neoliberal kapitalizmin yaklaşan (aslında bir anlamda çoktan başlamış olan) yapısal kriziyle iç içe geçen ve onu çıplak gözle görünür kılan bir tarihsel rastlaşma olduğu konusunda hemfikir. Covid-19 krizinin bunu nasıl becerdiği konusunda sıralayabileceğimiz altı ana nokta var:
Sadece kapitalist dünya-sisteminin uç noktalarındaki “azgelişmiş” ya da “gelişmekte olan” ülkelerde değil, aynı zamanda özellikle ABD ve Birleşik Krallık’ta, neoliberal kapitalizm tarafından oluşturulan sağlık hizmeti sisteminin son derece yetersiz olduğunu ortaya koydu. Bu sistemin yetersizliğinin göstergeleri şunlar: (a) işçi sınıfı ve orta sınıflar için ilk ciddi darbede dağılan, son derece kırılgan bir sağlık koruma ağı; (b) tamamen azami kâr beklentisi üzerine inşa edilmiş ve hastalıkları ve sakatlıkları olan insanları müşteriden başka bir şey olarak görmeyen ilaç endüstrisinin muazzam iktidarı; ve (c) nüfusun önemli bir bölümünü sigortasızlığa veya yetersiz bir sigorta korumasına mahkûm kılarak, sattığı “hizmeti” kıt bir meta haline getiren, aynı zamanda da birçok hastalığın ve sakatlığın şifasız kalmasından kazanç sağlayan sigorta sektörünün aynı derecede devasa gücü.
Neredeyse tüm sorumlu ve bilgili biliminsanlarının öngördüğü çevre felaketi tüm şiddetiyle dünyayı etkisi altına aldığı zaman olabileceklerin habercisi ve kostümlü provası oldu. Yalnızca neoliberal kapitalizmin, pratikte böylesine kaçınılmaz bir karşılaşma için tamamen hazırlıksız olduğu ortaya çıkmakla kalmadı, aynı zamanda kapitalist dünya sisteminin kârlı işleyişine “zarar” vereceği gerekçesiyle, bu felaketi hafifletebilecek, geciktirebilecek ya da durdurabilecek fiziksel ve psikolojik önlemleri de sistematik olarak ortadan kaldırdığı anlaşıldı.
Yalnızca neoliberal sistemin ekonomik durgunluk ve işsizliğe karşı aşırı kırılganlığını açığa çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda “gerekli emek ile gereksiz emek” arasında, “üretken emek ile üretken olmayan emek” arasında sorgusuz sualsiz kabul edilen ayrımları da hükümsüz kıldı; böylece kapitalist üretim tarzının “rasyonel” temelinin de yeniden eleştirel bir biçimde ele alınmasının yolunu açtı bütünüyle. Aynı zamanda, insan istekleri/ihtiyaçları için üretim ile kâr amaçlı üretim arasındaki derin uyuşmazlık üzerine kaçınılmaz bir sorgulamayı da mümkün kıldı; bu ikisinin bir ve aynı şey olduğuna dair liberal ve neoliberal tartışmaları külliyen geçersiz hale getirdi.
Hakikatleri hakikat-dışından ve yalanlardan, olguları da kurmacadan ayırt etmeyi neredeyse imkânsız kılarak, bunların yerine bir dizi müzakereyi, tahmini ve tavizi yerleştiren mevcut Hakikat rejiminin ne kadar kırılgan ve temelsiz hale geldiğini ortaya çıkardı. Malumat ile bilgi arasındaki zaten hiçbir zaman kesin olmayan sınır çizgisinin, malumatın metodolojik/rasyonel işlenişini basit hakikat-dışı ifadeler ve yalanlarla kategorik olarak aynı semantik düzeye indirgemek yoluyla muğlaklaştırıldığını ve bu indirgemenin World Wide Web’in yükselişiyle iyice kaotik hale gelmiş olduğunu gösterdi.
Bilgi üretiminin, aktarımının ve yayılmasının tümüyle metalaştırılmasıyla birlikte, üniversite söyleminin temelden çökmekte olduğunu açığa çıkardı. Bir yandan yüksek öğretimin görünüşte evrensel erişilebilirliği ile, öte yandan akademik yayıncılık üzerindeki tekelleşmiş kapitalist kontrol ve bilim dilinin aşırı (ve kasıtlı) karmaşıklaştırılması arasındaki çözülemez çelişkiyi geçersiz kıldı. Yüz yüze eğitimden “sosyal mesafe” denen tedbirler dizisinin zorunlu kıldığı çevrimiçi yöntem ve mekânlara göç, zaten güvencesiz olan akademik meslekleri iyice kırılganlaştırdı ve akademisyenlerin varoluş koşullarını tehdit etmeye başladı.
Sınıf mücadelesi, kadın kurtuluş hareket(ler)i, LGBTQ+ kurtuluş hareket(ler)i ve etnik kurtuluş hareket(ler)i arasındaki etkileşimlere, örtüşmelere, kesişmelere ve rastlaşmalara ışık tuttu. Tüm bunların hep birlikte yükseleceği ve yoğunlaşacağı bir tarihsel momenti mümkün kıldı. Bu hareketlerin aralarındaki çatışmaların giderek azalacağı ve önemsizleşeceği, bu çatışmaların çoğunun salt retorik ve hınç odaklı kavgalara indirgeneceği bir geleceğin ipuçlarını verdi. Sınıf mücadelesinin ve bu mücadeleye öncelik veren hareketlerin, ırkçılık karşıtı, cinsiyetçilik karşıtı ve homofobi/transfobi karşıtı mücadeleleri engellemeyeceği, tersine pekiştirme ve güçlendirme eğilimine girebileceği bir dönemin kapısını açtı.