Özgür Amed, Hasan Kılıç, "Adorno bizi 1967’ye neden çağırır?", gazetekarinca.com, 6 Mayıs 2021
“Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker. Kendilerini ve bir şeyleri altüst etmekle, şimdiye dek hiç olmamışı var etmekle uğraşıyor göründükleri esnada, tam da böylesi devrimci kriz dönemlerinde, endişe içinde geçmişten ruhları yardıma çağırır, onların adlarına, sloganlarına, kıyafetlerine sarılır, dünya tarihinin yeni sahnesinde bu eskilerde hürmet edilen kılıklara bürünür ve bu ödünç dille oynamaya çalışırlar.”
Karl Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i
Batı merkezci tarih, toplum ve siyaset anlayışının ‘ilerleme’ düsturu, faşizmi parantez içerisine alsa da Adorno bizi 1967 yılında yazdığı metinle bugünlere çağırma yeteneğini sergiliyor. Metin Türkçeye de çevrilen Yeni Sağ Radikalizmin Veçheleri başlığını taşıyor.
1967’den bugüne çağırma yeteneği, bulunduğumuz zamanın içerisinde boğulma ve güncele saplanıp kritize edememe halimizi ifşalayarak 2000’li yılları davetkar bir şekilde betimliyor.
Sağın, köktenciliğin, yabancı, mülteci düşmanlığının yükseldiği bir dönemde yaşıyoruz. Sosyal medyada Çinlilere atfedilen ‘tuhaf zamanlarda yaşayasın’ paylaşımlarının gün aşırı timeline meşgul ettiği zamanlar…
Adorno, 1967’de yaptığı tespitlerle ve uyarılarla bugüne rehber olurken, 2000’li yıllardan Adorno’ya baktığımızda ise her anına şahit olduğumuz bir yönetim grameri görebiliyoruz.
2000’lerden 1967’ye çağrılma!
Adorno 1967’de, Viyana Üniversitesi’nde ‘Sağ Radikalizmin Veçheleri’ başlığı ile bir sunum yapar. Böylesi bir başlık ve konuyu ele almasına ilham veren ise 1964’te kurulan ve hızla yükselen Almanya Ulusal Demokratik Partisi (NDP) adındaki aşırı sağcı partidir.
Adorno konuşmasına başlarken “…birbirine gevşekçe bağlı birtakım fikirler aracılığıyla belki de hepinizin hatırında olmayan belli başlı meseleleri öne çıkarmayı deneyeceğim” der. Gevşekçe birbirine bağlı dediği fikirleri faşizm, milliyetçilik, ideoloji ve propaganda sütunları üzerinden kurar ve şu tezi öne sürer: “Eski rejim yıkılsa da şartlar faşizmin siyasal ve toplumsal düzeyde yeşermesi için uygun. Bu uygunluk içinde sağ radikalizmin psikolojik ve ideolojik bir problem olmanın ötesinde, son derece güncel ve siyasal bir problem olarak ele alınması gerekir...”
Girişte de değindiğimiz üzere sağcı bir radikalizmin toplum içinde hayat bulması, bugün için de güncelliğini koruyor. Aslında Adorno metin boyunca geleceğe sesleniyor gibidir. Hayaletlerin geri dönüşünü değil, hayaletin bizatihi kendisini merkeze almaktadır. Daha o dönem tartışması olmayan, kısmen Latin Amerika’da hayat bulan ama adı konulmayan bir siyasal örüntüden ibaret ‘popülizm’in çok erken bir tanımını “sürekli hakiki demokrasiden bahsedilir ve başkaları antidemokratikle itham edilir” diyerek yapıyor.
Merkeze halk kavramını alan, elit karşıtlığı, liderin büyüsü, agresif bir tarz, sade bir dil, komplocu düşünce, geçmişle kurulan melankolik bağ, aleni antagonizm, krizden beslenme, biz-onlar vurgusu, olabildiğince tekçi anlayış ve otoriter fantezi popülizm dediğimiz siyasetin başlıca etiketleridir.
Bu etiketler, hınç ve alarmizmi devreye sokup alt sınıfları da siyasal tahayyüle ekleyebiliyor. Eklektik siyasal söylemi, spektrumun her bir anında konumlanıp hızlıca yer değiştirebilen popülist siyaset, ‘halkla birlikte halka karşı’ bir tutumu siyasallaştırıyor. Çünkü ‘halk iradesi/millet iradesi’ dediği inşa ettiği ‘halk/millet’ kategorisi toplumdan, demostan men edilmiş bir kütledir. Dolayısıyla vardığı yer demokrasinin faşistleşmesidir. Bu bağlamda popülizm, bugün her şeyden daha fazla demokrasi düşmanı ve önündeki engeldir.
Adorno, bu tarz-ı siyasetin nasıl var edildiğini, yaşatıldığını ve siyasal-toplumsal alana nasıl yerleştirdiğini anlatır. Bu anlatının yardımına çağırdığı kavramlar ve onlar üzerinden yaptığı uyarılar kritiği daha çarpıcı hale getiriyor.
En başta ideolojinin altını çizen Adorno’ya göre milliyetçilik, büyük iktidar blokları içindeki büyük fraksiyon ve hiziplerin kolektif çıkarlarıdır. Faşizmin Nazi halinin üzerinden yirmi yıl geçmiş olmasına rağmen konuştuğu zaman dilimi içinde faşizmin ‘şu an pek etkisi ve büyüsü kalmamış gibi görülmesi’ şeklindeki değerlendirmelere şerh koyar. İdeolojilerin nesnel durumlar nedeniyle güç kaybettikleri anda şeytanca yüzlerinin ve hakiki yıkıcılıklarının ortaya çıkabildiği tespitini yapar. Böylece zamanı uzatır, düşünceyi sürekli kılar ve bir milat yerine akümüle olarak, biçim değiştirerek ilerleyen faşizmin yol aldığı rotayı açığa çıkarır.
Rota açıktır, artık. Fakat yol gidilmelidir, yeni sağ radikalizmi açısından. Adorno bu yol gitme ile ilgili faşizm açısından önemli bir veçheyi, bir anlamda faşizmin can damarını ele geçirir: Propaganda!
Sağ hareketleri ve mobilize olma/etme yeteneklerinin dikkate alınması, bu dikkatin sağın entelektüel düzeyi veya teori yoksunluğu tespitleri ile hafife alınmaması uyarısını yapar. Teori ve entelektüel düzey değerlendirmesini merkezi hale getirerek hükme varmanın siyasal açıdan kusurlu olduğu açıktır, ona göre.
Propaganda kritiğine girişi bu şekilde yapıp zemin oluşturduktan sonra Adorno ‘rasyonel araçlarla irrasyonel amaçların kümelendiği’ bir aralığa işaret eder. Bu aralık üzerinden propagandanın ‘hakikati nasıl hakikatsizliğin hizmetine koşturduğunu’ olağanüstü yetenekle gösterir.
O halde rotası belli, araçları ile amaçları üzerinde propagandanın yerleştirilmiş olduğu tahayyülden/stratejik hattan taşan somut durumlar nelerdir?
Kolektif Narsizm ya da bir çıkış yolu var mı?
Adorno’nun bu soruya cevabı sarihtir: ‘Kolektif Narsizm.’ Yani kişinin kendisinden daha fazlası olamayacağı gerçeği ile yüzleşmek yerine arkaik ve büyüklenmeci benlikle özdeşleşmeyi tercih etmesi durumu. Böylece özgürlük karşıtı ulus-devlet bir tehdit olarak değil, bir koruma ve ‘varsayımsal kendini’ gerçekleştirme alanı olarak kabul edilir.
Bu alandan sadece çıkmak yetmiyor, kolektif bir çıkış yolu bulmak da gerekiyor. O halde propaganda ile zehirlenmiş, ulusal kimlik çerçevesi ile geçmişten ruhları çağırmış, her şeyi ters yüz etmiş; özcesi felaketi arzulayan, dünyanın sonu fantezisinden nemalanan bir tarz-ı siyaset ve halet-i ruhiyeye karşı ne yapmak gerekir?
Bu orjinden hareket etmek çeşitli zorluklar içerir. En büyük zorluk, radikal sağdan rahatsızlık duyan ve bu sağ tarafından zulme maruz bırakılan özneler arasındaki yaklaşım farklılığıdır. Yani bir anlamda sınıf kaybı, statü kaybı yaşayanların müsebbip olarak sebep olan aygıtları ve tertibatları değil, bu sisteme karşı eleştirel tavır alanları görmeye eğilimli olmalarıdır. Ki, bir mücadele alanında isek bu yaklaşım farklılığı ve gerçeklikten uzaklaşma arayışı, sadece bir eksiklik olarak değil, aynı zamanda sağ siyasetin başarı hanesine artı olarak da yazılıyor.
Fakat Adorno, aynen yaşamında olduğu gibi ilk zorlukta pes etmez. Sus-sus taktiğine karşı uyarır, konuşmama hatasına düşülmemesi gerektiğini belirtir.
En çarpıcı uyarıda ise ‘büyük insanlık’ çağrılarına sığınarak ahlakçılığı yeniden üretmenin etkisizliğini vurgulayıp reel çıkarlara çağrı yapma gerekliliğine işaret eder. Böylece aslında gelinmesi gereken noktaya ulaşır, yani direnen özneye. Elinden çok şey gelebilecek, elleri birleştirince yaşamı değiştirecek direnen özne(ler).
1967’den 2000’li yıllara geri dönüş!
Adorno bizleri 1967 yılına davet edip metinle yüzleştirdikten sonra 2000’li yıllara uğurlarken, aslında zaman tünelinde Türkiye’deki popülist sağ radikalizm hep yan koltukta oturuyordu.
Dinlediğimiz/okuduğumuz ile yan koltukta oturan suret aynı hatlara sahip ve aynı duyguları veriyordu. Çünkü Türkiye’deki sağın merkezde ya da uçtaki halinin radikalizmle süreklilik sağlayan flört hali belli başlı kaynaklardan besleniyor.
Melankolik bir geçmiş tasarımı, kolektif özneye vehmedilen uğursuz varsayımsal güç, kültürel muhafazakarlık, sembollerle dışarı vurulan banallik, lüks ve şatafatla olan yüzlerce yıllık bağ, siyaset yetme yerine idare etmeyi tercih eden yetersizlik… Aileye vakfedilen önem, geleneklerle kurulan yeniden icada uğratılmış ilişkiler, idoller ve kültürel hegemonya arayışının başarısızlığa mahkum halleri…
Halkı devletle özdeşleştirip siyaseti ile iktidar arasında garanti belgesi düzenlemek sağ radikalizmin asla vazgeçemeyeceği tek sözleşme oldu/oluyor. Özdeşleşme tertibatının ilişkiselliğini ise ulusal kimliği hep yeniden üreterek sağlamaya çalışıyor. Öyle ki devlet, kişinin, kişi şahsında da ailenin inancı ve hayat biçiminin yerini alıyor.
Devlet olur da lider olmaz mı! Kuşkusuz ki, yapı devlet ise lidere çimento misyonu biçilir. Lider, geçmişin hem taşıyıcısı hem de geleceğin garantisidir. Zamanlar arasılık atfedilen özne kutsallık halesi ile örtülür.
Bu durum öyle bir noktaya gelir ki, ‘Kralın -artık- iki bedeni’ yoktur! Propagandanın kaynağı da amacı da liderdir. Kendinde varlıktır lider. Tek bedende cisimleşmiş, bir illüzyonun tam ortasında kalmış milyonlardır. Adorno’nun ifade ettiği üzere: ‘Endişeli insanlar bir yardım bulmak umuduyla hayali bir egemene yönelirler. Kendilerinin olanın vücuda gelmesi özlemle beklenir.’ Özlemle beklenen liderdir, bu.
Süreklileşmiş bir kriz rejimi olarak modernliğe biçim veren sağ radikalizm, hep bir antagonistik sınır üzerinde siyaseti icra ediyor. Örneğin son yüzyıllık süreçte yöneticiler ve tabanın ‘Batı-İslam’ çelişkisi halen güncelliğini koruyor, kriz rejimin mobilize ve tahkime ihtiyaç duyduğu her anda imdat freni niyetine işlevselleşiyor.
Bu şekilde yeşeriyor, yararsız tohum olarak ‘kolektif narsizm.’ Propaganda araçları ile büyüyor, her gün kendisini milyonlarca bedende bir kez daha onaya sunuyor. Rasyonel araçlar, irrasyonel bir amacın yani kolektif narsizmin hizmetine girdikçe, araç ile amaç arasındaki etik-politik bağ silikleşiyor.
Etik-politik bağ silikleşince siyaset, bir arada yaşama vasfını kaybedip sınıfını, imtiyazını kaybetmeme, eşitlenmekten uzak kalma haline dönüşüyor. Böylece bir arada, eşit ve adil şekilde yaşam talebi ‘mutasyona uğratılmış politik alan’ın dışına atılarak hıncın ve nefretin konusu ediliyor.
Böylece ‘biz-onlar’ ayrımı en uçlara doğru kayarak faşizmin bir örüntüsü ve göstergesini açığa çıkarır.
Nihayetinde Adorno’dan bize incelikli değil, baya bariz mesajlar vardır. Halimizi ahval eden Adorno önce bizi 1967 yılına davet eder. 1930-45 arasını izletir. 2000’li yılların serencamını gözlerimizin önüne serer. Ve 2000’lere, pek de uğurlu olmayan bir yoldan yolcular.