Ümit Kıvanç, "Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz?", p24blog.org, 16 Mayıs 2020
Salgın-karantina sonrasında nasıl bir dünyada yaşayacağımız üzerine filozofundan siyasetçisine, teorisyeninden gazetecisine pek çok insan kafa yoruyor. Tesbitler benzeşiyor, öngörüler taban tabana zıt yönlere uzanabiliyor. Yakın geleceğimize dair düşünürken, dağınık, pusulayı şaşırmış, her şeyden önce kendine güvensiz insanlar görünümündeyiz.
Galiba bunun iki temel sebebi var. Birbirleriyle yakından ilintili. Hattâ biri ötekinin de sebebi olacak kadar yakından; içten. Yarınımız hakkında özgüvenli ve sağlam bir bakış açısıyla öngörüler geliştiremeyişimizin ilk sebebi, bugün -ve yakın geçmiş- hakkında doğru dürüst düşünmemiş oluşumuz. Oysa çok önemli gelişmeler oldu, hayatımızı şekillendiren ve şekillendirecek olan. İkinci sebepse, bütünlüklü siyasî-toplumsal düşünce sistemi, tutarlı bakış açısıyla, hep birlikte geleceğimizi kurabileceğimize dair inancın yok oluşu. Ki, bugüne ve yakın geçmişe doğru dürüst eğilmeyişimiz de muhtemelen bunun sonucu. Başımıza neler geldiğini ve gelmekte, getirilmekte olduğunu merak etmiyoruz, çünkü etsek de işe yaramayacağını varsaydığımız görece bilinçli anlarımız dışında, bu merakı kaybetmiş gibiyiz. Toplum halinde yaşadığımız duygusuyla birarada varolmaya yazgılı böyle bir merak, herkesi yalnız kendinden sorumlu olduğuna inandıran günümüz ideolojisi tarafından kağıt çöpüne atıldı.
Niye cam-şişe çöpüne değil? Bilmem. Fark etmez. O da olurdu. Kararla eylem arasında mantık bağı mı olmalı? Post-modern zamanlardayız…
Büyük anlatılar - cin fikirler
İnsanlığın “büyük anlatı”lara güvenini kaybetmesi ya da tersten söylersek, bütünlüklü büyük sistemler öneren “büyük anlatı”ların insanları ikna kabiliyetini yitirmesi, post-modern ortamın havailiği içerisinde, sevinçle karşılandı: Artık otoriter-totaliter rejim projeleri insanlık idealleri olarak sunulamayacaktı. “Tarihin sonu” ilan edildi. Ve Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla bu saçmalık mümkün en sağlam kanıtına kavuşmuş sayıldı. Oysa böylece başlayan düşünsel-siyasî rehavetin gerçekte insanların pek azı için sahici rahatlık anlamına geleceği zamanla ortaya çıktı. İnsanlar arasında eşitsizliğin yıldırım hızıyla arttığı bir dönemde, kapitalizmin temel direği orta sınıfın bireylerine, gerçek olmasa bile, “oh ne güzel, gönlümüzce yaşayabiliyoruz” duygusu aşılayabilmesi, herhangi bir ideolojinin tarih boyunca elde ettiği en büyük başarılardan biri olarak, 20. yüzyıl sonu-21. yüzyıl başı kapitalizminin tarihine yazıldı. Tâbiri istediğimiz kadar esnetelim, gönlünce yaşayabilen, insanlığın beşte biri bile değilken, muazzam bir tüketim ve eğlence çılgınlığı gezegen talanıyla elele koşar ve aynı esnada acımasızca sömürü ve eşitsizlik düzeni dünya nüfusunun büyük kısmını kasıp kavururken, insanlık durumu üzerine düşünenlerin pek azı, eşitlik ve adalet ideallerine ulaşma konusunda kafa yorar oldu. Bunu yapanların da pek azı, siyasî sonuç ve faaliyete, eyleme yönelik bakış açısı doğurmadıkça anlam taşımayan, sivri ve spektaküler “cin fikir”leri etrafa saçmanın ötesine geçebildiler.
Bildik sosyalizmin seçenek olmaktan çıkışı
Toplumsal yaşam tercihi olarak elbette kapitalizmin en ciddî alternatifi olan sosyalizmin dünya çapındaki itibar kaybının meşru sebepleri var. En son Kızıl Khmer’ler deneyiyle birlikte, aklı başında ve vicdan sahibi herkes için seçilebilir alternatif olmaktan çıkan bir tür sosyalizmin, gelmiş geçmiş en sağlam insanlık yorumu ve toplumsal önerinin bağrında nasıl filizlendiğini izah etmekte yetersiz, çevreye verilen zararı giderme konusunda isteksiz davranan yerleşik sosyalist-komünist partiler ve hareketler, yavaş yavaş silindi gitti. Böylece meydan, Sovyet ve Çin bürokratlarından çok daha acımasız, vicdansız, üstelik daha becerikli kötü adamlara kaldı. Britanya işçi sınıfını Margaret Thatcher, Türkiye’deki işçi hareketini 12 Eylül’ün ezdiği yıllarda genel olarak sol, özel olarak sosyalist hareketler bugünkü cılız hallerinde değillerdi. Ancak baskı ve ardından gelen eziyet yoksul ve yoksunları sola ve sosyalizme yöneltmedi. Ardından da, milliyetçiliğin, dinci hareketlerin yükselişi geldi, doğabilecek yeni alternatif enerjiyi emdi.
Sol bütün bunları emperyalizmin oyunlarıyla, burjuvazinin dümenleriyle, devletlerin baskılarıyla açıklayıp kendi sorumluluğundan sıyrılmaya çalıştı. Kendisini toplumla irtibat halinde tutan bağları da sıyrıldığı kılıflar birlikte yerde bıraktı. Gündelik siyasete etki etmeyi, topluma seslenmeyi kendisi için aslî sorumluluk olmaktan çıkardı. Sosyalist hareketler, yaşanan muazzam altüst oluşa dair doyurucu açıklamalar getirmek, “somut şartların somut tahlili” konusunda uğraşmak ve kapsayıcı, ikna edici, sağlam ve ahlâken güçlü siyaset önerileri geliştirmek yerine, kendilerini bütünüyle tecrit eden, bambaşka -olmayacak- bir söylem benimsedi: Biz hep doğruyduk, şimdi de haklıyız, halklar bizi anlamıyor. Böylece siyaset dışı kaldılar. Türkiye, 24 saat siyaset tartışan, varlığını, kimliğini siyasetle tanımlayan insanların, büyük bedelleri de göze alarak. topluca, bu anlamda apolitik bir kütle oluşturmaları açısından tipik örneklerden.
Bunlar, üzerine panel-konferans tertiplenecek genişlikte mevzular. Ancak şimdi konuşacaklarımız için böyle bir geri planın hatırlatılması elzemdi. Esas konu etmek istediklerime geçebilirim.
Safsatalar, uydurma analizler
Teknolojik gözetim-denetim distopyaları ve dayanışma ütopyaları arasında, çok geniş yelpazeye yayılmış gelecek tahmin ve öngörüleri ortalıkta bol bol dolaşırken en çok eksikliği çekilen, aslında bugüne dair sağlam tesbitler. Bu açıdan, Fransız filozof Jacques Rancière ile yayıncı-aktivist Eric Hazan’ın yaptığı söyleşiden oluşan ve Metis’in Diyaloglar dizisinden yayımlanan kitap, Nasıl Bir Zamanda Yaşıyoruz?, içerdiği önemli tesbitler ve kaçınılmaz tartışmalar için sunduğu zeminlerle, pek değerli bir kaynak. Rancière, Hazan’ın sorularını 2016 Ağustos’u ile 2017 Şubat’ı arasında cevaplamış. Yani daha korona virüsü salgınına çok var. Ancak bugün yakın geleceğe dair düşünürken hesaba katılması gereken ne varsa neredeyse hepsi çoktan ortada.
Rancière, -bendeniz de dahil- solcuların hoşuna gitmeyecek birçok söz ediyor. Ancak bir yandan da görülüyor ki, muhalif, alternatif, kabaca “sol” fikriyat, hissiyat ve siyaseti saplandığı bataktan çıkarmaya uğraşıyor, çünkü eşitlik fikri karşısında “dehşet”e kapılan yerleşik sistemle mücadeleye niyeti olanlara sesleniyor. Rancière’in birçok tesbiti silkeleyici, uyandırıcı, zihin açıcı, sağlıklı tartışmalara yolaçıcı. Bu yüzden, kendisi incecik, içeriği yüklü bu kitapla biraz ilgilenelim.
Fransız filozof, durum tesbiti ve yakın geleceğin siyasetini tasarlamak için öncelikle bazı kabullerin terk edilmesi gerektiğini ileri sürüyor: “Tahakküm dünyasının kendi yıkımını ürettiği, ‘katı olan her şeyin buharlaştığı’ ve eski düzeni ayakta tutan kurum ve inançların ünlü ‘bencil hesapların buzlu suları’nda kendiliğinden eridiği yönündeki eski Marksist fikirleri artık bir kenara bırakmak gerekiyor.” Rastgele bir reddiye değil bu. Rancière, “Bu mantığa göre,” diye izah ediyor, neden bu kendiliğinden çöküş iddiasını terk etmek gerektiğini, “devletler, parlamentolar, dinler ve ideolojiler bizzat kapitalizmin gelişmesiyle ortadan kalkacaktı. Bugün bile ‘neoliberalizm’ hakkındaki hâkim söylem, neoliberalizmde ekonomik tahakkümün tüm inanç ve kurumların çözülmesiyle kendini çırılçıplak gösterdiği ânı görüyor. Oysa olgulara bakılırsa, hep daha fazla devletimiz -ve üst-devletimiz- ve hep daha fazla hükümetimiz var, temsilî sistem kendi doğal antidemokratik eğilimini izleyerek durmadan güçleniyor, ‘liberal’ kapitalizm sürekli yeni kural ve normlar dayatıyor, din bugün o bilinen kitlesel rolünü oynuyor. Gerici ideolojiler gibi milliyetçilik ve etnik ayrımcılık da son yirmi-otuz yılda çok güçlendi.”
Hemen bunların ardından ekliyor Rancière, şu anda bu yazıyı okuyanların haklı olarak kaşlarını kaldırışını ve “ama!?” diye itiraza girişmesini görür gibi: “Hâkim dünyanın halinin bir vakıa olduğunu ama düşüncemizin ona göre hizalanmak mecburiyetinde bulunmadığını, aksine ona karşı mücadele edenlerin enerjisinden beslendiğini gayet iyi anlıyorum.” Sonra, benim de bütün bunları aktarmama yolaçan asıl sebebi ortaya koyarak, şu sözleri ilave ediyor: “Yine de sözkonusu enerjilerin safsatalardan, mevcut hale ilişkin tümden uydurma analizlerden beslenmemesi lazım.”
Nedir bu “safsata”lar? Filozofa göre, meselâ, “kapitalist ve devletçi oligarşilerin kaydettiği hoyratça ilerlemeler”i, bunların “gitgide daha çıplak ve güçsüz olduklarının birer işareti” saymak, “demokrasinin uğradığı yenilgileri nihaî mücadeleye kapı aralayacak yanılsamaların yıkılışı olarak gör[mek]”, esas olarak, “tahakkümün tarihini çıplak gerçeklik karşısında yok olup gitmeye mahkûm bir görünüşler dünyasının tarihi olarak yorumla[mak], tarihsel evrimi kendi arzularının hizmetine sok[mak]”… İşte “bu mantığın dışına çıkmak gerekiyor”.
Sizi bilemem de, bana anlatılan bizim hikâyemizmiş gibi görünüyor.