| ISBN13 978-605-316-162-2 | 13x19,5 cm, 320 s. |
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et | | Önsöz, s. 15-21 Dünya tarihindeki en uzun ömürlü (takriben 1300’lerden 1922’ye) fakat en az incelenmiş ve anlaşılmış hanedan devletlerinden biri olan Osmanlı Devleti’nin doğuşu ve yükselişi, konu hakkında nispeten varılmış bir mutabakat ve sessizlikle geçen onlarca yıldan sonra tartışmaya açık bir soru olarak yeniden tarihçilerin gündeminde. On üçüncü asrın sonlarında Anadolu’nun batı hudutlarında ‘Osman adında birinin önderlik ettiği ve “Osman”lı hanedanının kontrolü altında birkaç nesil içinde kendi emperyal kimliğinin farkında merkezî bir devlete dönüşen bu siyasî girişimin büyüleyici inkişafının ardında yatan amilleri ya da (terimin pozitivist dönem sonrasındaki anlamıyla söyleyecek olursak) nedenleri tarif etmek için yirminci yüzyıla kadar herhangi bir teşebbüste bulunulmamıştı. Yalnızca fizikî değil aynı zamanda siyasî ve kültürel olarak da İslam ve Bizans coğrafyasındaki müesses nizamların dışında kalan Osmanlı Beyliği, bu iki dünya arasında küçük bir uç mevkiini tutarken; Osmanlı İmparatorluğu, 1453’te İstanbul’un fethinden sonra kendisini Doğu Roma İmparatorluğu’ nun vârisi ve İslam dünyasının önderi olarak takdim etmişti. Tarihçiler, ilk kez on beşinci yüzyıl sonlarına doğru, yani Osmanlı hanedanına ismini veren ‘Osman’ın (ö. 1324?) tarih sahnesine çıkışından bir buçuk asır sonra yazıya geçirilmiş, uçlarda yani sınır boylarında ağızdan ağıza dolaşan anlatılardaki söylenceleri basitçe tekrarlamaktaydı. Osmanlı gücünün doğuşu hakkında Herber A. Gibbons’ın 1916’da kaleme aldığı tartışmalı bir kitapla başlattığı ilmî münakaşa 1930’larda Fuad Köprülü ve Paul Wittek’in yazdığı iki mühim çalışmanın yayımlanmasına kadar devam etti. [1] Köprülü ve Wittek’in bu çalışmalarıyla tabiri caizse konu hakkındaki içtihat kapısı kapanmış oldu. Özellikle de Wittek’in, kuruluş devrinde Osmanlılar arasında yaygın olduğunu iddia ettiği gaza ruhuna (ki talihsiz bir şekilde “Kutsal Savaş ideolojisi” olarak çevrildi) hayatî bir önem atfeden “gaza tezi” kısa bir süre içinde ders kitaplarının değişmez doğrusu halini aldı. Bu, Bizans’ın son demlerindeki veya ortaçağ Türk tarihindeki daha geniş gelişmeler bağlamında bu dönemi de kapsayan önemli çalışmaların yapılmadığı anlamına gelmiyor. Ancak özellikle gaza tezi ile ilk dönem Osmanlılarının tavırlarında sergilediği bizimseyicilik (inclusiveness) ve dinî lakaytlık (latitudinarianism) arasında çelişkiler olduğunu saptayan ve bu çelişkiler temelinde genel kabul görmüş görüşlere itiraz eden bir dizi çalışmanın yayımlandığı 1980’ lere kadar –pek akis yaratamamış birkaç örnek müstesna olmak üzere– doğrudan bu konuyla ilgili herhangi bir tartışma gerçekleşmedi ve hiçbir yeni hipotez ortaya konmadı. Bu kitap kısmen, son derece önemli ve ilginç bir meselenin tarihçilerin gündemine yeniden girdiğini görmekten duyduğum hazzın, kısmen de bu yeni çalışmalarda işaret edilen bazı cihetlerden duyduğum rahatsızlığın sonucu olarak ortaya çıktı. Mevzunun gündemden düşüp yeniden gündeme gelmesi, dünya tarihçiliğindeki ve Osmanlı çalışmalarındaki genel eğilimlere paralellik arz ediyor. Bu meseleye olan ilginin azalması, Osmanlı arşivlerinin araştırmacılara açıldığı ve sonrasında arşiv bazlı araştırmaların cazibe kazandığı zamana tesadüf eder. Her şeyden evvel ilk dönem Osmanlı tarihiyle ilgili mevcut malzemeler ile on altıncı yüzyıl ve sonrasından kalan malzemeler arasında nicelik olarak muazzam bir fark vardır. Hâlâ elimizde ‘Osman zamanından kalan ve hakikiliğinden kuşku duyulmayacak bir vesika yoktur, zaten on dördüncü asırdan kalanların sayısı da fazla değildir. Ayrıca arşivlerin açılmasından evvel kullanılan kaynaklar çoğunlukla söylencelerden, menkıbelerden, kronolojik takvim ve “tevarih” denen tarih eserlerinden ibaretken, sonraki yüzyıllardan kalan evrak, ender bulunur nicel dakikliğe sahip sosyal tarih ve iktisat tarihi araştırmalarına elverecek niteliktedir. Tabiatıyla böyle bir malzeme, dünya genelinde sayısal ölçüme dayalı sosyal ve ekonomik tarihçiliğin artan itibarına öylesine tevafuk etmiştir ki, Wittek ve Köprülü’nün nesli nazarında en makbul uzmanlık sahalarından biri olan tarihsel dilbilim (filoloji) gibi, Osmanlı “menşe” lerini incelemek de cazibesini kaybetmiştir. Osmanlı çalışmaları sahası, teorik mülahazaları kullanmak konusunda öteden beri sahip olduğu gönülsüzlüğünü sürdürüyor olsa da, olayların sıralanışı tarzı kronolojik tarih anlayışı karşısında yapılara vurgu yapan yaklaşımın kazandığı zafer, Osmanlı tarihçilerini dolaylı olarak etkilemiştir. [2] Bununla birlikte, daha yakın dönemdeki bazı entelektüel akımlar, “menşeler”, “şecere” ve “olaylar dizimi” gibi mevzular üzerinde yeniden artan ama bu kez yeni bir tarzda cereyan eden ilgiyi ortaya koyuyor. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanının 1980’lerde gördüğü alaka ve itibar, bu yeni havaya örnek teşkil eder. Burada, tarihî hakikate önem veren bir akademik kaygı çerçevesinde oluşturulmuş tarih sahnesinden ve bunun verdiği lezzetten ziyade, romana içkin başka bir şeyden, yani olay örgüsünden bahsediyorum. Eğer Baskervilleli keşiş dedektif William, manastırdaki baş kütüphanecilerin görev yıllarını araştırmış ve geleneksel bir tarihçinin yapacağı gibi kütüphaneyle ilgili olayların sırasını kronolojik bir düzen içerisinde takip etmiş olsaydı, Burgoslu Jorge’nin bir numaralı şüpheli olması gerektiğini çok daha önceden keşfederdi. [3] Entelektüel zemindeki bu eğilime, bir zamanlar sayısal veri ihtiva eden kayıtlara nazaran değersiz addedilmiş anlatı kaynaklarına yeniden yönelen bir alaka eşlik ediyor. Tarihçiler vaziyeti tersine çevirerek artık arşiv belgelerini ve hatta tahrir defterleri gibi önceki tarihyazımında veri bankaları olmaktan fazlası olmadıkları düşünülmüş kuru kayıtları dahi edebî eleştiriye ya da anlatı analizine tabi tutmakla meşgul. [4] Osmanlı çalışmaları içindeki eğilimlerin tespitini yalnızca dünya tarihçiliğinde yaşanan gelişmeler bağlamında yapmamak lazım. Bir kere Osmanlı tarihçileri, kavram ya da tartışma imal etmekten veya imal edilmekte olanlara hemen iştirak etmekten ziyade imal edilmiş olanları çok sonraları takip ettiklerinden, Osmanlı tarihçiliği ile dünya tarihçiliği neredeyse hiçbir zaman eşzamanlı yürümemiştir. Bunun yanında, başka her yazım türü gibi, içinde bulunduğu zamanın sosyokültürel ve ideolojik bağlamına ne ölçüde bağlandığına bakarak incelenmesi gereken tarihyazımı, evrimleşen bir entelektüel/ ilmî gelenek içinde belirli bir zamanı temsil eder. Klasik dönem uzmanı merhum Sir Moses Finley’nin Antik Çağ Köleliği ve Günümüz İdeolojisi adlı eserinde gösterdiği üzere, incelenmekte olan dönemin zaman olarak uzaklığı, bugünün meselelerinin etkisine karşı ona illa da bir bağışıklık kazandırmaz. [5] Osmanlı ve Türkiye çalışmalarında da, girişilen tarih incelemesindeki ideolojik boyutun yoğunluğunun zamanda geriye gidildikçe azalmadığı muhakkaktır. Aslında Türklerin Anadolu’ya göçüyle burayı istilası ve sonunda daha önce Bizans İmparatorluğu olan topraklar üzerinde Osmanlı gücünü tesis etmesi, elinizdeki kitapta anlaşılacağını ümit ettiğim sebeplerden ötürü, ideolojik yüklerle en dolu konulardan biri olmalıdır. Bu kısmen, dümdüz tarih metinlerine nazaran kuruluş dönemi (Osmanlılardan evvelki dönemle Osmanlıların ilk zamanları) ile ilgili tarihçilik hakkında son dönemde çok daha fazla çalışmanın yapıldığını görmekten kaynaklanıyor olabilir. Esasında gaza tezine dair mütalaaların devam etmesi, tarihçilikteki bu envanter belirleme çabalarının parçası olarak görülebilir. [6] Bu kitap kısmen, Osmanlı Devleti’nin doğuşu meselesi ve bu meselenin tarih çalışmalarında ele alınış biçimi üzerine mufassal bir tarihçilik denemesidir. Kitap aynı zamanda, Osmanlı tarihi çalışmalarıyla kurulan bu diyalog üzerinden, Osmanlı gücünün oluşmasını sağlayarak on dört ile yirminci yüzyıllar arasında Güneybatı Asya ve Güneydoğu Avrupa’nın kaderlerinin şekillenmesinde mühim bir rol oynayan Ortaçağ Anadolusu’ndaki uç muhitini, kendine has sosyal ve kültürel amilleriyle birlikte yeniden bir değerlendirmeye tabi tutmaya girişiyor. İslam araştırmalarının farklı dallarındaki tarih incelemeleri için çeviriyazım (transliterasyon) daima bir sorun teşkil eder. Bu çalışmada kullanılan kaynakların hemen hemen tümünde olduğu gibi Arap alfabesiyle yazılmış eski Türkçe malzemeleri standart bir imlaya kavuşturmak özellikle güçtür ve hangi çeviriyazım sistemi tercih edilirse edilsin estetik açıdan nahoş olmakla maluldür. Ancak benim için isimler ve kelimelerin kitap boyunca kısa yoldan modern imlalarını kullanmak anakronik olması hasebiyle daha nahoştur. Yine de tarih ve coğrafya atlaslarında veya ansiklopedik eserlerde bulunmasını kolaylaştırabileceği düşüncesiyle, yer isimlerini (ör. Konya) ve beyliklerle (ör. Karaman) devletlerin (ör. Abbasi) adlarını modern biçimleriyle vermeye karar verdim. “Sultan”, “kadı” gibi kelimeleri, eğer bir bireyin isminin parçası değil ise çeviriyazıma tabi tutmadım. Bunun dışında tüm birey isimleri ve ıstılahlar transkripsiyon usulüyle yazılmıştır. Arapça birleşik isimlerin yazımını, eğer Türkdilli Anadolu/ Balkan dünyasına atıfla kullanılıyorsa şu örnekteki gibi sadeleştirdim: “Burhan el-Din” yerine “Burhaneddin”. Diğer pek çok kitap gibi bu kitap da yazarı için uzun bir serüven içerisinde şekillendi. Yol boyunca birçok arkadaşım ve meslektaşımın yorumlarından, yönlendirmelerinden, teşvik ve ikazlarından istifade edecek kadar şanslıydım. Burada aralarında Peter Brown, George Dedes, Suraiya Faroqhi, Jane Hathaway, Halil İnalcık, Ahmet Karamustafa, Ahmet Kuyaş, Joshua Landis, Roy Mottahadeh, Gülru Necipoğlu, Nevra Necipoğlu, Irvin Schick, Ruşen Sezer, Şinasi Tekin, İsenbike Togan ve Elizabeth Zachariadou’nun bulunduğu isimleri zikretmekten kıvanç duyarım. Kitabı oluşturan metni dikkatlice okuyup özenli yorumlarıyla son şeklini almasında büyük yardımları olan Cornell Fleischer’a özellikle müteşekkirim. Bu isimler, sadece bilinçli olarak yaptıkları müdahalelerle değil, aynı zamanda kendi amaçlarım doğrultusunda kendime mal ettiğim ve belki de eğip büktüğüm tesadüfî yorumları ve umumî mülahazalarıyla da kitabın oluşmasına ne denli katkıda bulunduklarının muhtemelen farkında değildir. Umarım bu kitabın okurları da, yağmanın, sonunda iyilik olan bir davaya hizmet sanısı ya da sanrısıyla uyum içerisinde bir arada olabileceğini kabul edeceklerdir. Osmanlı Devleti’nin doğuşu meselesiyle ilgili tarihçiliğe dair mülahazalarımın eleştirel tonu, burada çalışmalarını incelediğim tüm bu araştırmacılara karşı duyduğum derin minnettarlığı ortadan kaldırmaz. Onların bulguları ve görüşleri, onlarla hemfikir olmadığım zamanlarda dahi, benim için keyifli pek çok güzergâh ve kapı açmıştır. Buradaki iddialarımın bazı ham ve kısmî versiyonlarını, verdikleri cevaplarla inceltmem gereken ifadelere ve değiştirmem gereken istikametlere yoğunlaşmamı sağlayan muhataplar huzurunda bana sunma fırsatı tanıdığı için Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Araştırmaları Bölümü’nde düzenlenen Brown Bag Lunch konuşma dizisine, Saint Louis’deki Washington Üniversitesi’ne, Türkiye’deki Amerikan Araştırma Enstitüsü’nün İstanbul merkezine ve İstanbul’daki Murat Sarıca Kütüphanesi atölye çalışmaları serisine de teşekkürlerimi sunarım. Notlar [1] Herbert A. Gibbons, The Foundation of the Ottoman Empire, Oxford, 1916; Mehmet Fuad Köprülü, Les origines de l’empire ottoman, Paris, 1935; Paul Wittek, The Rise of the Ottoman Empire, Londra, 1938. Metne dön. [2] Bu konudaki yeni bir yaklaşım için bkz. Halil İnalcık, “Comments on ‘Sultanism’: Max Weber’s Typification of the Ottoman Polity”, Princeton Papers in Near Eastern Studies I (1992): 49-72. Metne dön. [3] Kitaptaki kötü karakterin isminin, (her ne kadar Umberto Eco, Postscript to the Name of the Rose [İngilizce çev. W. Weaver, San Diego, 1984, s. 28] adlı eserinde bu karakterin bir katile dönüşeceğinden başlangıçta habersiz olmuş olabileceğini iddia etse de) postmodern yazarların tarihe ve anlatıya en karşıt ismi olan Jorge Luis Borges’i çağrıştırması bir hayli münasip görünüyor. Metne dön. [4] Bkz. Peter Burke, The Historical Anthropology of Early Modern Italy: Essays on Perception and Communication, Cambridge, 1987; Natalie Zemon Davis, Fiction in the Archives: Pardon Tales and Their Tellers in Sixteenth-Century France, Stanford, 1987. Metne dön. [5] Sir Moses Finley, Ancient Slavery and Modern Ideology, New York, 1980. Metne dön. [6] Halil Berktay, Cumhuriyet İdeolojisi ve Fuat Köprülü, İstanbul, 1983; aynı yazar, “The ‘Other’ Feudalism: A Critique of Twentieth Century Turkish Historiography and Its Particularisation of Ottoman Society”, yayımlanmamış Doktora Tezi, University of Birmingham, 1990; Martin Strohmeier, Seldschukische Geschichte und türkische Geschichtswissenschaft: Die Seldschuken im Urteil moderner türkischer Historiker, Berlin, 1984; Michael Ursinus, “Byzantine History in Late Ottoman Turkish Historiography”, BMGS 10 (1986): 211-22; aynı yazar, “‘Der schlechteste Staat’: Ahmed Midhat Efendi (1844-1913) on Byzantine Institutions”, BMGS 11 (1987): 237-43; aynı yazar, “From Süleyman Pasha to Mehmet Fuat Köprülü: Roman and Byzantine History in Late Ottoman Historiography”, BMGS 12 (1988): 305-14. Gary Leiser’in çevirileri de, özellikle açıklamalar, ilave dipnotlar ve her ne kadar eleştirel olmasa da giriş kabilinden yazılarla genişletilmeleri hasebiyle kısmen benzer bir durum değerlendirmesi amacına hizmet eder. Bkz. A History of the Seljuks: İbrahim Kafesoğlu’s Interpretation and the Resulting Controversy, Carbondale and Edwardsville, 1988; Mehmet Fuad Köprülü, The Origins of the Ottoman Empire, Albany, 1992; aynı yazar, Some Observations on the Influence of the Byzantine Institutions on Ottoman Institutions, Ankara, 1993; aynı yazar, Islam in Anatolia after the Turkish Invasion, Salt Lake City, 1993. Gaza teziyle ilgili eserler için ileride 1. Bölüm’deki 56 numaralı dipnota bakınız. Metne dön.
|