Emek Erez, "Zamanın kokusunu nasıl duyacağız?", Gazete Duvar, 1 Kasım 2018
Günümüzde zaman, içinde kaybolup gittiğimiz, dönüp durduğumuz, yetişemediğimiz, tutamadığımız, hissedemediğimiz bir şeye dönüşüyor. Gittikçe bizden uzaklaşan, farkında olmadığımız anlar, deneyime yer vermeyen yaşanmışlıklar, sanki dâhil değilmişiz de hayatımız akıp gidiyormuş hissi veren bir zaman durumu bu.
Byung-Chul Han’ın, Zamanın Kokusu: Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme, geçtiğimiz günlerde Metis Yayıncılık tarafından, Şeyda Öztürk çevirisiyle basıldı. Yazar bizi bu sefer yukarıda bahsettiklerimiz üzerine düşündürürken, zaman üzerine ayrıntılı bir tartışma sunuyor ve konuyu edebiyat ve felsefe metinleri üzerinden, eleştirel bakışı hiç eksik etmeden tartışıyor. Byung-Chul Han, zamanın bozulmasını ve bundan kaynaklı olarak varlığın içerisinde bulunduğu krizi konu ediyor. Zamanın içerisinde bulunduğu bu kriz hâlinin insan varlığı üzerindeki etkilerini incelerken, özellikle hareketin hâkim olduğu, dur durak bilmeden çalışılan, denetimli “boş zaman”ın içerisine hapsolmuş bir yaşamın, bizi “derin düşünme”den yoksun, “sürem”i olmayan, bulunma duygusunu hissetmediğimiz, yönsüz, bitimsiz bir hayata mecbur ettiğinin altını çiziyor.
Zamanı neden hızlı algılıyoruz, tarihsel zaman nedir, doğru veya iyi zaman mümkün mü? Hedefsiz bir zamanda dolaşıp durmak ne anlam ifade ediyor? Zamanın kokusu var mıdır? Çalışmanın tüm zamanı kapladığı kapitalist dönem varlığı nasıl etkiledi? Gibi onlarca soruya cevap arayan yazar, Nietzsche, Heidegger, Hegel, Arendt, Proust, Bauman gibi yazar ve düşünürlerin fikirleriyle birlikte konuyu tartışarak, zaman üzerine düşünüyor ve okuru da tartışmaya dâhil ediyor.
Doğru veya iyi zaman yokluğu
“İnsanlar yaşlanmadan, yaş alıyor” diyor, Byung-Chul Han ve bu konunun beden politikalarıyla ilişkisini akla getiriyor. İnsan bedeni artık çeşitli müdahalelerle zamanın onun üzerine bıraktığı izlerden yoksun olarak var oluyor ve bu nedenle zaman bitimsiz bir hal alırken, kitapta da bahsedildiği gibi, “zamanında ölmeyi beceremeyen” bir tür haline geliyoruz ve “uygunsuz zamanda yok olma” hissini taşıyoruz. Çünkü bedenimizde yaşamsal iz taşımamak için elimizden geleni yapıyoruz. Ve bu zamanı değilmiş hissi bitimsiz bir zaman tahayyülü ortaya çıkarıyor. Metindeki şu cümleler bu konuda biraz daha açıklayıcı olabilir: “Yaşam anlamlı bir bitmişliğin her tür formundan yoksun bırakıldığında, uygunsuz zamanda sonlanır.” Çünkü kapanış yok, hikâye genellikle başlangıçlarla temsil ediliyor ve böylece yazarın ifadesiyle, “yaşam uygunsuz bir zamanda kesiliyor.” Uygunsuz zamanda yok olup gitmeye karşı tamamen farklı bir ölüm tarzını çağırır Zerdüşt diyor Byung-Chul Han; “Bir çok insan çok geç ölürken, bazıları çok erken ölür. ‘Zamanında öl!’ öğretisi daha yabancı geliyor herkese. Çünkü ‘Hiç zamanında yaşamamış birisi nasıl zamanında ölsün ki?’” Zerdüşt’ün sorusu epey anlamlı değil mi, kendi zamanının farkında olmayan, yaşlanmadan var olan ve her yaşın kendi içerisindeki “sürem”ini duyumsamayan bir varlık için ölüm hep zamansız olacaktır. Byung-Chul Han’ın “doğru zamanın kaybı” olarak işaret ettiği biraz bununla ilgili sanırım. Ayrıca ritmi olmayan, dayanaksız, istikametsiz, açık akıp giden olarak tahayyül etmememiz de iyi veya doğru zamanı kaybetme nedenlerimiz arasında. Bu nedenle zaman, insan yaşamından kaybolmuş, yokluğunu ilan etmiş gibi görünüyor. Byung-Chul Han’ın deyimiyle: “Zaman tüm ritmini kaybettiğinde, herhangi bir dayanağı ve istikameti olmadan açıklığa doğru akıp gittiğinde, doğru veya iyi zaman da ortadan kaybolur.” Çünkü zamanı akıp giden bir şey olarak düşündüğümüzde, duraksız, aralıkları olmayan, hissedilmeyen, tutulamayan bir hâle gelir.
Tarihsel bir zaman hattı
Byung-Chul Han tarihsel zamandan bahsederken onun bir hat üzerinde ilerlemesinden bahsediyor. Böyle bir zaman tahayyülü zamanı geleceğe doğru atar ve tarih öncesi insanının aksine şimdiye değil gelece yönelik olarak yaşarız. Yazar tarihsel zamanın doğrusal olduğundan bahsederken, böyle bir zaman algısının geçmişi ve geleceği birbirinden uzaklaştıracağından şimdiyi tözsüz bir geçiş noktası durumuna taşıyacağından bahsediyor. Bunun anlamı kendi içinde bulunulamayan an anlamına gelebilir belki. Sanki yokmuş gibi, duyumsamadığımız, kayıp bir zaman gibi. Doğrusal zamanın Eskatolojik zaman ile farkını da ortaya koyan yazar, bu zaman öğretisinde daha çok dünyanın sonu üzerinde durulduğuna, insanın özgür olmayan tanrıya tabi bir varlık olduğuna, geleceğin bir fırlatılmışlıkla ifade edildiğine değiniyor. Aydınlanma döneminin ucu açık gelecek tasavvuru ise insanın aklının ilerlemesiyle, yeniye doğru bir zaman anlayışı ortaya çıkarırken, insan artık özgür bir özne pozisyonu kazanıyor. Bu tahayyül oluşsallık içerisinde değil, daha çok insanın öznelliğinde bir “ilerleme” fikriyle bütünleşiyor. Bu dönemde insan zamanın efendiliğini tanrıların elinden alıyor. İnsan yanlı bakıldığında olumluymuş gibi görülebilecek bu durumun, yazarın deyimiyle, “bu rejim değişiminin” sonuçları çok olumlu görünmüyor. Bu durum zamanı bozuyor, şimdiye ve zaman değişimine dair dayanak kaybediliyor. İleriye yönelik tarihsel zaman, bulunmanın ve “sürem” duygusunun olmadığı, bir hedef çerçevesinde ileriye atılan bir zaman algısı ortaya çıkarıyor. Bu hedefe yönelik durum hızı da devreye sokuyor çünkü daha çabuk ulaşmak için daha hızlı olmak gerekir. İşte Byung-Chul Han tüm bunları sorgularken zamanın tarih içerisinde değişen anlamlarıyla birlikte bu durumun insan varlığına dair ortaya çıkardığı sorunları da anlatısına taşıyor. Ve insanın oluşunda zamanın etkisi üzerine derinlemesine bir tartışma sunarken, bunun hem yaşamsal hem de toplumsal politik deneyimlerimizde nasıl etkisi olabileceği üzerine düşünmemizi sağlıyor.
Zaman kokan saat
Byung-Chul Han’ın, Zamanın Kokusu: Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme adlı kitabı zaman meselesini tartışırken pek çok ilginç örnekle de okuru buluşturuyor. Bunlardan birisi de Çin’de kullanılan hsiang yin adı verilen, on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar kullanılmış tütsülü saatler. Bu saatlerde tütsü bir zaman ölçüm aracı olarak kullanılırken, düşünüre göre su veya kum kullanılan saatlerden pek çok açıdan farklılaşıyor çünkü ona göre: “Koku salan zaman akıp gitmez. Hiçbir şeyin içi boşalmaz böyle bir saatte. Tersine, tütsünün kokusu odayı doldurur. Evet, zamanı mekânsallaştırır, ona sürem görüntüsü verir böylece.” Yani böyle bir anda oda dolusu zaman gibi bir durum yaşanır, zaman akıp giden bir şey olmanın ötesine geçerek, bulunan, mekâna dolan bir şey biçimi kazanır, tütsü zamanın kokusu hâline gelir. Ayrıca bu saatte tütsü yandıkça ortaya bir mühür ile birlikte felsefi yazı ve şiirler çıkıyormuş. Bu yazı ve şiirlerin de etkisiyle zaman kalıcı bir hâle bürünüyor çünkü o an bir şekilde yazılmış bir duruma da geliyor, bununla birlikte bir “sürem” duygusu oluşuyor ki pek çok şiire de konu olmuş. Mesela Çinli şair, Hsieh Chin bu konuda şöyle yazmış:
“Tütsü mühründen yükselen duman
Kokulu bir ikindinin geçişini imliyor.”
Şairin hissiyatı zamanın geçişine duyulan bir hüzünden çok o ânın kokusuna gönderme yapıyor çünkü orada olduğunu duyuyor ve zaman varlık kazanıyor. Geçip gitmiyor, kaybolmuyor ve içerisinde bulunma hissini yaşatıyor. Byul-Chul Han, “zamana ait bu kokular anlatıya değil, derin düşünmeye dairdir. Birbiri ardına gelecek şekilde bölünmemişlerdir. Aksine kendi içlerinde sükût ederler” diyor. Kokunun bütünlüğü zamanın sıraya sokulmadan, o ânın içerisinde dağılmasını sağlıyor ve derin düşünmeyle ilişkileniyor, orada duruyor varlığa temas ediyor ve kendisiyle birlikte zamanın içerisinde duranı da duraksatıyor diyebiliriz sanırım ki yazar zaman ve derin düşünme ilişkisini de kitapta detaylıca işliyor.
Byung-Chul Han, Zamanın Kokusu: Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme adlı kitabını, konuya dair diğer metinlerden ayıran şey, bu konudaki eleştirilerin daha çok hız ile ilişkilenmesini yeterli bulmaması. Ona göre hız meselesi zaman krizinin sadece bir belirtisi bu nedenle o bu konuda çok yönlü bir eleştiri geliştirmeye çalışıyor. Farklı dönemlerde zamanın değişimini, başka düşünürlerin fikirleriyle bir araya getirerek, şimdimizde yani vahşi kapitalizmin sonuna kadar varlığını hissettirdiği bir çağda varlık ve zaman krizi arasındaki bağlantıyı bulmaya çalışıyor. Özellikle çalışmanın kutsandığı, bireye ait zamanın “boş zaman” adı altında denetimli olarak var olabildiği bugünümüz üzerine düşündürmeye çalışıyor.
Kısacası metin, zamanını kaybeden insanı, boşlukta dolaşıp durmaya mahkûm bir yaşamı, anlam krizinde zaman anlayışımızdaki değişimin etkisini, işin ve çalışmanın yüceltilirken, insanın derin düşünmeye, tefekküre vakit bırakmayan hayatını sorguluyor ve tüm bunları yaparken çıkış imkânı aramayı da ihmal etmiyor. Kitabı okurken, verili zamanın dışında bir oluşun mümkünlüğünü sorguluyor, zamanın kokusu bile varmış diye düşünüyorsunuz.