Sözden Yazıya, s. 12-15
Roland Barthes’ın bu metni, Roger Pillaudin’in France-Culture radyosunda hazırladığı ve Grenoble Üniversitesi Yayınları’ndan çıkmış olan Diyaloglar’ın ilk kitabının önsözüdür.
Biz konuşuruz, birileri kaydeder; hünerli sekreterler sözlerimizi dinler, düzeltir, yazıya döker, bunların noktalamasını kontrol eder; ve böylece yayına, kitaba, ebediyete hazırlamadan önce bir kez daha temizleyelim diye tüm bunlardan ilk yazılı metni çıkarıp önümüze koyarlar. Buraya kadar söylediklerimiz “cenaze makyajı”nı tarif etmiyor mu? Ebedileştirmek için sözümüzü mumya gibi balmumuyla sararız. Zira insanın, sesinden biraz daha kalıcı olması gerekir; yazı komedyasıyla, bir yerlere yazılması/kaydedilmesi gerekir.
Peki bu kayıt için nasıl bir bedel öderiz? Nelerden vazgeçeriz? Ne kazanırız?
Yazıya Geçirme Tuzağı
Öncelikle kabaca, yazıya geçirme (ne kadar ukalaca olursa olsun bu kelimeyi [scription] yazı’ya yeğliyoruz: yazı, illaki yazılmış olanın varoluş tarzı değildir) tuzağına düşenle başlayalım. İlk kaybettiğimiz, belli ki, masumiyettir; sözün kendiliğinden diri, doğal, spontane, doğru, bir nevi saf içselliğin dışavurumu olması nedeniyle değil; tersine, sözümüz (özellikle uluorta konuşurken) ağzımızdan çıktığı anda teatraldir, hünerlerini (kelimenin üslup ve oyunla ilgili anlamında) koca bir kültürel ve söylevsel kodlar kümesinden devşirir: Söz her zaman taktiktir; ancak yazıya geçtiğimizde, tam da bu taktiğin –nasıl ki başkaları okumayı biliyorsa– dinlemeyi bilenler için algılanabilir olan masumiyetini sileriz; masumiyet her zaman çıplaktır; söylediklerimizi yazarken kendimizi koruruz, denetleriz, sansürleriz; ahmaklıklarımızın, kendimizi beğenmişliğimizin (ya da eksiklerimizin), tereddütlerimizin, cahilliklerimizin, rehavetimizin, hatta bazen tutukluklarımızın (neden, konuşurken, karşımızdakinin ileri sürdüğü şu veya bu husus konusunda suskun kalma hakkımız olmasın ki?), kısacası imgeselimizin tüm menevişinin, ben’imizin şahsi oyununun üstünü çizeriz; söz tehlikelidir, çünkü dolaysızdır ve geri alınmaz (hemen peşinden açıkça “geri alıyorum” diye düzeltilmediği sürece); yazıya geçirmenin ise önünde zaman vardır; tam da konuşmadan önce dilini ağzında yedi kere çevirebilmek için gereken zamana sahiptir (bir atasözü hiç bu kadar aldatıcı olmamıştır); söylediğimizi yazarak, isteriyi paranoyadan ayıran her şeyi kaybederiz (ya da koruruz).
Bir başka kayıp: geçişlerimizdeki kesinlik. Çoğu zaman söylemimizi “akıtırız”. Bu “akış”, Flaubert’in tiksindiği bu flumen orationis,* sözümüzün tutarlılığıdır, kendi kendisi için yarattığı yasadır: Konuşurken, uygun dili bulduğumuz ölçüde düşüncemizi “ifşa ederken”, arayışımızın girip çıktığı kıvrımları yüksek sesle dile getirmenin doğru olduğuna inanırız; dille uluorta boğuştuğumuz için söylemimizin “tutmasını”, “kıvamını bulmasını”, “tutarlı olmasını”, bu söylemin her bir aşamasının meşruluğunu bir önceki aşamadan almasını sağlarız; kısacası, soy hakkı talep eder, bu muntazam soy ağacının göstergelerini teşhir ederiz; kamusal sözümüzdeki ama ve dolayısıyla bolluğu, açık yamanın veya yadsımanın böylesine çok bulunması bundandır. Ama bu minik kelimeler büyük bir mantıksal değer taşıdığı için değil; bunlar daha çok, düşüncenin dolgu sözcükleridir. Yazı bunlardan sık sık tasarruf eder; bağlaçsızlığa, ses için, en az iğdiş edilme kadar katlanılmaz olan o kesme figürüne cüret eder.
Buna, yazıya dökülmesiyle söze dayatılmış son bir kayıp eklenir: tüm şu “değil mi?” türünden dil kırıntıları... – dilbilimci şüphesiz bunları dilin temel işlevlerinden birine, ilişkisel işleve (ya da sorgulama işlevine) bağlayacaktır; konuştuğumuzda, muhatabımızın bizi dinlemesini isteriz; dolayısıyla, anlamsız sorularla (“Alo, beni duyuyor musunuz?” türünden) dikkatini uyandırırız; çok mütevazı olan bu kelimelerin, bu ifadelerin yine de gizli bir dramatik yanı vardır: Bunlar bir bedenin diğer bir bedeni aradığı seslenişlerdir, makam değiştirmelerdir – kuşları düşünerek, şarkılar mı desem? Yazıldığında sakar, bayağı, komik olan, yazımızda sönüp giden işte bu şarkıdır.
Bu birkaç gözlemle anlaşılıyor ki yazıya dökmede kaybedilen bedendir – en azından, diyalog durumunda kendisi kadar narin (veya zıvanadan çıkmış) bir başka bedene, zihinsel anlamda boş mesajlar gönderen ve tek işlevi bir şekilde ötekine asılmak (neredeyse bir fahişenin asılması anlamında) ve onu partner durumunda tutmak olan dışsal (olumsal) beden.
Yazıya döküldüğünde sözün muhatabı ve dolayısıyla da öznesi açıkça değişir, zira Öteki olmadan özne de yoktur. Beden, her ne kadar daima mevcut olsa da (beden yoksa dil de yoktur) artık şahısla çakışmaz, daha doğrusu: şahsiyetle. Konuşanın imgeseli mekân değiştirir: Artık söz konusu olan talep, sesleniş değildir, karşılıklı yoklamalar değildir; söz konusu olan eklemlenmiş bir süreksizlik –yani aslında bir argümantasyon– oluşturmak ve bunu temsil etmektir. Bu yeni tasarı (burada karşıtlıkları bile isteye abartıyoruz) yazıya dökmenin (fiziksel olarak gerekli araçlara sahip olduğu için) söze eklediği (söylediğimiz tüm “cürufları” çıkardıktan sonra) basit arazlardan açık bir şekilde okunur: Birincisi, gerçek mantıksal mihverler ekler sık sık; artık söz konusu olan sözün, sessizlikleri doldurmak amacıyla kullandığı küçük ulamalar (ama, dolayısıyla) değil; gerçek mantıksal kavrambirimlerle dolu sözdizimsel ilişkilerdir (buna rağmen, şöyle ki türünden); başka bir deyişle, yazıya dökmenin izin verdiği ve sömürdüğü şey, konuşulan dilin tiksindiği, dilbilgisinde bağımlanma (subordination) denen şeydir: Cümle hiyerarşik hale gelir, klasik bir mizansende olduğu gibi cümlede de roller ve planların arasındaki farklılığı geliştiririz; toplumsallaşan (zira daha büyük ve daha az tanınan bir kitleye iletilir) mesaj bir sıra yapısına kavuşur; diyalogda güçbela ayırt edilebilen, ha bire bedenin taşkınına uğrayan öğeler olan “fikirler” yazıda kâh öne çıkarılır, kâh geri plana itilir, kâh karşıtlık içine sokulur; her ne kadar ortaya çıkışı karmaşık olsa da, bu yeni sıra düzeninin hizmetinde iki tipografik yapıntı vardır ve bunlar yazının “kazanç” hanesine eklenir: sözde bulunmayan ve bir fikrin tali veya konudışı olduğuna açık seçik işaret etmeyi sağlayan parantezler ve –bilindiği üzere– (biçimi, sesi değil) anlamı bölen noktalama işaretleri.
Böylece yazıda yeni bir imgesel ortaya çıkar; “düşünce”nin imgeseli. Söz ve yazının rekabet ettiği her durumda, yazmak bir şekilde şöyle de demektir: Ben daha iyi, daha sıkı düşünüyorum; sizden ziyade “hakikat” için düşünüyorum. Şüphesiz Öteki hâlâ oradadır, okur adlı anonim bir şahsın ardında durur; ayrıca yazılı metnin (ne kadar mütevazı, görünüşte ne kadar önemsiz olursa olsun) koşullarına uygun biçimde sahneye konmuş düşünce, insanlara sunmak istediğim ben imgesine bağımlı olmaya devam eder; veri ve argümanların katı bir sıralamasından ziyade, önermelerin, en nihayetinde, konumlar’ın taktik bir mekânı söz konusudur. Kitle iletişim araçları sayesinde bugün çok gelişmiş olan fikir münakaşalarında, her bir özne entelektüel olarak –bu da siyasal olarak demektir– konum almaya, alanını işaretlemeye, bir duruş sergilemeye sürüklenir. Kamusal “diyaloğun” fiili işlevi tam da buradadır; diğer (örneğin, hukuki veya bilimsel) meclislerde olup bitenin aksine ikna, bir kanının sökülüp atılması, bu yeni mübadele protokollerinin gerçek bahis konusu değildir: Daha ziyade kamuya, sonra okura bir tür entelektüel tipler tiyatrosu, bir fikirler mizanseni sunmak söz konusudur (gösteriye yapılan bu gönderme, mübadele edilen kelimelerin samimiyetine veya nesnelliğine, didaktik veya analitik yararına halel getirmez).
Bana öyle geliyor ki bu diyalogların toplumsal işlevi böyle bir şey: Bunlar hep birlikte ikinci dereceden bir iletişim, bir “temsil”, iki imgeselin görkemli bir şekilde birbirine geçişini oluşturuyorlar: bedenin ve düşüncenin imgeseli.
Yazı, Yazılmış Olan Değildir
Geriye elbette, bu Diyaloglar’ın statüsü nedeniyle eksik olan üçüncü bir dil pratiği kalıyor: yazı, daha doğrusu, metinler üreten yazı. Yazı, söz değildir ve bu ayrım son yıllarda kuramsal bir tasdik almıştır; ancak yazı, yazılmış olan, yazıya dökülmüş olan da değildir; yazmak, yazıya dökmek değildir. Sözde (isterik bir şekilde) fazla mevcut olan ve yazıya dökmede (iğdiş edici şekilde) fazlasıyla eksik olan şey, yani beden, yazıda geri gelir, ama imgeselden (imgeden) değil, hazdan geçen dolaylı, ölçülü ve özetle doğru, müzikal bir yol üzerinden. Özünde, üç pratiğimizin (söz, yazılmış olan, yazı) her birinin kendi tarzlarında değiştirdiği şey, bedenin (öznenin) dil üzerinden yaptığı bu yolculuktur: Günümüzde radyo ve televizyonun, yani hem ilksel hem yazıya dökülebilir, hem geçici hem unutulmaz bir sözün gelişiminin çarpıcı bir yan kattığı zorlu, alengirli, değişken bir yolculuk. Burada yazıya dökülmüş Diyaloglar’ın değerinin sadece entelektüel ve bilimsel güncelliğin geniş alanını kapsayan bilgi, analiz, fikir, itirazlardan gelmediğine ikna oldum; okunacağı üzere bunlar ayrıca, dilyetilerinin ayrımsal değerine de sahiptir: Söz, yazılmış olan ve yazı her defasında farklı bir özneyi devreye alır ve okur, dinleyici –konuşuyor, yazıya geçiriyor veya sözceliyor olmasına göre farklılık gösteren– bu bölünmüş özneyi takip etmek zorundadır.
La Quinzaine litteraire, 1-15 Mart 1974