Gökhan Özcan , "Aşırının Laneti", Ayraç Kitap Dergisi 90. Sayı, Nisan 2017
"Bu küstah endişe, bu kutsal hipokondri, belki de içinde bulunduğumuz çağın çürümesinden kendimizi sakınmak için kurban ettiğimiz hayvanları yakacak ateştir."
Soren Kierkegaard, Kaygı Kavramı
Arabesk müziğin ruhuna sinmiş olan ‘yorgunum’ teması, bilhassa biz kent mağdurları için hiç de tesadüfi, isabetsiz bir betimleme değil. Yorgunluk çağındayız; yorgunuz. Neden peki? Bir eksik mi var hayatlarımızda? Varsa nedir o? Yoksa yorgunluğumuz bir eksikten değil de, her gün tecrübe ettiğimiz ama bilincimizde kendisine henüz anlam vermekte zorlandığımız bir fazlalıktan mı kaynaklanıyor? Arabeskten ilhamla sorduğumuz bu soruları yine arabeskle açıklığa kavuşturamayacağımız neredeyse kesin.
İçerisinde yaşadığımız çağın temel sorunsalı hiç çekinmeden söylenebilir ki, aşırı pozitiflik ve fazlalıktır. Zayıflık bir kusur; yavaşlık bir beceriksizlik; olumsuzluk ölümcül bir günah; asosyalite tanrısal bir ceza olarak değer görmekte, günümüzde. Ancak aşırılığın ve çığırından çıkmış bir olumluluğun laneti bir yandan istemesek de çokça şikayet ettiğimiz patolojik manzaralar sunmakta bize: dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, depresyon, otizm, tükenmişlik sendromu ve nicesi.
Aşırılık ve beraberinde getirdiği patolojiler, çoğu zaman görmek istemediğimiz iç boşluğumuzu doldurma isteğimizin zorunlu ve zorlanımlı bir ruhsal ürünüdür. İletişim iyidir söz gelimi, ancak fazla iletişim iletişimsizlik, fazla sağlık hipokondri (evham), fazla güç şiddet, fazla dikkat odaklanma sorunları, fazla sosyallik yalnızlık yaratmaktadır. Görüldüğü üzere boşluk doldurmak şiddet içeren, her şeyi ters yüz eden bir eylemdir. İçimizdeki boşluğa tahammülsüzlüğümüzse kendimizi kendimize düşman etmek için kullanacağımız enfes bir tariftir şüphesiz. Kendimize düşman olduğumuzda içsel yaşamımızın olanakları kurumakta, günlük yorgunluk burnout’a (tükeniş), yaşantısal kaygı anksiyete bozukluklarına, melankoli depresyona, inziva otizme dönüşmektedir.
Şurası kesindir: Hem içerik hem de kılıf dönüşümüne uğrayan hastalıkları ve hatta kişilik örgütlenmelerini tekrar ama yeni bir bakış ile sorunsal haline getirmek bir lüks değil; gecikmiş bir gerekliliktir. Fakat bu sorunsalı hala yirminci yüzyıl kuramcıları ile mi konuşacağız? Bu büyük ihtimalle başarısız bir girişim olurdu. Bu ruhsal çatırdamayı, Güney Koreli çağdaş kültür kuramcısı Byung Chul Han’ın, Açılım Kitap’tan Samet Yalçın tercümesiyle çıkan, Yorgunluk Toplumu ismindeki kitabı vasıtasıyla incelemenin meseleye ‘yeni bir bakış’ kazandıracağı kanaatindeyim. Chul Han diğer kitabı Şiddetin Topolojisi’nde meseleyi şiddet bağlamında daha da detaylandırmaya girişir.
Post-immünolojik Bünye
Byung Chul Han’a göre günümüz toplumunun duygudurumu, temel olarak immünolojik (bağışıklık) modelden yola çıkılarak açıklanamaz. Bu onun çokça tekrar etmekte pek sakınca görmediği temel önermesidir. İmmünolojik bakış, negatif diyalektik üzerinden var olabilir. Yani bağışık olan kendinden olanı içeri alır, tutar; kendinden olmayanı ise içeride yok eder yahut dışarıya atar. Şu halde immünolojik bünye düşmana ihtiyaç duyar. Kendini, kendi olmayan öteki ile tanımlarken ötekinin istilasına yönelik anti-viraller/anti-bakteriyeller (politik cephede nükleer silahlar) ile direnç oluşturmaya çalışır. Foucault’nun disiplin toplumu, Freud’un üstben’i, Schmitt’in şiddet formülasyonu, Agamben’in olağanüstü hal’i, Baudrillard’ın küresel şiddet’i immünolojik bünyeyi açıklayan kavramlar iken; globalliği ile övünen günümüz performans toplumunu ne kadar anlayabildiği şaibelidir. Çünkü tüm bu yirminci yüzyıl formülasyonları ancak iyi-kötü/dost-düşman gibi ikililiklerin hakim olduğu disiplin toplumunda anlam bulabilir. Kaba tabirle at izinin it izine karıştığı bir zamanda işte Byung Chul Han buradaki yetersizliği fark etmekte ve yeni bir kavram öne sürmektedir: post-immünolojik bünye!
Post-immünolojik bünyede negatiflik ve başkalık alabildiğine zayıflamakta, pozitiflik maksimum seviyede yaşanmakta, hem ortopedik hem enformatik bir obezite bedenleri ve zihinleri mesken tutmaktadır. Virüsün bir panzehiri vardır fakat yağlanmanın, yorgunluğun ve sinir zafiyetinin bir panzehiri yoktur. Byung Chul Han’a göre günümüzde düşmana da ihtiyaç yoktur; Nietzsche’nin çok önce söylediği üzere, kişinin en büyük düşmanı artık kendisi olmuştur. Post-immünolojik dönemde birey kendini geliştirme adına benliğini birtakım eğitsel teknikler ile işgal etmekte ve kendine sinirsel bir şiddet uygulamaktadır. Bireyin kişiliği, alınan ya da alınmış gibi gösterilen eğitimlere ve profesyonellik denilen örgütsel ahlaksızlığa göre değerlendirilmektedir. Panoptikon da post-immünonolojik çağda anlamsızlaşır. Çünkü özne sadece iktidarın zorunlu gözetiminde değildir artık; aksine sosyal medya aracılığıyla kendini bile isteye kendi eliyle gözetletirken aynı zamanda başkalarının da gözetleyicisi olmuştur. Kendine savaş açan performans öznesi, benliğini emanet ettiği teknolojik cihazlarla otistik bir makineye dönüşmüştür.
Depresif/Hiperaktif Özne
21. yüzyılın öznesi itaatkar özne değil; performans öznesidir. Performans öznesinin tüm derdi ‘kendi’ olmaktır. Kendi olunca mutlu olacaktır. Kendi olmak ve mutlu olmak ise iyi eğitimler almak, iyi yerlerde çalışmak, iyi yemekler yemek ve iyi giyinmek, iyi yerlerde oturmak ve bunu sosyal medyada paylaşmak olarak kurgulanmıştır. İstediğinde her şeyin olacağına inanır. Okuduğu kişisel gelişim kitaplarında böyle yazmaktadır çünkü: Yeter ki o istesin, her şey emrine amadedir. O yüzden Tanrı’ya, başı sıkıştığında dualarını kabul eden, sorunlarını çözen, onu hazırda bekleyen bir makine muamelesi yapar. Her şey mümkün diye düşünen biri, depresif bir özne haline kolayca gelebilir. Çünkü depresif iklime hiçbir şey mümkün değil havası hakimdir. Gelmeyen bir terfi, alınmayan birkaç ‘like’, ‘her şey mümkün’ü ‘hiçbir şey mümkün değil’e çevirecek güçtedir. O zaman günümüzün performans öznesi kendini sömürerek depresyonunu kendi elleriyle imal eder. Depresif özne hem aziz hem şeytan, hem işkenceci hem kurbandır.
Hiperaktif özneyse depresif öznenin negatifidir. Depresifin dürtüleri kendi içine çekilmişken hiperaktifin dürtüleri kendi dışında çılgınca nesne arar. Hiperaktivite, derin sıkıntıya tahammül edememenin bir neticesidir. O sıkıntı ki insanın derinlerindeki yarıklardan sızar; kişiyi daraltırken, Heideggerci bir ifadeyle onun hiçliğini ifşa eder, onu geliştirir. Sıkıntı duygusuna tahammül edememek dinleme kabiliyetini öldürür. Çünkü başkasının sıkıntısına muhatap olabilmek ancak kendi sıkıntımızdan kaçınmamaktan; başkasını dinlemekse kendi iç ve dış sesimizi susturmaktan geçer. Hiperaktif ve hipernörotik özne her tarafa parça parça dağılan dikkatinin ve gürültülü zihninin kurbanı olmuştur. Kendi toplama kampını sırtında taşır.
Ritmi Kaçan Duygular
Aşırılığın laneti (mesela kapitalist çalışma koşulları) günlük yaşamda tereddüt etmeyi, duraksamayı, soluklanmayı yasaklarken, kullarına aşırı meşguliyet bilincini serumlar. Özne kendisi ya da sistem üzerine düşünmeye takati kalamayacak denli çalışmalı ve yorulmalıdır. Kendisine ve başkasına olabildiği kadar az temas etmelidir. Yoksa muhtemel bir uyuşukluk, tembellik, direniş veya şairlik riski baş gösterebilir. Sistemin bu açık ya da gizil mesajını bir ödev haline getiren kul, çalışmayı öz şiddet haline getirir. Başka çaresi de yoktur hani.
Kapitalizmin hızlandırdığı yaşamda duygular da körelir. Özgürlük aktifliğe bağlanır ve bu sebeple duyguların olağan ritmi kaçar. Söz gelimi öfke, sınırlarını, hakkını savunmak isteyen birinin zamanı durdurmasını ve her şeyi baştan aşağı sorgulamasını sağlayan bir duygu olarak kapitalist toplumda hoş görülmez. Kişi kendisini ezen patronuna öfkelenemez; en fazla kızar ve içe doğru patlar. Öfke değişim demektir. Yorgun özne değişimden delicesine korkar. Bastırılan öfke şu halde kendine dönmüş, hadım edilmiş, nesnesiz bir agresiviteye, gerginliğe, kaygı ve korkuya dönüşüverir. Böyle bir kişi Byung Chul Han’ın ironik ifadesiyle ‘ben-yorgunu’dur ve kendi çöküşüyle farkında olmadan mektup arkadaşlığı yapmaktadır.
Hakikatin Yorgunluğu
Adorno, Minima Moralia’da bütünlüğün eskiden hakikatin bir parçası olduğunu ancak şimdilerde statükonun denetiminde işleyen bütünlüğün ancak parçalanan bireyin deneyiminde izlenebileceğini söyler. Buradan bir analoji kurmak çok mümkündür: Eskiden yorgunluk hakikatin, dünyaya duyulan güvenin bir parçasıydı; yani insanın kendine ait zamanından ve kendine dönük eylemlerinden kaynaklanırdı. Aşırılığın benlikleri tükettiği bir çağda parçalanan bireyin yorgunluğu ise, dünyayı hiçleyen, şiddet içeren trajik bir yorgunluktur. Dünyayı daha iyi hale getirmeye çalışan direnişlerin ve uyanışların yolu, bizi yoran, parçalayan bu sisteme itirazlar geliştirmekten geçmelidir.