ISBN13 978-605-316-047-2
13x19,5 cm, 152 s.
Yazar Hakkında
İçindekiler
Okuma Parçası
Eleştiriler Görüşler
Yazarın Metis Yayınları'ndaki
diğer kitapları
Şeffaflık Toplumu, 2017
Zamanın Kokusu, 2018
Psikopolitika, 2019
Eros'un Istırabı, 2019
Palyatif Toplum, 2022
Eğlencenin İyisi, 2023
Bu kitabı arkadaşına tavsiye et
 

Levent Duran, "Şiddetin Ruh Yüzeyleri", Post Dergi, 30 Ağustos 2016

Şiddetin bin beş yüz farklı haline aynı anda tanık olduğumuz ve maruz kaldığımız bu günlerde “Kaybolmayan şeyler vardır. Bunlardan biri de şiddet,” diyerek başlıyor okuduğum kitap. (Şiddetin Topolojisi, Byung-Chul Han). Hay Allah! Hiç kaybolmayacak mı şiddet? İnsanların, hayvanların, doğanın birbirine ve kendi kendine karşı şiddeti asla yok olmayacak mı yani? Belki de cevap ‘maalesef’tir. Hem, ne olacak ki insan şiddeti anlayınca, öfkenin ve diğer negatif gerilimlerin kökenlerini tanıyıp bilince; mutsuzluğun, acının dünyası bitip kolektif neşenin, tatların dünyası mı başlayacak?? Ütopyanın / cennetin / yaşamsal mucizenin kapıları mı açılacak?

Belki de cevap ‘evet’tir.

Belki de her şey şiddetin biçimini değiştirmekle ilgili. Sosyal değişim, bireysel tamamlanma (varoluş veya huzur veya her neyse) ve de ruhsal özgürleşme süreçleri. Hepsi en başta şiddetle ve şiddetin formunun değiştirilmesiyle ilgili belki de. Zaten şiddet de diğer fiziksel fenomenlerin bir çoğu gibi kendi başına bir oluş ya da bir sabit durum değil de sanki daha çok uzaydaki bazı kuvvetlerin / enerjilerin bozularak form değiştirmiş hali.

Belki de aşırı küflenmiş neşedir şiddet. Kim bilir!

Şiddetin topolojisi

Almanya’da yaşayan Güney Kore kökenli yazar ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han Şiddetin Topolojisi adlı harikulade akışkan ve baştan sona etki dolu kitabında şiddetin kaynaklarını demode bir yaklaşımla ve basitçe “dışarıda” aramıyor. Hatta ‘dışarı’ya dair neredeyse hiçbir şey söylemiyor kitap boyunca. Hiç öyle kısa yoldan ‘şiddetin kaynağı otoritedir, eğitimdir, aktarımdır’ gibi sorunu ve çözümü hep ‘işaret edilenlerde’ arama kolaycılığına pas vermiyor. İçe yöneltiyor okları.

Şiddetin en doğrudan / ölümcül / keskin ifade alanlarından biri olan coğrafyamızda zamanın ruhunun oldukça ‘gerisinde’ seyreden yapıntı felaketlerin parçası olup duruyoruz. Kendimizi tamamlamak, dünyayı etkilemek istiyorsak şiddeti anlamak ve ‘doğal olarak içimizde bulunan basit bir refleks’ olmaktan çıkartmak iyi olurdu. Peki, ‘mümkün olup olmadığı’ tartışmasını bırakıp, gerçek bir ‘ilim’ olarak ‘çatışmadan değiştirme’yi öğrenebilir miyiz? İktidar olmadan dünyayı değiştirmeyi başarabilir miyiz?

Peki nasıl kurtulunur şiddetten? Şiddetten arındırılmış bir dünya için şiddetten arınmış hareketler ve özneler gerekiyor. Bu ise basit bir politik jargon meselesi değil. Bazı insanların ve giderek bazı sosyal hareketlerin şiddetten arınmasının dünyayı gerçekten değiştirebileceğini ve hatta ekolojik bir heterojen ütopya (herkes için bir masal diyarı) deneyimine götürebilecek tek şey olduğunu ‘sosyal bilimsel açıdan’ sonsuzca ispatlasak dahi, pratikte bu arınmaya talip olacak çok az insan çıkarmış gibi görünüyor. Neden?

İnsanlar kendileri ve dünya için büyük değişimler istemeye bayılırken hayalini kurdukları o şeylerle ilgili gerçek sonuç alacak bir konsantrasyona girmeye o kadar bayılmıyorlar. ‘Normal hayat’ milyonlarca memnuniyetsize rağmen devam edebiliyor her gün.

Çoğunlukla ‘eski’ yöntemlere tutunarak çözümsüz çemberlerde çırpınan iyi niyetli aktivistler ve bazı sosyal hizmet profesyonelleri dışında kimsenin burasına gelmiyor mu peki? Neden aslında değiştirmek için elimizde yeterince güç olan her konuda hareket etmek yerine şikâyet etmeyi seviyor ve seçiyoruz?

Dahası dünya insanlarının büyük bir çoğunluğu sevmedikleri evlerde, sevmedikleri işlerde, sevmedikleri insanlarla, sevmedikleri şeyleri yaparak bütün hayatlarını geçiriyorlar. Ve bu insanlar içki, sigara, uyuşturucu, çikolata, kahve gibi kendilerine ‘zarar veren’ şeyler aracılığıyla mutlu olmaya çalışıyorlar. Neden herkesin hep gitmek isteyip asla gitmediği, hep yapmak isteyip asla yapmadığı şeyler, hep olmak isteyip de asla olmadığı bir alter kendisi var?

Neden?

Yoksa şiddet bizim zamanımızda diğer her şey gibi gelişti serpildi dijitalleşti ve kılık / ifade değiştirip “aşikarlıktan mahremiyete, cephesel karşılaşmadan viral bulaşmaya, kaba güçten medyatiğe, fiziksellikten ruhsallığa, olumsuzdan olumluya kayıyor ve derinin altına, satır aralarına, kılcal damarlara ve sinir uçlarına doğru geri çekiliyor” olabilir mi?

Kendine hücum: olumlu şiddet ve kurban olma istenci!

Şiddet (şu küflenmiş coşkuya dair libidinal akış) kendisini daha güçlü ifade edebilmek için çağa ayak uydurup, her türlü düşman ve iktidardan kurtularak kendisini görece ‘olumlu’ formlara bürüyerek görünmez kılıyor olamaz mı? Ekonomik refah ve demokratik uyumun yüksek olduğu ülkelerdeki abartılı intihar oranlarının sadece bunaltıcı hava durumuyla ilgili olmadığını hepimiz hissediyoruzdur biraz.

Dışsal şiddet, yani bir önceki zamanın ruhunun şiddeti, acının ağırlık noktasını dışarıya, düşmana yönlendirerek yükünü hafifletip var olma eğilimini kolay yoldan çözerken bizim zamanımızın içeriye, kendi kendine yönelen ‘olumlu’ şiddeti nasıl bir içe doğru çöküşle nihayet bulacak diye soruyor okuduğum kitap.

İnsanlığın “topyekün içe doğru bir çöküşü” fikri / olasılığı, şu an yeryüzünde yaşayan herhangi bir insanı şaşırtıyor mu acaba? Sanırım hayır. Daha bugün üç yaşında bir çocuğun dünyanın haline üzülüp ağladığı, bir an önce büyüyüp insanlığı cezalandırmak ve dünyayı değiştirmek istediğini anlattığı bir video izledim.

Neden çökmeye çalışıyoruz peki?

Neden herkes bir yandan hayata tutunmak, var olmak, hayallerini gerçekleştirmek için çırpınırken aynı anda benzer büyüklükte bir enerjiyi de kendini durdurmak, dizginlemek ve hatta çaktırmadan ‘yok etmek’ için harcıyor? Üstelik öz-yıkıcı işlevlerin keşfi bir noktada bu kadar kolaylaşmış iken; bu işlevlerin kabulü ve çözümü ‘delinin deliliğini kabul etmesi’ bağlamında böyle zor.

“Belli bir üretim düzeyinden itibaren insanın kendi kendisini sömürmesi, özgürlük duygusuyla el ele gittiği için, bir başkasını sömürmekten çok daha randımanlı ve başarılıdır. Başarı ve performans toplumu bir kendi kendini sömürme toplumudur.”

Tersinden diyalektiğe uygulandığında bugün terapistlerin, kişisel gelişim uzmanlarının veya spritüel yaşam koçlarının sık sık müşterilerini ‘kurtarmakla’ uğraştıkları şu ‘kurban olma psikolojisi’ de bu şekilde düşünülemez mi?

Kendine hücum; yani aktif yön arayan içsel şiddetin dışarıda kolayca yönelebileceği bir düşmanı olmadığında içe doğru akıtılması ya da kolektif bilinçte biriken kurban istencine mutlak ‘iyi’ olma kaygısı ile verilen kendiliğinden olumlu yanıt.

Gerçekten de insanların günlük hayatlarında, iş, aile, aşk, hatta aktivizm hayatlarında bile ne kadar çok kendilerini feda etme, başkalarının ya da sistemin ya da devrimin ya da benliklerindeki parazit bilinçdışı öznelerin isteklerine teslim olma eğiliminde olduklarını gözleyerek şiddetin son tahlilde karşı çıkılır ve itilirken aynı zamanda farkında olmadan talep edilmekte olduğunu da idrak edip şaşırabiliriz.

Şiddetin arkeolojisi ve ölüm korkusu

Şiddetin evrimsel kökünü sorgularken Rene Girard’ın “mimetik rekabet” ve “mimetik kriz (intikam)” teorisiyle tartışıyor yazar. Girard, arzunun taklidini şiddetin kaynağı olarak öneriyor. Oysa bazı arzular, özellikle temel arzular nezdinde düşünüldüğünde “mimetik” bir taklitten kaynaklanmadığına göre, yani suya ve sevişmeye (ve aslında müzik, resim ve çocuk yapmaya da) herkesin başkalarından bağımsız olarak ihtiyaç duyduğunu düşünürsek Girard’ın önerisinin yeterince dibe inmediğini görüyoruz.

Bilinen tarih ve günümüz tümel insan kültürüne (öyle bir şey yok tabi ama, günümüz tümeline genel belirleyiciliği bakımından ve bir varsayım olarak ‘Batı düşüncesi’ deyince) çoğumuzun edimlerine mimetik veya plastik arzulardan daha çok, derinde yaşayan bir ‘ölüm korkusu’nun belirleyiciliği hakim. Yani hayatın sonlu olduğu hakikati, ortaçağ idealizmine karşı yükselişle (aydınlanma) birlikte iyice kenara koyularak arkeolojik kaçışta daha da derinlere gömülmeye girişilmiş. Böylece şiddetin arkaik kaynağı olan ölüm korkusu da önce başkasını (hayvanları ve düşmanları) endüstriyel toplumda ise kendi içimizdeki ötekini öldürerek ölüme karşı sahte egemenliğimizi arttırma çabasına dönüşmüş. Yani derinde “Öldürme gücü biriktirerek ölümün savuşturulabileceğine dair arkaik inanç devam eder” ve “Ne kadar çok şiddet uygularsa, kişinin iktidarı bir o kadar güçlenir. Ötekine karşı şiddet, insanın hayatta kalma şansını ve yeteneğini çoğaltır. Ölümün üstesinden öldürerek gelinir.”

Kapitalizm ve sermaye birikiminin temelinde de belki bu arkaik kodlardaki “ardında leş biriktirerek güçlendiğine inanma” inancı yatıyor olabilir. Kanın yerini para alır. Ne kadar çok parası varsa o kadar çok öldürme gücü olduğuna inanıyor olabilir kapitalist alt bilinçler. Böylece ölüme galip gelmeye çalışıyor olabilirler. Hatta ortada hiçbir düşmanlık veya tehdit olmadığı halde oluşan öldürme edimleri ve ‘kurban etme’ sevdası da buradan kaynaklanıyor olmalı.

Kapitalizm derin psikolojik düzlemde, gerçekten de ölümle ve ölüm korkusuyla ilgili olabilir. “Birikim ve büyüme histerisi ile ölüm korkusu birbirini doğurur,” diyor okuduğum kitap. “Kapitalist ekonomi hayatta kalmayı mutlaklaştırır. Meselesi iyi yaşamak değildir. Daha çok sermayenin daha çok hayat doğuracağı, yaşama yeteneğini artıracağı yanılsamasından beslenir,” diyor. Ve Freud’a veriyor sözü: “Hayat ve ölüm arasındaki katı, toptancı ayrım, hayatın bizzat kendisini tekinsiz bir donukluğa mahkûm eder.”

Bu durumda gerçek yaşam enerjisi ve keyfinin de, sermaye ve birikimin tersi yönünde yer aldığının altını çizelim. Dünyanın en hakiki gülümsemelerinin hep en mülksüz göçebeler, Çingeneler, hippiler veya Hintli fakirlerin yüzlerinde fotoğraflanıyor olması da bunun basit bir kanıtı olmalı.

Yaşam tarzı ve kişisel gelişim hareketlerine ve özellikle Batı toplumlarındaki Budizm eğilimine de şöyle bir göz kırpalım. Neşeli otonom alanlara ve yaratıcı günlük yaşam pratiklerine dağılan, hatta iç barış arayışlarına kadar derinleşen bir anti-kapitalizmin yaşadığımız zamanların direniş kültüründe önemli yer tutmasını da daha iyi anlayabiliriz böylece.

“Demek ki hayatın bir ölmemişlik kalıbında donmaması için ölüme daha çok yer açmak gerekiyor.”

Günümüzde içsel şiddetin ruhu: çember faresi

Freud’un metninde ruhsal yapı bir savaş meydanına dönmüştür. Şiddet (içerden veya dışarıdan da gelse) “ötekinden kaynaklandığı için bir olumsuzluk şiddetidir. Bir iktidar bağlamı içindeki baskı olarak ifade bulur.” Ben’in bölümleri çatışır. Ben, kendine eziyet yoluyla asıl objeden intikamını alır. İnsanın kendisiyle ilişkisi hastalık derecesinde bozulmuştur.

Chul Han, Freud’u Sennet’le karşılıyor ve bu olumsuz şemayı endüstriyel toplumun şeması olarak kenara kaldırıyor. Günümüz (post-endüstriyel) toplumunun şiddet şemasına şu basit denklemi aktarıyor Sennet’ten: “İnsan Kendi’nde boğulur.”

Yine de yazara göre bugünlerin psikiyatrisini ne Freud’un “melankoli”si, ne Sennet’in “narsisistik bozukluk”u ne de depresyon belirler. Bugünün hastalığı, insanların kendi kendilerini başarı ve performansa odaklayarak ulaştıkları ‘Burnout’ sendromudur:

“Başarıya ve performansa odaklı çalışan, yorgun, depresif özne kendinden bıkmıştır. Kendinden yorulmuş, kendiyle savaştan bitkin düşmüştür. Kendinden çıkmayı, dışarıda olmayı, kendini bırakıp Öteki’ne, dünyaya açılmayı beceremez, saplantılı bir biçimde kendine odaklanır ve bu paradoksal olarak Kendi’nin içinin oyulmasına ve boşalmasına yol açar. Farenin çemberde dönmesi misali, sürekli kendi etrafında dönen özne, sonunda tükenecektir.”

Üstelik insanın çevresiyle ilişkisi de giderek sosyal ağlar içinde sanallaşmakta ve içinde kaybolunan Ben’in destek mekanizmasına dönüşmektedir. “Arkadaşların başlıca işlevi, bir meta gibi sergilenen Ego’ya tüketici olarak dikkatlerini yönelterek, kişinin narsisistik Ben duygusunu artırmaktır.”

Alain Ehrenberg giriyor burada devreye; melankoli, histeri ve yastan farklı olarak depresif insanın kendi egemenliğinden bitap düşen, yani “kendinin efendisi olmaya gücü kalmayan” olduğunu söylemek için.

Sonuçta “bir önceki toplum”un (Türkiye toplumunun büyük bir kısmı gibi) itaatkâr öznesi kendini bir ‘üstben’e tabi kılarken “bugünkü toplum”un (post-endüstriyel performans toplumlarının) başarı odaklı öznesi kendini bir ideal ben üzerinden yeniden tasarlar ve ona karşı bir eksiklik, suçluluk ve kaybetme akışıyla öz-saldırganlaşır.

“İnsan kendine şiddet uygular ve kendini sömürür. Dışsal şiddetin yerini içeride üreyen bir şiddet almıştır ki ilkinden çok daha ölümcüldür, zira bu şiddetin kurbanı kendini özgür zannetmektedir.”

 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X