Birhan Keskin:
"Burası değil, burası değil, böyle değil"
Çağlayan Çevik, Ian Edebiyat, Mart 2016
Türk şiirinin uçbeyi İlhan Berk, 10’uncu Altın Portakal Şiir Ödülü’nü kazandığı 2006’da düzenlenen sempozyumun açış konuşmasında Birhan Keskin’in şiiri için sözlerini şöyle noktalar: “[Şiir] Akşamları işçilerin evlerine inmeli, onlarla sofraya oturmalı, kadınlara beyaz güller armağan etmeli, yeni çayırları sulamalı, Allah’la Ölüm’le yarenlik etmeli. Çırılçıplak dolaşmalı, çırılçıplak olmalı.”

Son kitabı Soğuk Kazı'nın üzerinden 6 yıl geçtikten sonar yayımlanan yeni kitabı Fakir Kene ile, yine anadan doğma bir şiirle, bambaşka yaban bir dille, şiiri yeniden iktidara getiriyor Birhan Keskin. Ölümlerin öldürülmelerin, dondurucuda bekletilen çocuk bedenlerin, kalkışmaların, uykusuzlukların, huzursuzlukların, sokağa çıkma yasaklarının, bir şehrin kuytusunda yaşanan tecavüzlerin ağırlığını, sabırla sırtlayan bir bilgeliğin şiirini yazıyor bu kez.
Yeni kitabın bahsi geçer geçmez, şiir okurlarının yüzünü güldüren Birhan Keskin’le Fakir Kene vesilesiyle konuştuk. Meğer ki şiirinin birçok yerine sirayet etmiş ölüm kapımızda beklerken…


Kim Bağışlayacak Beni adlı bir nevi toplu şiirler kitabında, bir araya gelen kitaplarınıza baktığımız zaman 3’er yıl arayla yayımlandıklarını görürüz. Sonra sanki “yeni bir dönem”i işaret eder gibi art arda Ba ve Y’ol geliyor... (Ki gerçekten de Ba ve Y’ol Birhan Keskin şiirinde bir kırılma, kırılma değilse bile derinden bir dalgalanma gibidir...) Ardından Soğuk Kazı ve onun üzerinden 6 yıl geçtikten sonra Fakir Kene!

Ba ve Y’ol gibi yeni bir dönemin -belki yaş alma, belki daha çaresizce izleme dünyayı- sözleri gibi okumak ne kadar mümkün Fakir Kene'yi?


Bilenler bilir, her yeni kitap benim yolculuğumun, maceramın duraklarından biridir. Üç aşağı beş yukarı –çok ekstrem değilsek- insan olarak hepimiz de benzer yollardan geçerek yaşlanırız. Kaldı ki işaret ettiğin gibi ben de genç değilim artık. Fakir Kene ne Ba ne de Y’ol gibi, aslında Soğuk Kazı'nın ikinci yarısından itibaren kendinin dışına bakmaya devam eden bir kitap bu, ama yine de Soğuk Kazı gibi de değil. Yaşadığımız son altı yılın acıları ve izleriyle dolu. Konuşan pek çok insan var bu kitapta. Pek çok karakter. İnşaattan düsen işçi de var, parkları mesken tutan çimenlerin efendisi de var, kenarda bir mahallede yaşayıp ölen Firdevs teyze de.

Birhan Keskin şiirinde ,ara sokaklar, küçük evler, “alanlar” hep var. Bu alanların güncelle sıkı sıkıya ilişkili olduğunu da görürüz…

İstanbul’un “nezih” semtlerinin dışına çıkmayanlar bilmez, ama İstanbul’un büyük çoğunluğu, işte bu küçük küçük alanlarda yaşar. Küçük küçük evlerde. İnsanın içini daraltan, üst üste yığılmış beton yığınlarında. Ben şehirde kısılıp kalmış bir tabiat insanıyım. Bunun ne kadar rahatsız edici, boğucu olduğunu bilirim. Kenarın mahallelerinde büyüdüm. Orada yaşadım. “Tespih” şiiri işte o mahalleler için.

Son altı yılın büyük izleri, cümlesi hemen kendini hissettiriyor. Abdullah’lar, Ali’ler çocuk yaşta toprağa verilen diğerleri. Ölümler, en çok ölümler çıkıyor karşımıza… Vaktiyle “böyle günlerde yazmak” üzerine sormuştuk yazarlara. Şiirlerden görüyoruz ki, böyle günlerde yazmak, “yatağını cenaze evine sermekle” eş değer…

"Sağlıklı Yas" şiiri var biliyorsun, onun kısaca yazılma hikâyesini anlatayım sana. Şair arkadaşım Aslı Serin, bir gün bir şiir yazdığını söyledi ve ben de onun o şiirini okudum. Aslı’nın şiirini okuduktan sonra, doğruca bir word dosyası açıp, bu şiiri yazmaya koyuldum. Sanırım o zaten içeride/içimde hazırmış. Yirmi dakika sonra şiiri bitirmiştim. Bazı şiirler usul usul birikir, bazıları zaten birikmiştir farkında değilizdir. Ve bir tek kıvılcımla da patlayıverir. O kadar çok, o kadar kesintisiz ve fazla yas tuttuk ki, yasımız yas olmaktan çıktı. Hangi birisi için yas tutacağımızı şaşırdık. Bu kadarı bir insan için çok fazla. Bu toplum için de çok fazla. İşte öyle, böyle zamanlarda yazmak da zor, okumak da... Ama başka da çaremiz yok. Başka bir yol da bilmiyorum ben. Bu kitap bu ölümlerin ve meselelerimizin de, en azından küçük bir bölümünün kaydı. Bunları okuya/konuşa kim bilir belki sağaltabiliriz kendimizi.

Soğuk Kazı'dan geriye doğru bakacak olursak, Fakir Kene'nin bilhassa dilinde bir değişiklik göze çarpıyor.

Çok yeni bir dil değil bu aslında, öncekilerden farkı, biraz daha konuşkan bir dil, sokaktaki insanın dilini de kullanan bir dil, daha fazla söyleyen, daha uzun cümlelerle konuşan gövdeli şiirler. İçinde yaşadığı dünyanın yansıması olarak, zıvanadan çıkan birazcık delirmiş bir dili de var bazı şiirlerin. Ve tabii öykü de var, iki küçük öykü. Bu da bu kitabın sürprizi diyeceğim ama, önceki kitaplarda da birkaç defa düzyazı kullanmışlığım var.

Yeni bir dil değil elbet. Ancak gündelik dilin en yalın halini görüyoruz. Bu yalınlığa baktıkça, feryat eden değil sanki dert yanan bir sesi var. Kimi Gülten Akın şiirlerinde karşımıza çıktığı gibi…

Gülten Akın da göçtü... deyip uzun uzun susayım mı… yoksa ne yapayım? Yok, sevgili Çağlayan, bir şiir ancak bu kadar “bağırır”. Daha fazlasını bağırtırsan şiir olmaklık çizgisini aşarsın. Ben bu kitaptaki bazı şiirlerin yeterince bağırdığını düşünüyorum.
Ve evet, bunca yasımız arasında Gülten Akın da göçtü. Ama keşke hepimiz onun gibi göçebilsek. Bize çok güzel bir miras bıraktı ardında. Gençken bazen duyardım. “Allah sıralı ölüm versin.” Tam olarak ne demek, bilmezdim de o zaman. Şimdi biliyorum. Hayat bunu da öğretiyor. Hele de gencecik insanlar çocuklar ölürken/öldürürken orda burda.

Konuşmanın başında “konuşan pek çok insan” dediniz. Gerçekten, kitapta “şiir kahramanları” çıkıyor karşımıza… Uzun hayat hikâyesi olan, roman kahramanlarını aratmayacak kahramanlar.

Eee. Evet, Sadece benim konuşmamla olmazdı. Bu kitap çünkü biraz da bir toplumsal doku çalışması gibi bir yandan da. İstanbul’un, küçük yerlerin, çeperin insanlarına söz hakkı veren bir tarafı var. O yüzden onlar aracılığıyla konuşuyor bazı şiirler. Hepsinin hikâyeleri ayrı.
Firdevs Teyze’nin “sana saklı anlatacaklarım var” demesi, farklı söylemenin ne kadar güzel olacağını gösteriyordu.

Yine sohbetin başında “kişisel yolculuğun durakları” diye işaret ettiniz şiirlerinizi, kitaplarınızı. Bu açıdan baktığımızda Birhan Keskin şiiri birçok açıdan “otobiyografik” unsurlar taşır gerçekten. Dolayısıyla, okurla arasına mesafe koymayan bir şairin şiirleri bunlar…

Şiir zaten bana her zaman mahrem bir şey gibi gelmiştir. Bunu şairden ve şiir okurundan iyi kimse bilemez. O yüzden de şair ile şiirinin okuru arasında çok özel bir ilişki vardır. Evet yazdığım her kitap benim hayatımın duraklarından biridir ve kuşkusuz epey otobiyografik materyale sahiptir. Ancak “yazın” dediğimiz şey, metine dönen, şiire dönen her parça aynı zamanda bir o kadar da yazarından bağımsızdır. O artık “kendisi”dir. Yani metnin kendisidir. Çünkü gerçekliğin yanına tahayyül de eklenmiştir. Okurla mesafe meselesine gelince; ben okurun karşısına nadiren çıkan biriyim. Bu dokuzuncu şiir kitabım, hiç imza günü yapmadım mesela. Bu meselelerde hem biraz yabani hem çekingen biriyim. Ama İstiklal caddesinde beni yürürken görüp tanıyan bir okur arkamdan “Birhaaaaan” diye seslenecek kadar da yakındır bana. Ya da portakal reçeli yapıp, kurabiye paketleyip kargoyla gönderecek kadar da kardeşimdir.

Size gönderilen kargodan kitabın başında sizin gönderdiğiniz “Kargo” ya geçmek istiyorum. Adeta bir “önsöz şiir” bu. Sanki kitapta göreceklerimizin, okuyacaklarımızın habercisi...

İçerideki şiirlerin büyükçe bir bölümü, ortak tarihimizin, acımızın, ortak yasımızın, ortak dertlerimizin kitabı. “Ey okur bunları sana tekrar hatırlatacağım…” O yüzden de okura şefkatli bir mektup yazma isteği duydum. “Kargo”, şairinden okuruna bir mektup olduğu kadar onu bu kitaba hazırlamak da isteyen bir geçiş.

“Hidrofor” şiirinde, ki aslında bambaşka şeyler de var karşımıza çıkan, ancak, “bu bizim millet şiirden bi bok anlamıyor” cümleniz dolayısıyla sormak istiyorum. Son zamanlarda yeniden “şiir okuru”nun nerede olduğu, bahisleri edilir oldu. Şahsen bu meseleyle bu kadar çok uğraşmaktan, asıl meseleyi, şiirin kendi dünyasını göz ardı ediyoruz gibi geliyor… Siz ne düşünüyorsunuz?

Önce “Hidrofor” şiirinde geçen o dizeye takılmayalım. O dizenin oradaki görevi başka. Açık konuşayım: şiir okunmuyor, şiir öldü mü, şiir okuru nerede, diye mızıldanmaktan bıkmıyor bizim dergi ve gazetelerimiz. Bu sorular 1930’larda da soruluyordu. Konu bulamayan buna sığınıyor anlaşılan... Birincisi genel olarak Türkiye’de okur sayısı artıyor, hem de azımsanmayacak şekilde. Tabii ki roman  başı çekiyor bu artışta. Çünkü roman çağındayız. Ancak şiir okurunun da sayısı artıyor. Bir de hep dediğim gibi, şiir okurunu sıradan okurla karıştırmayalım. Şiir okuru özeldir. Gezi’de duvarlara yazılan dizeleri hatırla bir! Şiir gerektiği yerde, gerektiği gibi duruyor. Şiir de burada duruyor, capcanlı, okuru da burada. Şiir az okunuyor diye mızıldanıyorsan, git pembe bir roman yaz o zaman! Ne yani bir şiir kitabının çıktığı anda “bestseller” olmasını mı bekliyorlar bunu soranlar? İyi şiir yıllara, kuşaklara yayılarak devam eder, ediyor da. Bıktım ben bu mızıldanma halinden.

http://www.anitsayac.com şiirine adını veren anitsayac.com’a değinmek istiyorum. “Şiddetten ölen kadınlar için dijital anıt” alt başlıklıbir sayaç bu. 2008’den başlayıp tam olarak “bugüne” kadar şiddetten ölen ve kayıtlara geçen kadınların hepsinin kimlikleri, neden ve kim tarafından  öldürüldükleri var sitede… Siteye baktığımızda yıllık sayılar da artarak ilerliyor. Bunu toplumsal cinnetle mi yoksa erkek egemen iktidarın tezahürü diye mi açıklamalı?

Biz Aslı’yla bu şiirin sonuna bir dipnot koyduk. Orada da yazdık. Bu cinayetlerin bu denli artması politiktir. Güdülen siyasetin toplumdaki karşılığıdır. Bozuk adaletin, erkeği arkalayan adaletin yansımasıdır. Erkek bir dünyanın ne menem ne boktan olduğunun sonucudur. Yaşadığımız toprakların erkeklik algısının ne denli hastalıklı olduğunun da göstergesidir. Son olarak erkek acizliğinin ve sefaletinin resmidir. Ve evet bir kere daha tekrar edelim: Bu cinayetler politiktir.

Ba'da ve Y’ol'da okuduğumuz mısraların bir devamı var Fakir Kene'de, “Gitmem gerekiyor, vakitsiz gelmişim”.. Birhan Keskin şiirinin belirgin unsurlarından birisi de bu, “bir yere ait olamama” duygusu. Biraz göçebelik ama daha çok sürgünlük hissi sanki…

Sadece bunlar mı, kim bilir daha ne çok dize vardır şiirlerimde benzer minvalde. Bir şey var bende, ne olduğunu bilmiyorum, yerini evini bulamamış hissedişim bundan zahir. Burası değil, burası değil, böyle değil, burası değil, burası değil burası değil… İşte öyle Çağlayan. Bastın yaram üstüne.

Okuyabileceğiniz diğer Birhan Keskin söyleşileri
▪ "O ağaçlar bizim kardeşimiz!"
Serap Çakır, Cumhuriyet Kitap Eki, 3 Mart 2016
▪ "Yeryüzü karşısında konuşmak ne zor!"
Pelin Özer, Cumhuriyet Kitap, 30 Nisan 2002
▪ "Yeryüzüne bakmaya geldim ben"
Can Bahadır Yüce, Zaman Kitap Eki, 1 Mayıs 2006
▪ "Şiir benim iyiliğimdir!"
Figen Şakacı, Radikal, 9 Mayıs 2006
▪ "Birhan Keskin’le birkaç saat"
Hacer Yeni, Elle, Eylül 2009
▪ "Her şey tüccarların elinde"
Figen Şakacı, Radikal Kitap Eki, 9 Nisan 2010
▪ "İkimiz de üryan şiir yazıyoruz"
Serpil Gülgûn, Milliyet Kitap Eki, 2 Mayıs 2006
▪ "Şiir, neşe ve tedirginliktir"
Birhan Keskin, 1999
▪ "Bir kolum çolaktır şiir yazarken"
Birhan Keskin, Radikal Kitap, 8 Nisan 2016
 
 

Kişisel Veri Politikası
Aydınlatma Metni
Üye Aydınlatma Metni
Çerez Politikası


Metis Yayıncılık Ltd. İpek Sokak No.5, 34433 Beyoğlu, İstanbul. Tel:212 2454696 Fax:212 2454519 e-posta:bilgi@metiskitap.com
© metiskitap.com 2024. Her hakkı saklıdır.

Site Üretimi ModusNova









İnternet sitemizi kullanırken deneyiminizi iyileştirmek için çerezlerden faydalanmaktayız. Detaylar için çerez politikamızı inceleyebilirsiniz.
X