"Değerlendirmelerde içerik tamamen ortadan kalktı, bence yüksek kültürdeki krizin temeli de bu"
Olivier Jacquemont (siyâset felsefesi doktoralı): Bugün siyâsetbilimci Olivier Roy’yı Dünyanın Düzleşmesi kitabı hakkında konuşmak için ağırlıyoruz. Kitabın altbaşlığı son derece ilginç: “Kültürün krizi ve normların tahakkümü”. Bunları ele almaya çalışacağız. Olivier Roy, Humanités’nin bu dâvetini kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz…Ben teşekkür ediyorum.
Sizi hızlı bir şekilde tanıtayım: Bugün Floransa’daki Avrupa Üniversitesi Enstitüsü’nde öğretim üyesisiniz. Aynı zamanda Sosyal Bilimler İleri Araştırmalar Okulu EHESS’te de araştırma yöneticiliği yapıyorsunuz, değil mi?Evet, ama artık emekliyim.
Peki. Önceki yaşamınızda diyelim o zaman, Paris Siyâsal Araştırmalar Enstitüsü IEP’de doktoranızı yaptınız, felsefe agregasyonu yaptınız, Doğu Dilleri ve Medeniyetleri Enstitüsü INALCO’dan Farsça diplomanız var. Çok seyâhat ettiniz, özellikle Afganistan’a. Siyâsal İslâm ve siyâsal radikalizmler konusunda uzmansınız ve bu kitabınızda kültürün krizini ele alıyorsunuz. Biraz toparlayabildim mi…?Kesinlikle.
Kitabınız Ekim 2022’de çıktı, Leibniz ve Çin üzerine yazdığınız ilk kitaptan 50 yıl sonra.Aynen.
O zaman, hemen bu kültür meselesiyle başlayalım diyorum: Kitapta, kültürün krizinden söz etmeden önce, antropolojik kültür ile yüksek kültür arasındaki farkın altını çizerek berraklaştırmanız önemli. Bu iki terimi açabilir misiniz?Antropolojik kültür, sizinle aynı topluma ya da aynı topluluğa mensup olanlarla paylaştığınızdır. Zımnî şekilde paylaşılandır. Meselâ dildir, “beden dili”dir (
body langage). Bedeninizle kendinizi nasıl ifâde ettiğinizdir, değerlerdir, bir muhayyiledir. Meselâ siyâset ya da ahlâk bakımından bütünüyle anlaşmazlık içinde olsanız bile, yine de kendinizi ifâde ettiğiniz muayyen bir sistemi paylaşırsınız — münâkaşa etmek için bile olsa. Yüksek kültür ise, bir toplumun yüksek kültür adını vererek seçtiklerinden oluşan bir külliyattır. Dolayısıyla üniversitelerde öğretilenlerdir, müzelerde ziyârete açılanlardır, okunanlardır, romanlardır, sanattır, müziktir, vs.. Ve bir yüksek kültür, artakalandan bütün toplumlarda ayırt edilmez. Ama Batı’da, elbette bu yüksek kültür tanımımız var; bu bir sistemle, üniversite sistemiyle, okul sistemiyle geçer; bunu kuşaktan kuşağa aktarmamız ve araştırmamız beklenir.
Buna örnek olarak, benim çok kavrayıcı bulduğum bir şey söylüyorsunuz: Antropolojik kültürün tarafındayken, zımnîliğin tarafındayız; sizin de hatırlattığınız gibi, dili konuşuyoruz, ama yerleşik olan gramer kurallarını kafaya takmadan konuşuyoruz. Gramer kuralını uyguladığımızda, âşikârın tarafında oluruz ve orada kurallara uymamız gerekir. Dolayısıyla zımnî ile âşikâr arasında bir ayrım bu.Evet ve zımnî âşikârdan önce gelir; yani âşikâr olmayan bir şeyden yola çıkılarak âşikârlaştırılır zımnî.
Bu kültür mefhumunda da, bu iki boyutta, dikeylik sorunu var. Kültürde, dikey bir boyuttayız.Evet, yüksek kültürün, bir toplumdaki idealleri ya da bu toplumun eleştirisini ifâde ettiği varsayılır diyelim. Topluma yukarıdan bakar. Antropolojik kültürde ise, çoğu zaman, meselâ dinsel bir boyut olur, aşkın bir boyut olur. Bu aynı biçimde tanımlanmasa da, yukarıda bir şeyin olduğu düşünülür.
O zaman, bence netleştirmesi hayli basit bir bahis kalıyor; sizin, yüksek kültürün krizi diye adlandırdığınız bu; kendinden emin bir mütehakkim kültürün krizi diyelim. Bugün bu kültür tamâmen şüphe içinde. Yukarıdaki kriz bu.Evet, yüksek kültürdeki bu kriz çok erken teşhis edildi. “Düzey düşüyor” teması bu. Bütün kuşaklarda, önceki kuşaktan beri düzeyin düşmüş olduğu açıklanır size. Burası açık. Ama 50’li yıllardan beri, bu yüksek kültürün aktarımına bir eleştiri var. Okulun eleştirisi bu; üniversitenin eleştirisi bu. Hem sonra, seçkinlere mahsus elitist cenâhın, elbette geleneksel olarak “muhâfazakâr” diye nitelenen yüksek kültürün yadsınması olan ve kitle kültürü diye adlandırılan şeyin sökün etmesi de var; yüksek kültürdeki bu krizden ve yatay olup herhangi bir aşkınlığı da yetkinliği de hiç tanımlamayan bir kitle kültürünün sökün etmesinden yakınılmaktadır. Ama benim üzerinde ısrarcı olduğum nokta, yüksek kültürdeki bu krizin çoğu zaman aşırı sola, sola, ilericilere isnat edildiği…
Bundan onların sorumlu olduğuna hükmediliyor.Evet.
Solun ve aşırı solun.Evet. Aslında, yaklaşık altmış yıldır, yani 60’lı yıllardan beri lise ve üniversitelerdeki sistemlerin evrimi incelendiğinde, bunun siyâsetle hiçbir bağlılaşımı olmadığı saptanıyor. Meselâ, artık Latince öğretilmiyor olması, yeni dalların gelişi, özellikle de bütün dalların düzleştirilmesi De Gaulle döneminde başlamıştır. Yani baskın bir dal telakkîsi yok artık; vaktiyle bizim sistemimizde bu baskın dal elbette felsefeydi, o bitti. Şimdi artık içeriklerle alâkası kurulmayan yetkinlik kıstaslarımız var. Yani öğretim tipleri, performanslar getiriliyor. Ama bugün değerlendirmelerde içerik tamâmen ortadan kalktı; bence yüksek kültürdeki krizin temeli de burada.
Vurguladığınız bir unsur daha var; benchmark (kıyaslama/bilgileşim) modelini kültüre de uyguluyorsunuz. Yani bir faaliyet sektöründe şurada veya burada hangi uygulamaların en iyileri olduğu görmek için farklı aktörler kıyaslanacaktır. Bunlar bağlamlarından bütünüyle koparılarak alınacaktır. Kitle kültüründe, yapılandırıcı külliyat olduğu varsayılan yüksek kültüre karşı böyle bir yön de var.Evet. Kitle kültüründe, hattâ şimdi her kültürde diyebilirim: Başka yerde işleyen bir şey alınacaktır. Öyleyse, ilke olarak, meselâ “Dallas” gibi bir dizi başlangıçta Amerikalılar için yapılan sâfî Amerikan bir dizidir ve kültürel bağlam ne olursa olsun bu dizinin iş yaptığı fark edilir. Öyleyse sonra, bu tipteki filmlerin usûlleri taklit edilip kopyalanacak ve uyarlanacaktır. Kuşkusuz, dil değiştirilecektir, iki üç dalga değiştirilecektir; ama burada, evrensel bir “
entertainment”, varyete, keyiflenme sisteminiz vardır. Öğretimde de aynı şey var. Çin üniversitelerinde işe yarayan bir dalga fark edilirse, o uyarlanacaktır, alınacaktır, ama geldiği kültürel bağlamla uğraşılmayacaktır. Elbette bunun için Çin kültürü ya da Japon kültürü incelenmeyecek ve şirketlerin uzun zamandır yaptığı şey yapılacaktır. Amerikan ya da Japon üretiminde iş yapan bir şey varsa, incelenecek, alınacak ve bağlamından çıkarılacaktır. Yani iradî olarak kökendeki kültür ile alıcı/ağırlayan kültür kasten göz ardı edilecektir.
Benchmarking’dir bu.
Kitsch gibi örneklerde de görülüyor bu; kitsch’in zaferi ya da manga’lar, Batılı kültürlere bütünüyle kültürsüzleştirilmiş biçimde, ilk baştaki bağlamı hiç dert etmeden gelip yayılıyorlar. Yüksek kültürdeki krizle başlamanın neredeyse daha basit olduğunu söylüyordum. Belki daha derin olan, daha aşağıdan işleyen başka bir kriz var çünkü; toplumsal bağın krizi bu; o da, insanlar arasındaki bağı oluşturan, müşterek bir muhayyile yaratan, antropolojik anlamdaki kültürde krize yol açıyor. Siz de kitabın başında, tek bir sebebe bağlı olmadığını söylediğiniz toplumdaki bu derin dönüşümü vurguluyorsunuz; fakat toplumsal bağın zarar görmesiyle kültürün bir krize girip dönüşüme uğramasına yol açan birçok etkene bağlı sebepler var.Evet ve bu karşılıklı işliyor. Yani toplumsal bağın bir krizi var; ama kültürün krizi toplumsal bağdaki krizi vahimleştiriyor. Toplumsal bağdaki kriz ne demek peki? Karşımızdaki kişiyle zımnen bir şey paylaşmıyoruz demek. Dolayısıyla meselâ duygularınızı ya da hangi nedenlerle hareket ettiğinizi sürekli olarak âşikârlaştırmaya mecbur hissediyorsunuz kendinizi, ya da sizi buna mecbur ediyorlar; meselâ müşterek bir dil, mümkün mertebede en şeffaf dil aranacaktır. O zaman da özel olarak, evrensel dil anlamında, birçok kimsenin düşündüğünün aksine İngilizce değil,
globish’tir bu; yani kültürsüzleştirilmiş İngilizce. Temel gramer elbette İngilizcedir, ama karşınızdaki insanın İngilizce düzeyini bilmediğiniz için kendinizi sansürlersiniz ve sizi anladığından emin olmak için nispeten kısıtlı bir söz dağarcığı kullanmaya dikkat edersiniz. Tâbiri câizse, konuştuğunuzdan çok daha iyi İngilizce bilseniz bile. Kitapta verdiğim örnek: İngilizcede “kardeşler” için kullanılan “
siblings” terimini karşınızdakinin bildiğinden emin değilsinizdir, öyleyse “
siblings” yerine “
brothers and sisters” dersiniz, vb.. Sonunda ise, bütünüyle kültürsüzleştirilmiş bir dil olur bu; kodlanmış bir dil diye adlandırılandır bu; yani her gösterge, her sözcük bir anlama ve tek bir anlama karşılık gelir. Duygularla da aynı şey yapılır; emojiler ve emotikonlar devreye girer burada. Bir şey hissedersiniz, karşınızdaki kişinin sizin ne hissettiğinizi anlayacağından çok emin değilsinizdir. Dolayısıyla bir gösterge, tek anlamlı bir gösterge eklersiniz. Bu bir kahkahaysa, o zaman bir kahkaha göstergesi olur bu. Nüanslar da eklemek gerekir. Bâzen bir kahkaha ve bir damla gözyaşı konur, “gözümden yaş geldi gülmekten” demek için. Ama karşınızdaki kişinin sizin bir şaka yapmakta olduğunuzu anladığından emin olmak için de koyarsınız bunu. Ve şâyet şaka yaptığınızı göstermeden bir şaka yapıyorsanız, bu size karşı döner. Îmâlarda bulunduğunuz ya da hakîkaten anlaşılmamak için bunu kasten yaptığınız söylenerek kınanacaksınızdır, vs.. Dünyanın düzleşmesi diye adlandırdığım budur, çünkü öncelikle dilin koda dönüştürülmesiyle iletişimin düzleştirilmesidir.
Evet, öyle. İletişimde katiyetle hiçbir şeyin bulandırılmaması gerekiyor; her şey açık, şeffaf olmalı. Söylediğim şey öteki tarafından bütünüyle ve basit biçimde algılanmalı. Dolayısıyla olay bu: Kültürün, alışverişleri akışkanlaştırmayı hedefleyen iletişim kodlarıyla dönüştürülmesi.Evet, trafik kuralları gibi. Ve şimdi görüyoruz ki… Meselâ günümüzün polemiklerinden birini alıyorum: Cinsel ilişkilerde, yapılmakta olanın her ânını kodlaştırma zorunluluğu var; yani bir cinsel ilişkinin her ânında ve her kesitinde öteki kişiden izin alma zorunluluğu; her seferinde, yapacağınızı açıklama, izin isteme, vs.. Aynı şeyi tıpta da görüyoruz; şimdi, hekimlerden de… –Haklı olarak! Bunu hiç eleştirmiyorum– sürekli olarak yaptığı her şeyi açıkça bildirmesi bekleniyor. Sanatçıdan ise tablosunu açıklaması isteniyor. Çok açık olduğu için tercih ettiğim bir örnek ise lokantalardaki mönüler.
Ah evet, o örneği çok beğendim.Şimdiki mönülerde, birazdan ne yiyeceğinizi size açıklamak için beş satır oluyor. Ama yemeden önce oluyor bu; yani meselâ size içeceğiniz şarabın tadı açıklanıyor. “Bu içtiğiniz Burgonya şarabında hafif müge kokusuyla kiraz tadı var” vs..
Size neyi hissedeceğiniz söyleniyor.Hissedeceğiniz şey söyleniyor. Ve eğer bunu hissetmezseniz bir hödük muamelesi görüyorsunuz; dolayısıyla akabinde bunu hissediyormuş gibi yapıyorsunuz, yani ötekiyle ilişkinizi sürekli olarak aşırı kodlaştırıyorsunuz. Kültürdeki krizin temeli de bu benim için.
Üstelik, simgesel kültürden oyun kültürüne doğru bir savrulma da var. Bunun kod olduğunu, norm olduğunu açıklıyorsunuz. Norm ise yaptırımla berâber işliyor. Oyunun bârizleştirilen kuralları var. Bir futbolcu sâhaya çıktığında neyle karşı karşıya olduğunu bilir. Nasıl işlediğini bilir, bütün kuralları bilir. Bir kuralı aşarsa, onu ihlâl ederse, cezâlandırılır. Dediğiniz gibi, cinsellik ya da mönü konularında, veya sosyal ilişkilerde de aynı rejimdeyiz: Oyun kuralları düzeyinde her şeyin bârizleştirilmesi lâzım. Kurallar hiçe sayıldığında da cezâlandırılıyoruz. Normun getirdiği yer burası mı?Evet, burası. Bu yüzden normların tahakkümünden bahsediyorum. Herkes, özellikle de 30 yaşın üzerindekiler, yaklaşık 10-15 yıldır her tarafta sistemlerin, normların yayılmasını gördüler. İster ortak mülkiyet düzenlemelerini alın, ister çalışmakta olduğunuz kurumun yönetmeliğini alın; ulaşımdaki, uçaklardaki, istediğiniz konudaki kuralları alın; hepsinde iki misli, üç misli normlarla karşı karşıyayız. Yirmi yıl önceki normla bugünü karşılaştırın. Sosyal ilişkilerin sürekli adlîleştirilmesine tanık oluyoruz; yani her konuda şikâyette bulunuluyor, her konuda mahkemeye gidiliyor ve gönüllü biçimde yapılıyor bu. Yani bunu size devlet dayatmıyor. İnsanlar şikâyette bulunuyor, yaptırımlar talep ediyorlar. Normların tahakkümünün yaygınlaşması diye adlandırdığım bu. Beni çok şaşırtan bir şey vardı –paradoks da diyebiliriz–, toplumun daha dayatmacı hâle gelmesinden, size bir şeyler dayatmasından değil bu; insanlardan gelen bir talep. Meselâ beni şaşırtan şeylerden biri, yetişkinlerin oynadıkları oyunlar. Meselâ poker vs.’yi her zaman oynamışlardır. Ama bunlar kuşaklara bağlı oyunlardı. Bir oyunu oynamayı bir yaşta bırakıyordunuz ve başka bir şeye geçiyordunuz, vs.. Halbuki şimdi, eskiden oynadıkları oyunları oynamaya devam eden kuşaklar görüyoruz ve şimdi oyunun şirketlerde düzen sağlama yöntemi olarak kullanıldığını görüyoruz; üst düzey yöneticiler için hafta sonu eğlenceleri düzenleniyor. Ama bunlar eğlence olarak takdim edilmiyor. Çünkü işimiz eğlenmek değil.
Evet, teambuilding (takım oluşturma) deniyor buna…Evet, çünkü oyunun ötekilerle ilişkileri iyileştirmesi, size muayyen bir etik, ilişkileri kodlama tipi öğretmesi bekleniyor. Kodlamada kalınıyor. O zaman, ister paintball olsun ister başka şey, oynanıyor ve elbette kurallara göre oynanıyor, normlara göre, yaptırımlarla. Ama eğlenilmesi de bekleniyor. Dolayısıyla normların yaygınlaşmasına paralel olarak zevkin de yaygınlaşması var. Bugün kısıtlayıcı bir çerçeve dışında zevk alınamıyor gibi âdeta. Toplumumuzun büyük paradoksu da budur. Kitaba biraz böyle başlamıştım… Kaliforniya’da 1 yıl boyunca Berkeley’de bulunmuştum ve kendi kendime, “Ne tuhaf!” dedim, “60’lı yıllarda her şey burada başlamıştı: hippiler, cinsel özgürlük, vs.. Oysa bildiğim toplumlar arasında, en çok normun olduğu toplumlardan biri bu.” Yani her şey norma bağlanmış; kendi çocuklarınıza nasıl davranacağınızdan, sizi hiç kimsenin görmediği mutfağınızda nasıl davranacağınıza kadar; çimlerin biçilmesi, sokakta karşı kaldırıma geçme, her şey katiyetle norma bağlanmış. Ve bunda bir çelişki görmek yerine, “Muhtemelen, özgürlük sâhasının yaygınlaşması ile normların tahakkümünün yaygınlaşması arasında bir alâka var burada” diye düşündüm. Bugün tanık olduğumuz bu.
İlginç olduğunu düşündüğüm bir ifâdeyle formülleştiriyorsunuz bunu; başkalarının bakışını idâre etmek istediğimiz için en nihâyetinde normlara ihtiyaç duyduğumuzu söylüyorsunuz. Oysa belki tam da her birimizin arzusunun özgürleştiği yatay bir toplumda, bakış bir tehdit, bir risk hâline de gelebiliyor. Dolayısıyla her kişi için güven verici bir çerçevenin yaratılması sağlanmalı.Meselâ Me Too gibi hareketler, zevk arayışının yaygınlaşmasının aslında aynı zamanda tahakkümün, bu durumda da özellikle eril tahakkümün yaygınlaşmasına tekabül ettiğini gösterdi. 60’lı yıllardaki özgürlüğün eleştirisi de kabaca budur. Bugün getirilen eleştiri muhâfazakâr bir eleştiri değil. Yani elbette muhâfazakârlar var, ama geleneksel âileye dönüş talebi değil bu; ancak muhâfazakâr sağ çevrelerde, hangi dinden olursa olsun dindar çevrelerde bulunur o talep. Dolayısıyla şimdi istenen, arzunun normalleşmesinin yaygınlaşması. Arzu zâten hep buradadır, hâlâ bir değerdir, ama norm sistemleriyle çerçeve içine alınmalıdır. Ve bu işlemediğinde ne olur? Istırap başlar. Beni en çok şaşırtan şey, herkesin, mütehakkimlerin bile, ıstırap çeken bir azınlığın mensûbu gibi yaşaması oldu. Televizyonlarda düzey düşüşü yüzünden duyduğu teessüfü bildiren bâzı deneme yazarlarına baktığınızda: Istırap içindeler, sürekli ıstırap çekiyorlar. Ama azınlıklar, yani kendilerini tahakküm altında hissedenler de ıstıraplarıyla çalım satıyorlar bugün.
Cancel culture (İptal kültürü) şudur: “Bana ıstırap verebilecek bir şey göstermeyin.” Bugün talep edilen, üniversite kampüslerindeki “
safe spaces”tir (güvenlikli bölgeler). Istırap çekme riski olmayan bir mekân isterim, dolayısıyla bana ıstırap verebilecek hiçbir şey görmemem gerekir. Böylelikle sürekli uyarılar, bir sürü “
warning” gerekir. Dikkat, bu film size ıstırap verebilir. Dikkat, bu belge size ıstırap verebilir. Hem sonra, dediğinize çok vurgulu bir biçimde karşı çıkılmaması da gerekmektedir; çünkü filan kişi bana ıstırap verebilir. Dolayısıyla iki taraflı işleyen bir sansür etkisi vardır. Bunu Florida’da Disney’e karşı DeSantis’le görüyoruz. Birbiriyle zıtlaşan iki
cancel culture (iptal kültürü) sistemidir bunlar. O zaman da mahkemelerde ne yapılır? Istırap çekildiği için şikâyette bulunulur, yani bütün alanlarda ıstırâbın onarılması talebi vardır. Meselâ kutsala hakaret bu alanlardan biridir. Tanrı adına şikâyette bulunulmuyor tabiî; bu mümkün olmazdı. Öyleyse inanan ıstırap çektiği için şikâyette bulunuyor. Meselâ, kişi ister Müslüman olsun ister Hıristiyan,
Charlie-Hebdo’ya baktığında… Fransa’da bir dâvâ oldu; kutsala hakaret değildi konu, ama bir grup entegrist Katolik, iç çamaşırı reklâmında Leonardo da Vinci’nin
Son Akşam Yemeği tablosunun kullanılmasını kendilerine hakaret olarak hissettikleri için şikâyette bulundular. Asliye mahkemesinde kazandılar, ama sonra, elbette, kaybettiler dâvâyı. Çok laik bir ülkedeyiz yine de; ama yargıç, karârının gerekçesini, bu Hıristiyanların otobüs beklerken o afişleri gördüklerinde ıstırap duymalarına bağladı. İşte böyle. Dolayısıyla bugün büyük bir sorun hâline gelen o ıstırap yarıştırma meselesi var; çünkü tam da tatmine dayalı olmak isteyen bir toplumdan geliyor bu. Sonunda ise, bütün tartışma ıstırap hakkında oluyor.
Günümüz toplumunda ilginç bir başka çelişki daha var; meselâ şâyet Bourdieu’nün sosyolojik çalışmalarını düşünürsek, mütehakkim kültürün, simgesel kültürün, şiddetini bâzen görünmez biçimde icrâ eden şedit bir kültür olduğunun söylendiği doğru. Ve burada, siz, kültürdeki –yüksek kültürle antropolojik kültür arasındaki– bu krizle birlikte, başka bir şiddet biçimine tanık olduğumuzu söylüyorsunuz; çünkü değerler birbirine eşit olduğundan, bu sâdece kutuplaşma yaratmakla kalmıyor, artık ötekiyle tartışılamıyor da; tartışacak müşterek zemin yok artık, üstelik ötekine “Senin konuşmaya hakkın yok, söz bende” diyerek kendini dayatmak isteniyor.Evet böyle. O zaman da bireyciliğe giriliyor; yani bir gruba bile gönderme yapılsa, eninde sonunda kimlik, grubun geniş kimliğiyle tanımlanıyor; ama sonra, bir bireyin tüm özelliklerinin peşine düşülerek bireye varılıyor. Dolayısıyla gruplar, bireyler koleksiyonu gibi tanımlanıyor. Düzleşme/Yavanlaşma budur da. Bize bir dünya anlayışı ya da aşkınlık ya da aklınıza ne geliyorsa onu sağladığı için girilmez bir gruba. Bir gruba girilir, çünkü kendisiyle aynı olanlarla karşılaşılacağı düşünülmektedir; bu sefer de, aradaki ufak fark bulunur dâima. Bu yüzden, katıldığınız gruptan hiçbir zaman memnun kalmazsınız; çünkü ötekiler gibi olmayan ufak bir dalga vardır hep. O zaman da toplumumuzda elbette temel olan bir başka unsura gelinir; sanal âlemin ağır basmasıdır bu. Çünkü toplumsal bağdaki kriz, aynı zamanda yaşadığınız gerçek mekândan sanal mekânlara bu geçiştir de. Gerçek mekân, komşularınızdır, sınıf arkadaşlarınızdır, işyerindeki meslektaşlarınızdır ve onlarla ilişkilerinizi, karmaşıklığı ve zımnîliği içinde, kâh empati kâh nefret duyarak idâre etmeye yine de mecbursunuzdur. Ama ne yapalım? İyi kötü idâre ederiz bunları. Halbuki bir sanal topluluğa sığındığınız zaman, oyuna neyi sürmek istiyorsanız onu koyarsınız. Öyleyse kimlik, bir dinî inanç olabilir, bir cinsel kimlik olabilir, Harry Potter ya da
manga fanı olmak da olabilir. Ve orada, tam olarak sizin ortaya sürdüğünüzle aynısını ortaya süren kimseleri bulursunuz ve sürekli olarak aynı şeyi tartışırsınız. Bunun sonucunda, kendinizi ifâde ettiğiniz mekân ile yaşadığınız yer arasında bir uyumsuzluk olur. Bence toplumsal bağdaki derin kriz budur; o da kuşkusuz siyâsallığın krizidir; çünkü artık tartışma kabul edilmemektedir ve aslında sürekli olarak aynının peşinden gidilmektedir.
Söylediğiniz gibi, 68’in arzulayan bireyinden bahsedildi; o bağın, toplumsal bağın ve kültürel bağın dönüşümündeki bir etken de budur. Az önce internetten ve dünyanın sanallaşmasından söz ettik. Bir başka etken daha var: Neoliberalizm. Pakete bu da dâhil ve bireyi toplumsal inşâ olarak bizâtihi etkiliyor.Evet, çünkü neoliberalizm, tanımı îtibâriyle toplumsal bağı inkâr eder; sâdece bireyler görür o. Kendi varlığını haklı göstermek için de şöyle der: Biz girişimci bireylere hitap ediyoruz…
Sözünüzü kesmeme müsaade ederseniz, girişte söylemek istediğim de buydu. Adı Succession olan bir dizi var; bu dizide, şirketini satmakta olan milyarder büyük patron Logan, şoföründen onunla berâber bir lokantaya gelmesini ister; çünkü kendisi için bir yaşgünü partisi düzenlenmektedir. Canı o insanlarla berâber olmak istemiyordur. Dostları değildir onlar. Şoförüne şöyle der: “Benim en iyi arkadaşım sizsiniz”. Toplumsal belirlenmeler üzerine bayağı bir şey var burada. Tahakküm ilişkileri tuhaf bir biçimde göz ardı edilmektedir. Ve ona şöyle der: “İnsanlar nedir?” Şoför de sorar: “Nedir?” Onu şöyle cevaplar: “Ekonomik birimlerdir. Ben bir devim, bunlar ise pigmeler, pazarları oluşturuyoruz.” O zaman şoför şöyle der: “Peki”. Patron devam eder: “Bir kişi nedir? Onun değerleri vardır, hedefleri vardır ve bunlar bir piyasada değerlendirilir” — çiftler pazarında, emek pazarında, “para pazarı”nda; neoliberal toplum anlayışı bu.O diziyi bilmiyordum, ama tam olarak budur. Hepimiz girişimcileriz ve kendimizi gerçekleştirmek/hayâta geçirmek için buradayız. Bu başarılmazsa da, elbette bireyin kusurudur bu. Sistemin kusuru değildir, bizim loser (tutunamayan) olmamızdandır. Dolayısıyla
winners ve
losers vardır. Sürekli olarak
benchmarking yapılır, ötekilerde neyin iş yaptığına bakılır ve onlardakinden daha iyi iş yapan bir şey îcat etmek denenir. En sonunda ise başarı, elbette, paradır. Dolayısıyla işin çok ilginç tarafı, neoliberalizmin 70’li yıllarda Bayan Thatcher gibi, Reagan gibi Hıristiyan değerlerden yana, âile vs.’den yana muhâfazakâr politikacılarla başlamış olmasıdır. Ama elbette bu tam tutmamaktaydı. O zamandan beri, 50-60’lı yıllarda muhâfazakâr Amerikan âilesinin bizzat modeli olan Disney’in evrimi vardı; şimdi ise, neredeyse LGBT değerlerinin reklamını yapmaktadır; çalışanlarının hepsine, kendilerini işleriyle hayâta geçiren/gerçekleştiren potansiyel girişimciler muamelesi ya da öylelermiş gibi yapmaktadır. Bu yüzden, muhâfazakârlar, hakîkî muhâfazakârlar artık iş dünyasında değillerdir. Vaktiyle olmuş olduğu
business yanlısı büyük parti olmaktan çıkan ve tam da değerlerinde ve toplumsal yaşamlarında kendilerini tehdit altında hisseden küçük beyazların partisi hâline gelen Amerikan Cumhuriyetçi Parti’nin evrimidir bu.
Ve burada bir rejimle karşı karşıyayız. O zaman sizin dediğiniz, neoliberalizmin normlar rejimiyle hiç de bağdaşmaz olmadığı; tam aksine, bunun ona çok iyi uyduğu. Kendine şöyle diyebilir: “Biz, evrensel olan, herkese uyan temel ilkeleri koyarız. Yatay şekilde yayılan normlarımız vardır; kültür ise kenara konmuştur.”Kültür kenara konmuştur. Meselâ bunu, kitapları, yani elkitaplarını okuduğumuzda görüyoruz; elkitabı diyorum çünkü bunlar tam olarak kitap değiller. Yetkinlik okulunun nasıl yapıldığı üzerine kitaplar bunlar; yaklaşık on yıldır böyle bir sürü kitap çıktı: yetkinlik okulu, yetkinlik üniversitesi… Sürekli olarak kesinlikle yetkinlik sözcüğüyle karşılaşılır ve farklı yetkinlik ölçütleri tanımlanır: iletişim, bireyselliklerin ne şekilde gerçekleşebildiği, vb.. Burada beni çok şaşırtan bir şey, bütün bu elkitaplarında –yani benim okuduklarımda– kültür sözcüğü sürekli olarak eğlenceyle birlikte kullanılmaktadır (kaldı ki çok nâdiren geçer) ve geçtiği zaman ise, eğlenceyle birlikte anılır. Meselâ, “spor ve kültür geliştirilebilir” denir. Dolayısıyla sizin Latince yapmanızı kimse engellemeyecektir tabiî ki. Ama hiç de büyük kültüre erişim için değildir bu, çünkü Latince yaparak kendinizi gerçekleştiriyorsunuzdur. Şâyet yogayı tercih ediyorsanız, yoga yaparsınız. Dolayısıyla tüm etkinlikler aynı düzleme konur. Dünyanın düzleşmesi budur da. Meselâ çok ilginç bir şey görüyoruz: UNESCO’nun dünya kültürünü nasıl altkültürlere böldüğü ve ufak kültür parçalarını dünya kültür mîrâsı mertebesine nasıl çıkardığı. Meselâ UNESCO’nun en son numarası, francalanın uluslararası kültür varlığının bir unsuru olduğunu îlân etmesidir. Bu biraz sorun yaratabilir yine de. Çünkü öncelikle bir basmakalıptır bu: “Francalalı Fransız” basmakalıbıdır; sonra da, Fransız kültürünü bir mücerret işâretleyiciler koleksiyonu hâline getirmektedir. Dolayısıyla francala olacaktır,
French Cancan olacaktır; muhtemelen Proust, bu bir sorun değil, ama her şey tam olarak aynı tarzda düzleştirilecektir.
Yaşam tarzlarında mı?Yaşam tarzlarında.
Bu böyle, kültür artık yaşam tarzı ya da üslûbu hâline geliyor, çünkü uluslar ötesinde ya da yerel özgüllükler ötesinde konsensüs burada oluşuyor: “Yaşam tarzları”nda.Evet. Brüksel’de Avrupa Birliği çerçevesinde Avrupa kültürü meselesi gündeme geldiğinde, bir kültür komiserliği ihdas edilmesini önerenler oldu. Bunun akabinde, “Avrupa kültürü nedir? Hıristiyan mıdır?” meselesi çıkıverdi. Şudur budur derken, Avrupâî yaşam tarzını savunmak için bir komiserlik yaratıldı. Peki tamam, ama ya sonra, Avrupâî yaşam tarzı nedir? Davranışlardır…
Kafe teraslarında kahve içmektir…İşte.
Tam anlamıyla kitapta olmayan, ama şu söylediklerimizin aklıma getirdiği son bir soru sormak istiyordum size. Yine de desteklediğiniz bir tez var; o da artık mahremiyet mekânının kalmamış olması, artık mahremiyetin olmaması. Dolayısıyla, özellikle mahremiyetin her yerde olduğu ve özel yaşamın her yerde olduğu izlenimindeki öğrencilerin hissettiklerine ters gelebilir bu. Mahremiyet mekânının bir koruyucusu mudur kültür?Evet, çünkü kültür tam da zımnîliğin olmasını gerektirir, kamuoyunun erişemeyeceği bir şey her zaman olacaktır. Meselâ bir romanda ne şekilde kendimizi bulduğumuz. Bir romanı neden sevdiğinizi biriyle paylaşabilirsiniz, ama okuma zevkinde derinlemesine bireysel, derinlemesine kişisel bir taraf vardır. Her şeyin âşikârlaştırılması gerektiğine karar verildiğinde ise, derinlemesine kişisel olan o unsuru yitirirsiniz o zaman. Meselâ bugün psikanaliz gözden düşmektedir. Ya bilimsel olmadığı ya da insanların kazıklandığı vs. söylenir. Ve bunun yerine davranış psikolojisi konur. Yani analiz tedâvisinin yerine, sizinle aynı sorunu yaşadığı varsayılan kimselerle İsmi Saklı Alkolikler türünde toplantılar konur. Hepiniz herkesin önünde bu sorundan bahsedersiniz ve aynı
benchmarking’e varmalısınızdır. Tam olarak, burada elbette alkol bağımlılığına son verme olan hedefe doğru aşamalar vardır. Ama başka herhangi bir konu da olabilir. Dolayısıyla bu tür şeylerde ilginç olan, kendinin o teşhiridir; kendiliğindendir, gönüllü yapılır bu. Yani bu, size işkence etmek, size şunu veya bunu îtiraf ettirmek için polislerini yollayan devlet değildir hiç. Mahremiyetinizi anlatmaya siz kendiniz gelirsiniz. Bunu televizyon programlarında görürüz; her taraftaki mahkemelerde ve elbette
Facebook’ta görürüz; “
Privacy mi? Artık privacy’nin modası geçti. Herkes kamuya açık olmak istiyor” diyen Mark Zuckerberg’dir. Bu söz ondan gelince kötü niyetli bir şey görünüyor, ama doğrudur, derinlemesine doğrudur. İnsanları
Facebook’ta küçük hikâyelerini anlatmaya o mecbur etmiyor ki.
Ayrılmadan önce, Olivier Roy, size önemli gelen bir sözcüğü bu kâğıda yazmanızı isterdim. Yani ya söyleşide bahsedemediğimiz, ama önemli olan bir sözcük olabilir bu ve bundan bahsederiz; ya da konuştuklarımızın size esinlediği bir şey olabilir. Size kalem kâğıt vereyim. Ekleyecek bir şeyiniz yoksa, sâdece bir teşekkür de olabilir! Ama yine de bir ufuk açmamız gerekse, yaptığınız bu tespit ya da saptamadan sonra, ne tahayyül edilebilir?Yeryüzüne dönmek.
Yeryüzüne dönmek. Pekâlâ, öyleyse yeryüzüne dönerek bitirmeyi öneriyorum size. O zaman yazmanıza gerek kalmadı. Dâvetimizi kabul ettiğiniz çok teşekkürler ve bu söyleşi için çok teşekkürler. Bugünkü konumuz, Olivier Roy’nın Dünyanın Düzleşmesi adlı çalışmasıydı.Teşekkürler.
Biz teşekkür ederiz.
* Dünyanın Düzleşmesi kitabı üzerine “Humanités” sitesindeki söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.