Günümüzdeki demokrasi krizinin kökleri nedir? Çağdaş başkaldırıların eşzamanlılığını nasıl anlamalıyız?Médiapart’dan Joseph Confavreux, filozof Jacques Rancière’e, “demokrasi nefreti”nin hatlarını tahlil ettiği çalışmasının(Demokrasi Nefreti, çev. Utku Özmakas, İletişim Yay, 2017; La Haine de la démocratie, La Fabrique, 2005) yayımlanmasından on beş yıl sonra sordu. 3 Aralık 2019’da yayınlanan söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.Bütün kıtalarda birçok ülke başkaldırılarla çalkalanırken; Fransa, emeklilik reformunun da ötesinde neoliberal esinli reformların çoğalmasına karşı çıkan bir toplumsal harekete hazırlanırken; geleneksel politika ise ortak paydaları finans çıkarlarına itaat olan “ilericilikler” ile “otoriterlik”lerin birbirine alternatif olduğu sahte bir durumdan başka pek bir şey sunmaz görünürken, filozof Jacques Rancière “
hem hâkim düzene hem de bunu eleştirme iddiasındakilerin tembelliğine hizmet eden geleneksel kafa karışıklıklarını çözmek” için bu siyasi ve entelektüel yalpalamaları Mediapart’da ele alıyor.
Demokrasi Nefreti adlı kitabınızın yayımlanmasından on beş yıl sonra, o zaman tasvir ettiğiniz ideolojik dönüşüm nasıl bir yola girdi?Jacques Rancière : Tahlil etmiş olduğum “cumhuriyetçi” entelektüel söylemin temaları geniş ölçüde yayıldı; özellikle de geleneksel ırkçı argümanları cumhuriyetçi ve laik ideallerin savunulması biçimiyle sunmaktan nasıl bir çıkar sağlayabileceğini iyi gören aşırı sağın kendini güncellemesini besledi. Benzer şekilde, bir tür giyinmeyi yasak eden ve her birimize iktidarın gözlerine çıplak yüz göstermeyi dayatan muayyen sayıda özgürlük kısıtlayıcı önlemi haklı göstermeye yaradı.
Bu konuların hem hükmettikleri alanları genişlettikleri, hem de hâkim güçlere itaatkârlıklarını açıkça gösterdikleri söylenebilir. Demokrasiden entelektüel nefreti, her türden eşitsizliklerin baş döndürücü gelişmesiyle bireyler üzerindeki polis iktidarının büyümesinin basit bir ideolojik garnitürü olduğunu git gide daha fazla gösterdi.
Popülizm terimi, küçültücü kullanımında, demokratik yönetimi demokratik uygarlığa köstek olması şartıyla savunduğunu ileri süren o demokrasi nefretinin yeni yüzünü mü teşkil ediyor?Popülizm siyasî bir biçimin adı değildir. Bir yorumun adıdır o. Dünyanın hemen her tarafında saptadığımıza göre, bu sözcüğün kullanılması, devlet iktidarını şahsîleştirme ve güçlendirme biçimlerinin, ayrıcalıksız sınıflar bütünü olarak anlaşılan halktan gelen bir arzunun ifadesi olduklarına inandırmaya yarıyor. Hep aynı püf noktasıyla karşılaşıyoruz; devletlerimiz git gide daha otoriterleşiyorsa ve toplumlarımızda eşitsizlik git gide artıyorsa, elbette daha cahil olan, bir de üstelik ilkelliklerine yaraşır şekilde şefler, otorite ve dışlama vs. isteyen en yoksulların baskısı nedeniyle böyle olduğunu söylemekten ibarettir bu püf noktası. Trump, Salvini, Bolsonaro, Kaczynski, Orbán ve benzerleri, elitlere karşı isyan eden sokaktaki mustarip adamın ortaya çıkışıymış gibi muamele görmektedir. Oysa ekonomik oligarşinin, siyaset esnafı sınıfın, muhafazakâr toplumsal kuvvetlerin ve otoriter kurumların (ordu, polis, kiliseler) doğrudan dışavurumlarıdır.
Bu oligarşinin öte yandan toplumumuzun aşağı gördüklerine (çalışanların işsizlere, beyazların koyu tenlilere, erkeklerin kadınlara, ücra taşralarda yaşayanların metropollerdekilere) reva gördüğü tüm üstünlük taslama biçimlerine yaslandığı kesindir. Ama şeylere baş aşağı bakmak için bir sebep değil bu: Bugün dünyaya hükmeden yolsuzluğa batmış ve cânileşmiş iktidarlar, bunu her şeyden önce varlıklıların ve ileri gelenlerin desteğiyle yapmaktadır, nasipsizlerin desteğiyle değil.
Mevcut demokratik kurumların kırılganlığı karşısında çok kişinin açığa vurduğu endişe ve demokrasilerin sonunu ya da ölümünü ilan eden çok sayıda kitap sizde ne gibi düşünceler uyandırıyor?Mahviyatçı edebiyatı fazla okumuyorum ve peygamberlerin bizatihi sorumlusu oldukları felaketleri rahatlıkla öngörebilir konumda olduklarını söyleyen Spinoza’nın düşüncesi epey hoşuma gidiyor. “Demokratik kurumların kırılganlığı” üzerine bizi telaşa sevk edenler, demokrasi fikrini zayıflatan kafa karışıklığına bile bile katkıda bulunuyorlar. Kurumlarımız demokratik değildir. Temsilîdirler, dolayısıyla oligarşiktirler. Klasik siyaset teorisi bu hususta berraktır — her ne kadar yöneticilerimiz ve ideolojileri her şeyi karmakarışık etmeye uğraşsalar bile. Temsilî kurumlar tanım itibariyle istikrarsızdır. Demokratik kuvvetlerin eylemine muayyen bir alan bırakabilirler –sanayi kapitalizmi dönemindeki parlamenter rejimler gibi– ya da monarşik bir sisteme yönelebilirler. Bugün ortalığa hükmedenin bu son eğilim olduğu açıktır.
Beşinci Cumhuriyet kurumlarının bir birey hizmetine sokulmak için tasarlandığı ve elbette “hakiki” halkın “hakiki” temsilcileri olma iddiasındaki seçim kuvvetlerinin gelişmesine yol açma pahasına kendisi de ulusal ve uluslararası kapitalizmin iktidarına tamamen boyun eğen bir devlet aygıtının parlamenter yaşamla bütünleştiği Fransa’da durum tam budur.
“Demokrasilerimiz” üzerinde ağırlığını hissettiren tehditlerden söz etmenin o zaman iyice belirlenmiş bir anlamı vardır: Temsil sistemindeki istikrarsızlığın sorumluluğunu demokrasi fikrine taşıtmak; bu sistem tehdit altındaysa bunun nedeninin, fazla demokratik olması, cahil kitlenin denetlenemeyen güdülerine fazla boyun eğmesi olduğunu söylemek söz konusudur. Bütün bu literatür, nihayetinde, “basiretli” sol tarafından “illiberal demokrasi”nin adayına karşı “mâkul” demokrasinin tek siperi haline getirilen finans oligarşisinin adayı etrafında safların sıklaştırıldığı başkanlık seçimi ikinci turlarının uslu komedisi hesabına çalışmaktadır.
Modern kitle toplumundaki bireylerin sınırsız arzularını eleştirenler çoğaldı. Neden? Bu eleştirilerin siyaset yelpazesinin her tarafından gelmesini nasıl açıklıyorsunuz? Marion Maréchal-Le Pen [Jean-Marie Le Pen’in torunu ve Ulusal Cephe eski milletvekili] ile Jean-Claude Michéa [özellikle Orwell’in düşüncesi ve eserleri üzerine yazan filozof] aynı şeyi mi söylüyorlar?Soldan ya da sağdan versiyonları besleyen değişmez bir sert çekirdek var. Bu sert çekirdek önce, yoksulların tüketim kapasitelerinin ve iştahlarının tehlikeli biçimde geliştiği ve sosyal düzen için yıkıcı bir akıma dönüşeceği bir toplumun tehlikeleri konusunda alarm veren 19. yüzyılın gerici ideologları ve muhafazakâr politikacıları tarafından şekillendirildi. Gerici söylemin kurnazlığı buradadır: Bir hâdisenin var olduğunu dayatmak için onun sonuçlarına karşı alarm vermek: Eninde sonunda, yoksulların fazla zengin olduğunu söylerler.
Bu sert çekirdek kısa süre önce, bütün umutlarını işçi sınıfına bağladıktan sonra dağılma sürecine girince ona garez güden entelektüeller tarafından, cumhuriyetçi denen ideoloji tarafından “solda” tekrar işlendi. Asıl dâhiyane hamleleri ise, kolektif emek biçimlerinin imhasını, bizatihi toplumlarımızın merkezinden çıkan, emek ve yaşam biçimleri yok edilenlerin de bizzat taşıyıcılığını yaptığı “kitlesel demokratik bireyciliğin” dışavurumu gibi yorumlamaları oldu.
Yola buradan çıkınca, kapitalist hâkimiyet tarafından buyurulan bütün yaşam biçimleri tek bir derdin –bireyciliğin– sonuçları gibi yeniden yorumlanabilirdi — ki bunun için, o an canınızın çektiğine göre, iki eşanlamlı kullanabilirdiniz: Bunu “demokrasi” diye adlandırıp eşitlikçiliğin zararlarına karşı sefere çıkabilirdiniz; ya da “liberalizm” diye adlandırıp işe “sermaye”nin el atmasından yakınabilirdiniz. Ama bu ikisini eş değerde görüp kapitalizmi sıradan insanların tüketim iştahlarının çığırından çıkması olarak teşhis de edebilirdiniz.
Bizi yöneten mutlaklaştırılmış –bir yandan da bütünüyle otoriterleşmiş– kapitalizme “liberalizm” adını vermenin avantajıdır bu: Bir hükmetme sisteminin sonuçları, bireylerin yaşam biçimlerinin sonuçlarıyla özdeşleştirilir. Dolayısıyla, keyfine göre, toplumlarımızın halini yardımcı üreme teknolojisi ve eşcinsel evliliğiyle cisimleşen örf ve âdet kaybına isnat eden en gerici güçlerle ittifaka gidilebilmekte, ya da kolektif eylemlerin ve işçi ideallerinin yok edilmesinin sorumluluğunu küçük burjuva bireyciliğine taşıtmak için halis bir devrimci idealden yana çıkılabilmektedir.
Yasaları ve kurumları çoğu zaman göstermelik bir demokratiklik kınandığında, eşitlik fikriyle tamamen ilişiği kesmiş temsilî demokrasilerde uğranan hüsranın ardında hâkim sınıfların iktidarı icra edildiğinde ve bu durum eşitsizlikleri, hiyerarşileri ve otoriterlikleri daha da büyüten Bolsonaro ya da Trump tipinde kişiliklere alan açtığında ne yapılabilir?Öncelikle gereken, hem hâkim düzene hem de bunu eleştirme iddiasındakilerin tembelliğine hizmet eden geleneksel kafa karışıklıklarını çözmektir. Özellikle de, Marx’tan miras, “burjuva” demokrasisinin görünümlerini kınar görünürken aslında demokrasinin temsilî sistemle özdeşleştirilmesini onaylayan o
doxa’yla/kanaatle ilişiği kesmek gerekmektedir. Maskesi altında hâkim sınıflar iktidarının gerçekliğinin icra edildiği aldatıcı bir demokratik yüz yoktur. Bu iktidarın doğrudan araçları olan temsilî kurumlar vardır.
Brüksel Komisyonu vakası ve bunun Avrupa “Anayasa”sı’ndaki yeri, şeyleri açığa kavuşturmaya yetmeliydi. Temsil mefhumunun her tür halk oyu fikrinden tamamen ayrı tutulduğu uluslarüstü bir temsilî kurumun tanımı vardır orada. Anlaşmada o temsilcilerin kim tarafından seçilmesi gerektiği bile söylenmez. Aday gösterenlerin devletler olduğunu biliyoruz elbette; ama aynı zamanda bunların çoğunun dünyaya hükmeden ticaret bankalarının eski ya da müstakbel temsilcileri olduğunu da biliyoruz. Brüksel’deki kurumları çevreleyen binalardaki şirket merkezlerine şöyle bir göz atmak bile, temsilî kurumların ardında gizlenen ekonomik hâkimiyeti bize göstermek isteyenlerin ilmini büsbütün fuzûlî kılıyor.
Bir kez daha tekrarlarsam, Trump’ın kendini Amerika’nın derinliklerindeki feleği şaşmışların temsilcisi olarak yutturabilmesi zor olurdu; Bolsonaro ise derhal finans çevrelerinin temsilcileri tarafından hizaya getirildi. İlk iş demokrasi ile temsilin ve buradan türeyen bütün mefhumların birbiriyle karıştırılmasından kurtulmaktır — “temsilî demokrasi”, “popülizm”, “illiberal demokrasi”, vb. gibi. Demokratik kurumlar “popülist” tehlikeye karşı himaye edilecek değiller. Yaratılmayı ya da yeniden yaratılmayı bekliyorlar. Güncel vaziyette ancak hükümetlere bağlı kurumlar nazarında özerk karşı-kurumlar olabildikleri de açıktır.
Demokrasiden nefret, bir Bolsonaro’nun diktatörlük özlemi biçimini aldığı zaman, ya da “Avrupa anlaşmalarına karşı demokratik seçenek olamayacağı”nı söyleyen bir Jean-Claude Juncker’in uslu çocuk görüntüsünde, karşılaştırılabilir midir? Başka deyişle, demokrasiye yük olan tehditleri hiyerarşikleştirip ayırt etmeli miyiz? Ve bunu yapabilir miyiz? Veyahut, otoriter aşırı sağlarla halklarına baskı uygulamaya hazır kapitalist teknokratlar arasında sadece derece farkı olup bir doğa farklılığı yok mu?Bunun muhtelif biçimleri arasında aklınıza gelebilecek bütün nüanslar var. Mussolini veya Franco’dan Pinochet’ye ya da Geisel’e, dünün diktatörlüklerinin özlemini çeken güçlerden destek alabilir. Hatta bazı doğu ülkelerindeki gibi, “komünist” diktatörlüklerin gelenekleriyle kilise hiyerarşilerinin geleneklerini birleştirebilir de. Brüksel’deki teknokratların cisimleştirdiği ekonomik katılığın kaçınılmaz gerekleriyle daha basit bir biçimde özdeşleşebilir. Ama ortak bir çekirdek vardır hep.
Juncker Pinochet değil. Ama Şili’yi yöneten “neoliberal” güçlerin bunu Pinochet’den miras olarak devraldıkları bir anayasa çerçevesinde yaptıklarını kısa süre önce hatırladık. Avrupa Komisyonu’nun Yunan hükümetine uyguladığı baskı, Albaylar diktatörlüğüyle aynı şey değil. Ama o baskıya direnmek için Yunanistan’da seçilen “sol popülist” hükümetin bunu yapmaktan âciz olduğu ortaya çıktı.
Şili gibi Yunanistan’da da, dünyanın biraz her yerinde olduğu gibi, oligarşilere direnişin ancak temsilî sistem ve onunla bütünleşmiş, solcu olduğu söylenen partiler nazarında özerkliğini koruyan güçlerden geldiği ortaya çıktı. Bu partiler fiili olarak ehven-i şer mantığı çerçevesinde akıl yürütürler. Bu sürekli bozgun oligarşinin iktidarını artırma ve buna hakikaten karşı çıkmaya uğraşanların eylemini daha da zorlaştırma sonucuna neden olmasa, sevinmeye meyledebilirdik.
Bu sonbaharda dünyanın her tarafında yaşanan alevlenmelere nasıl bakıyorsunuz? Birçok kıtada vuku bulan farklı başkaldırılarda ortak sebepler ve saikler tespit edilebiliyor mu? Gerçek bir demokrasi talep eden “meydan” hareketlerine nazaran bu başkaldırılar daha sosyoekonomik gerekçelerden yola çıkıyorlar. Gezegenimizin hali üzerine yeni bir şey anlatıyor mu bu?Hong Kong’daki göstericilerin demokrasi talebi böyle bir evrimi yalanlıyor. Her halükârda, –sağlam fakat bayağı olduklarına hükmedilen– sosyoekonomik gerekçelerle, –daha soylu fakat uçucu olduklarına hükmedilen– gerçek demokrasi özlemleri arasındaki geleneksel karşıtlıktan çıkmak gerek. Finans iktidarıyla ve devlet iktidarıyla icra edilen tek bir hâkimiyet sistemi vardır. Meydan hareketleri ise güçlerini tam da sınırlı talepler ile sınırsız demokratik vurgunun birbirinden ayırt edilememesinden almışlardır. Bir hareketin demokrasi talebiyle başladığı nadiren görülür. Çoğu zaman toplu bir hâkimiyet sisteminin bir veçhesine ya da özel bir sonucuna (bir seçim hilesi, bir polis tâcizi kurbanının intiharı, bir iş yasası, ulaşıma ya da akaryakıta bir zam; ama bazen de bir parkın ortadan kaldırılma projesi) karşı bir şikâyetle başlar.
Kolektif protesto sokakta ve işgal edilen yerlerde geliştiği zaman, sadece itiraz edilen iktidara yönelik bir demokrasi talebi olmaktan çıkar ve gerçekten hayata geçirilen bir demokrasi (
demokracia real ya) vurgusu haline gelir. Bunun anlattığı ise esasen iki şeydir: ilkin, siyaset git gide daha fazla, bizzat ekonomi ile siyaset arasındaki ayrımın silinmeye yüz tuttuğu bir dünyalar çatışması çehresine bürünmektedir –eşitlikçi eylemin inşa ettiği bir dünyaya karşı eşitliksiz yasanın yönettiği bir dünya–; ikinci olarak da, vaktiyle demokrasiye ve eşitliğe ilgi göstermiş olan partiler ve örgütler, sadece bizatihi olayın içinden doğan kolektif kuvvetlerin doldurduğu bu alan üzerindeki her tür inisiyatifi ve eylem kapasitesini kaybetmişlerdir. Örgütlenme noksanlığı olduğu hep söylenebilir. O meşhur örgütler ne yapmaktadır peki?
Dünya ölçeğinde ayaklanmanın bir nevi rutinleşmesi, önemli bir karşı-hareket mi şekillendiriyor?Rutinleşme sözcüğünden fazla hoşlanmıyorum. Şu zamanlarda Tahran’da, Hong-Kong’da veya Cakarta’da sokağa inmenin hakikaten hiç rutine benzer bir hali yok. Her zaman daha yoksullaştırılan, horgörülen ya da baskı altına alınan halk kesimlerinin aleyhine şekilde, ayrıcalıklıların kârlarını teminat altına almak için çabalarını birleştiren farklı hükümet sistemlerine karşı çıkan protesto biçimlerinin birbirine benzemeye başladığı söylenebilir sadece. Özellikle Şili’de veya Hong-Kong’da elde etmiş oldukları yarını belirsiz başarıların, yerinden oynatılmaz bir düzen karşısında usulünce basit tepkilerden bambaşka bir şey gösterdiği de saptanabilmektedir.
On beş yıl önce, çevre felaketi beklentisi daha az öne çıkmaktaydı. Bu yeni ekolojik sorun, bazılarının gezegenin bir müzakere çerçevesinde kurtarılamayacağını izah ettikleri anlamda demokrasi sorununu dönüştürüyor mu?Zaten epey bir süredir hükümetlerimiz dünya işlerinin sıradan vatandaşlara emanet edilmesini yasaklayıp, bunlarla kriz idaresi uzmanlarının ilgilenmesini buyuran elikulağında kriz mazeretiyle iş görüyorlar: Aslında bu krizlerin sorumluları ya da suç ortakları olan finans ve devlet güçlerinin ilgilenmesini yani. Çevre felaketinin onların argümanlarının desteğiyle geldiği açık. Ama devletlerimizin küresel sorunlarla sadece kendilerinin yüzleşebileceği iddiasının bu hedefle orantılı kararları bireysel ve kolektif olarak almaktaki âcizlikleriyle yalanlandığı da açık. Dolayısıyla toptancı talep esas olarak, kâh burada bizim için fazla karmaşık bir siyasi sorun olduğunu, kâh bunun geleneksel siyasi eylemi kadükleştiren bir sorun olduğunu bize söylemeye yarıyor. Böyle bakılınca, iklim sorunu politikayı polis/site içinde massetmeye yarıyor.
Bunun karşısında ise, sorun her birimizi ilgilendirdiğine göre bununla ilgilenmenin her birimizin elinde olduğunu ileri sürenlerin eylemi vardır. Notre-Dame-des-Landes’daki gibi hareketlerin yaptıkları budur; iyice belirgin bir vakayı ele alıp sıradan vatandaşın iktidarını vurgulayarak, belirlenmiş somut bir hedefin peşinden nasıl gidileceğini teşhis ederler. Bir havaalanı projesinin iptali gezegen düzeyindeki ısınma sorununu halletmez elbette. Ama her halükârda, çevre sorunları ile, işler durumda bir eşitlikçi iktidarın icrası olarak anlaşılan demokrasi sorununu birbirinden ayırmanın imkânsızlığını gösterir.
Frédéric Lordon, son kitabında, özellikle “hissedilirin tekrar paylaşılması”ndan oluşan “aralıklara sıkıştırılmış bir politika”yı bilhassa içine kattığı ve “antipolitika” diye adlandırdığıyla arasına mesafe koyuyor. Politikanın ne olduğunu sizin tanımlama şekillerinizin bazılarına yönelik bu eleştiri ne uyandırıyor sizde?Kişisel polemiklere girmemeye önem veriyorum. Dolayısıyla yazmış olduklarım içinde herkes için net olmayan bazı noktaları vurgulamakla yetineceğim. Politikanın ancak aralıklara sıkışmış bir halde var olduğunu söylemedim. Bunun toplumların yaşamının kurucu ve sürekli bir verisi olmadığını söyledim; çünkü politika sadece iktidar değildir, herkesin iktidarı fikri ve bunun uygulamasıdır. Bu özgül iktidar ancak iktidarın normal icra biçimlerine ilaveten, ve ona karşıt olarak vardır. Politikanın ancak kolektif şenlik anlarındaki olağanüstülükte var olduğu, arada bir şey yapmanın gerekmediği ve ne örgüt ne kurum gerektiği anlamına gelmez bu. Örgütler ve kurumlar her zaman olmuştur ve daima olacaktır.
Neyi örgütlediklerini ve neyi kurumlaştırdıklarını bilmektir mesele; nasıl bir gücü hayata geçirdiklerini, eşitliğin gücü mü eşitsizliğin gücü mü olduğunu bilmektir. Eşitlikçi örgütler ve kurumlar, fiili olarak kendini saf halde nadiren gösteren ve herkese ait o ortak gücü geliştirenlerdir. Toplumlarımızın güncel durumunda bunların, ancak devlet iktidarının bir dayanağından ibaret olan temsilî sistem nazarında özerk örgütler, karşı-kurumlar olabildiği açıktır.
Son yirmi yılda dünyanın hemen her yerinde finans iktidarının ve devlet iktidarının hamlelerine karşı tüm seferberliklerin, kabul görmüş sol “örgütler”in örgütlenme kapasitelerinin çok üstündeki somut örgütlenme kapasitelerine tanık olunmasına rağmen “kendiliğindenci” diye nitelenen bu hareketlerin işi olduğu rahatlıkla saptanabilir (oralarda bir rol oynayanların çoğunun sahalardaki mücadele pratiğinde önceden yetişenler olduğunu da unutmayalım ayrıca). Bu ortak gücü süre içinde ayakta tutmanın çok zor olduğu doğru. Başka bir zaman, özerk projelerden ve eylemlerden oluşan bir zaman, artık ritmini devlet makinasının takviminin belirlemediği bir zaman yaratmayı gerektirir bu. Fakat ancak var olanı geliştirebiliriz. Süre içinde ancak, ne kadar az ve ne kadar kısa sürmüş de olsalar, mümkünün sahasını gerçekten değiştirmiş eylemlerden yola çıkarak inşaya geçebiliriz.