Norveçli ünlü caz piyanisti Ketil Bjørnstad’ın, kitapları dünyanın farklı dillerine çevrilen başarılı bir yazar olduğunu Metis Yayınları’nın bu yıl içerisinde yayımladığı iki kitabı ile öğrendik.
Müzik Uğruna ve
Düşüş, Bjørnstad’ın farklı dillere çevrilmiş ve olumlu eleştiriler alan iki romanı. Hayatını konser piyanisti olmaya adamış, ergenlik çağında Aksel ve çevresindeki diğer gençlerin büyüme sıkıntılarını anlatan büyüme sıkıntılarını anlatan
Müzik Uğruna’nın ardından, Norveççede 1999 yılında yayımlanan
Düşüş adlı roman yayımlandı. Karısının kendisini terk etmesiyle, hayatı paramparça olan Erling Fall’un bildiği yöntemlerle hayatını yeniden kazanma mücadelesini anlatan
Düşüş, kapsamlı bir ‘modern toplum’ eleştirisi içeriyor. Müzisyen ve yazar kimliklerini başarıyla taşıyan Bjørnstad’la, kaçınılmaz olarak hem müziğini hem de edebiyatını konuştuk.
Sanat hem bir ifade yöntemi, hem de bir varoluş biçimi olarak nitelenir. Siz bir yazar, aynı zamanda da ünlü bir müzisyensiniz. Yazmak, müzikle yakaladığınız sese ya da varoluşa ne kattı?Yıllardır, bu iki ifade biçimimi birbirinden ayırmaya özen gösteriyorum. Tabi, hem metni hem de müziği birleştiren bazı şarkılarım hariç. Aynı anda iki türde ürün vermek zorlu bir çaba. Çünkü bir yandan da zamanı iyi ve akıllıca kullanmayı gerektiriyor; özellikle roman yazarken. Müzik ve edebiyata ayna anda emek vermenin şöyle bir tarafı da var: Bu alanlardan biri hakkındaki bilgi birikimi diğer alandaki ürün verme sürecine her zaman katkıda bulunmuyor! Yine de bazı estetik yaklaşım biçimlerinin benzer olduğunu söyleyebilirim.
İkili kimliğinizle devam etmek istiyorum: Bir yazar olarak mı yoksa müzisyen olarak mı insanlara daha etkili biçimde ulaştığınızı düşünüyorsunuz?Her iki alan arasında bir öncelik belirleyemem. Her iki sanat formu da benim için eşit değerde. Müzik mükemmel bir şekilde, doğrudan bir etkiye sahip. Yarattığı duygusal etki anlık bir iletiyle oluşuyor. Bir kitap okumak (ve yazmak) ise, yavaş yavaş ilerleyen bir süreç; normalde ifade edilmesi hiç de kolay olmayan şeyleri ifade edebilme olanağı sağlıyor. Bir yazar için, tek bir okurun bile verdiği tepki, koskoca bir konser salonunu dolduran binlerce seyircinin vereceği tepki ile aynı önemde ve değerde.
Bizim Kuzey Avrupa’ya ilişkin intibaımız, sizin son derece yabancılaşmış bir kültür yarattığınız yönünde. Bu konuda ‘içeriden bakışınız’ nedir?Evet bana kalırsa da, kuzeyde, hem doğal ortam hem de yerleşim düzeni nedeniyle biraz daha fazla yalnızlığa mahkûm gibi insanlar. Koskoca Avrupa kıtasında, hepi topu 4,5 milyon Norveçliyiz. Bu da kaçınılmaz olarak melankoliye yol açıyor. Ama mesela Norveç’in en kuzey bölgelerinde yaşayan halk kışın sürekli karanlık geçen döneminde bile gayet etkin bir sosyal yaşam sürdürüyorlar. Sürekli parti yapıp, birbirleriyle görüştükleri mekânlarda zaman geçiriyorlar. Tromsø şehri genellikle kuzeyin Paris’i olarak anılır.
Düşüş’te Erling Fall yaşadığı büyük kaybı telafi etmek için modern hayatın sunduğu ve empoze ettiği yolları seçiyor. Onun yaşadığı deneyimi nasıl değerlendiriyorsunuz?Düşüş esas olarak, kişinin kendisinden kaçmasını, en sorunlu duyguları ve düşünceleriyle yüzleşmekten çekinmesini konu alan bir roman. Gerçi, modern yaşamın büyük bir kısmı ‘kaçma’ eylemiyle alakalı. Bu yaşam biçimi bir anlamda, yeni şeyler satın almanın ya da yeni arkadaşlar ve sevgililer edinmenin sorunları çözeceğine ilişkin bir yanılsamaya dayanıyor. Medyanın ardı arkası kesilmeyen müdahalelerinin ötesine geçip de, gerçek anlamda ‘inan olma’nın ne anlama geldiğini anlamak ve ortaya koymak giderek güçleşiyor.
Düşüş romanının başkahramanı Erling Fall, ulaşması imkânsız olan bir tür kontrol arayışı içinde ve bu arayışı, sevme yeteneğini de yitirmesiyle sonuçlanıyor. Modern toplumun yapısına sinmiş olan en tehlikeli unsurların, sevginin yitirilmesi, bağlılığa dayalı ilişkilerin kurulamaması ve merhamet yoksunluğu olduğunu düşünüyorum. Erling Fall, uzun uzadıya bile düşünmeden bir katile dönüşüyor.
Müzik Uğruna’da, kapalı bir topluluk çiziyorsunuz. Bu topluluk sadece müzik ve performans yoloyla topluma açılıyor. Bu çizdiğiniz grup aslında müzisyenler topluluğuna mı referans veriyor?Bu küçük grup, aslında büyük tutkuların ve hırsların sorun yarattığı her türlü çevreye, örneğin sporcuların dünyasına göndermede bulunuyor. Bu genç insanlar mükemmele ulaşmak için çabalayıp duruyorlar ama farkında olmasalar da hâlâ birer çocuk olduklarından dolayı inanılmaz ölçüde kırılganlar. Esasında ben, otoriteler hakkında bir kitap yazmak isterdim; yanlış olsalar bile etkili olan otoriteler hakkında; onlarla nasıl başa çıkılacağı ve bu genç insanların kendi yaşamlarını nasıl kurabileceklerine ilişkin yol gösterecek bir kitap. Haruki Murakamis’in büyük ölçüde aynı konulara eğilen romanı Norwegian Wood’u benim için ilham kaynağı olmuştu.
Müzik Uğruna’da sorulan soruyu tekrar sormak istiyorum: Müzisyenler kimin için çalıyorlar?Müzisyenlerin gerçek hedefi, ifade edilmesi imkânsız olanı ya da öyle görüneni ifade edebilmektir. Hepimiz sıcak insan ilişkilerine, mucizelerin gerçekleştiği bir dünyaya ve gerçek anlamda iletişime hasret kaldık. Ve ben kişisel olarak, daima dinleyicilerim için çaldım; kim olurlarsa olsunlar.
Müzik Uğruna, gerçek anlamda deneyime dayalı olduğu için de etkili olan, sizin yazmış olmanızla da değer kazanan bir roman. Gerçekten deneyimleriniz romanınızı belirliyor mu?Evet doğrudan bir bağlantı var. Otobiyografik bir nitelik taşımıyor kitap, fakat ben de kendi yaşamımda, kitapta sözünü ettiğim güçlüklerin ve rekabetin hepsini yaşadım ve farklı farklı ototritelerle mücadeleye giriştim. Bu kitabı yazabilmem için uzun yıllar geçmesi gerekti açıkçası.
Yazarlığınızın bir yönü de başka sanatçıların yaşamları. Sizin de bir sanatçı olmanız başka sanatçıların yaşamlarına özdeşleşici bir bakışla yaklaşmanızı sağlıyor mu?Sadece biyografi yazmış olmak için biyografi yazarlığına soyunmadım ama sanatçıların, söz gelimi Edvard Munch’un, Oda Krohg’un, Ole Bull’un ve Hans Jæger’in yaşamındaki gizli varoluşsal mücadele hakkında yazmak, kişisel olarak ilgimi çeken bir konu oldu. Bu tamamıyla kişisel bir yaklaşıma dayanıyor yani. Bu sanatçıların yaşamlarında, anlatmaya değeceğini düşündüğüm bir hikâye ve türlü türlü mücadele görüyorum ben.
Kitaplarınızın Türkçeye çevrilmesi konusunda neler düşünüyorsunuz? Ve bir de klasik soru: Türk edebiyatı ve kültürüyle tanışma fırsatınız oldu mu?Türkiye’yi gerçekten seviyorum. Kitaplarımın burada basılmış olmasından dolayı gurur duyuyorum. Türkiye bugün, dünyanın en ilginç ve hareketli ülkelerinden biri; doğu ve batı arasındaki iletişime dair, hem sorunları hem de farklı olanakları buluşturan çok renkli bir ortak alan. Türkiye’nin kültürüne hayranım ve toplumunuzun çok sayıda önemli sanatçı ve entelektüel figür yetiştirdiğini biliyorum. Nobel ödülünün bu yıl Orhan Pamuk’a verilmiş olması bu konuda verilebilecek örneklerden yalnızca bir tanesi. AB ve Türkiye arasındaki müzakereleri de yakından takip ediyorum; burada (İstanbul) da çok ilginç görüşmeler yapma fırsatı buldum. Hem ABD hem de AB ile aynı anda uğraşmak, doğru ya da yanlış, onu bilemem ama, gerçekten çok ilginç. En önemli nokta ise kimliğinize ihanet etmemeniz. Bence bugün dünyanın pek çok ülkesinin başında olan bir dert bu.