Birçok kişiyi, çevreyi şaşırtan, meraklandıran “göç”ünle başlayalım istersen. İstanbul’u terkedip Diyarbakır’a yerleşmenin sebebi ne? Tamamen ailevî bir mesele. Eşim Diyarbakırlı; İstanbul’da köpek gibi çalışmadan hayatımı idame ettirebilecek imkânım olsaydı, yazmaya, okumaya biraz vakit kalsaydı gelir miydim, bilmiyorum.
Neticede, Diyarbakır’a yazabilmek için gelmiş oldun...Bir nevi öyle. Ama bu tür kararları alırken bir sürü etken oluyor. Eşim Yozgatlı olsaydı oraya gider miydim, bilmiyorum. Elbette Diyarbakır’a gelecek olmak, bu kararı alırken olumlu bir etki yaptı. Çünkü burası mânası olan bir yer...
Bir hayal kırıklığı yaşadın mı? Senin kafandaki imgeyle karşılaştığın gerçeklik arasında ummadığın, beklemediğin bir farklılık oldu mu?Çok büyük beklentilerle gelmedim zaten. Hayatıma dair beklentilerim mütevazıydı, o yüzden hayal kırıklığı yaşamadım. Şehirle tanışınca şunu açıkça gördüm: Büyütülecek de bir şey yok, sonuçta bir taşra kenti. Tarihinden gelen bir kozmopolitlik, bir derinlik var, ama çok taşra karakterli. Bir kere muhafazakâr bir yer. Bu da iyi bir şey değil.
Diyarbakır, insanların sürekli politik olmak zorunda oldukları bir yer. Mesela, hakim siyasal söylem kadın özgürlüğüne çok vurgu yapıyor. Ama bu, günlük yaşamlarında karşılık bulamıyor...Muhafazakârlık her yerde muhafazakârlıktır. İstediği kadar devrimci olsun. Yine de bazı şeyler var. Diyarbakır’ın geçmişini çok iyi bilmiyorum, ama şöyle bir şey söyleniyor: Kadınlar, bu yirmi yıllık süreçte, yüz yılda zor kazanılacak bir hareket alanı kazandılar, büyük bir kazanım elde ettiler... Bunu çok itibar ettiğim insanlar da söylüyor. Akla da fazla uzak değil. Her toplumsal mücadele, belli bir ilerleme de getirir beraberinde. Hele buradaki gibi halka mal olmuş, belli bir karakter kazanmış mücadelenin beraberinde belli değişimleri getirmemesi zaten mümkün görünmüyor. Ben şehirle ilişkilendiğim yerden bakıyorum. Çok da açık, zevkli ve liberal bir şehir beklemiyordum, ama böyle ağır bir muhafazakârlık da beklemiyordum açıkçası. Tabii buranın nihayetinde Ortadoğu olduğunu unutmamak gerek. Tahran’a ya da Bağdat’a göre bayağı ileri... Her yeri kendi bulunduğu ülkeye göre değerlendirmek gerek. Türkiye neresi ki, Diyarbakır ne olsun? İç Anadolu’ya gitmiştim, biraz dolaştım, inanılmaz yerler. Ben Aydınlıyım, çocukluğum orada geçti, Aydın neresi ki Diyarbakır ne olsun? Muhafazakârlık bu coğrafyanın tümüne sirayet etmiş zaten. Acayip de gelmiyor bu durum. Ayrıca burada ciddi bir siyasî hareketlilik var diye, bir çırpıda değişmesinin beklenmesi de akıl kârı değil. Ben buradaki muhafazakârlıktan uzak kalmaya çalışıyorum, bu yüzden de çok az insanla görüşüyorum. Çünkü şehirle kaynaşmak, onun kurallarına göre adım atmak demek. Biraz yalnız kalmaya çalışıyorum, kendi alanımı korumak zorundayım... Velhasıl Diyarbakır bende şu duyguyu yarattı: Ona karşı korunaklı olmam lazım, onunla çok fazla bütünleşmem mümkün görünmüyor. Buranın havası bana biraz ağır kaçıyor, ya da ben onun karşısında biraz hafif kaçıyorum…
Tol'un kahramanı Türk solcusu, 12 Eylül cenderesinden geçmiş, sonra da Kürt hareketiyle birlikte yoluna devam etmek üzere Diyarbakır’a geliyor. Tol'u okuyanların çoğu, yazarın “o adam” olduğunu düşündü. Ve sen de Diyarbakır’a taşınıverdin...Bu tamamen tesadüf. Tamamen! (gülüyor)
Tol, 12 Eylül’den sonra Türkiye solunun içine girdiği şizoid durumu da özetliyor gibi...Bildiğimiz anlamda bir şizoid durum var ya, hani 12 Eylül’le alâkalı romanlarda, filmlerdeki dizge: Adam içeri girer, işkence görür, teşkilatla bağlantısı kopar, dışarı çıkar, sudan çıkmış balık gibidir, her şey değişmiştir, uyum sağlayamaz, şahsî hesaplaşma başlar, kâh intihar eder, kâh külliyen reddeder, kâh uslanır... Ben bunların hiçbirini yaşamadım. Çünkü sekiz yaşındaydım 12 Eylül’de. Fakat bu denklemi yaşayanların evladıyım. O şizoid durumu yaşamadım, ama katmerli bir şizofreni yaşadığımı söyleyebilirim. Bir anlam göçmesi... 12 Eylül’ün sillesini yemiş bir aileyi düşün, birçok anlamda çökmüş bir aile. Çok ciddi işkence görmediler, yıllarca içeride yatmadılar, ama o mâna dağılmasını yaşadılar. 12 Eylül’den önce acayip eğlenceli, iyimser, diri, değerlerine bağlı, muhabbetin gani olduğu bir aile ve 12 Eylül’den sonra hiçbiri kalmamış. Yani 12 Eylül sadece siyasî bir darbe değil, aynı zamanda günlük hayatı da parçalamış bir şey. Darbelerin pisliği de burada zaten.
Tol'da hani diyor ya: “Darbe, insanlara hesap-kitap öğretir.” Bu, işin asıl acı tarafı. Sonuçta teşkilatlar kurulur, dağılır, tüm dünyada olan şeyler bunlar, ama asıl önemli olan, insanların ruhlarında bıraktığı tahribat. O tahribatı yaşayanların evladı olarak ben açıkçası çocukluğumdan asla memnun olmadım ve bunun müsebbibi olarak annemi, babamı değil, devleti ve darbeyi görüyorum.
Kürtlerle ne zaman tanıştın?Solcu bir ailenin çocuğu olarak, sola kafa yormaya başladığım lise yıllarından itibaren Kürtlerle tanışıklığım var. Hareketin boyutlandığı zamanlarda, 1990’da üniversiteye girdim. Tam 1991’de, o ünlü newroz’un yaşandığı yılda, Ege Üniversitesi’nde kantine girerdik: Süphan nerede? Yok. Hüseyin nerede? Yok. Arkadaşlarım dağa çıktığı için, Kürtlerle omuz omuza siyaset yaptığımız için onlarla tanışmam erken oldu. Zaten 95 seçimlerinden beri blok yapıp duruyoruz. Ama hayatımda ilk defa nasıl tanıştığımı sorarsan, şöyle bir hikaye anlatabilirim sana: Hani mahalle savaşları olur, tel sapanlarla, tüftüflerle falan savaşır çocuklar. Bornova’da bizim yukarı mahalle de 1980’lerin başında epey göç almıştı, Kürtler yerleşmişti... O çocuklarla kavga ederken onlar bizi püskürttü. O sırada kafama acayip bir taş yedim; anında kan boşalmaya başladı. Arkamdan şöyle bağırdıklarını duydum: “Kürt Selo attı, Kürt Selo...” Kürtlerle ilk tanışmam, kafamı yarmalarıyla oldu yani. (gülüyor)
Tol'da da bir “yukarı mahalle” vardı...Çocukluğum bir mahallede geçti. Mahallede mesela Kurtuluşçu Ali abi gibi tipler vardı. Adam belki hayatında tek kitap okumamıştı, ama Kurtuluşçuydu. Yolda yürüdüğünde millet iki yana açılırdı. Delikanlılar devrimciydi. Öyle bir durum vardı.
Diyarbakır ve diğer doğu illerindeki korkunç yoksulluk görüntüleri seni nasıl etkiledi?Derin derin tahliller yapacak ne bilgim var, ne de durumum. Ama Diyarbakır’a “doğunun Paris’i” diyorlar ya, buraya geldiğimde hiç de Paris yoktu ortalıkta. Ne demek istediklerini Doğu Beyazıt’a giderken, Bitlis, Patnos gibi yerlerden geçmeye başladığımda anladım... Gerçekten, hukuken değil ama, fiilen bölünmüş bir ülke burası. Doğu Beyazıt’ta, Bitlis’te inanılmaz bir yoksulluk, inanılmaz bir sefalet var. Bırakılmış bir yer. Uzayda bir yer... Bir ülke, topraklarının bir bölümünü nasıl bu kadar sefil ve yoksul bırakabilir? Bu cinayet gibi bir şey. Karadeniz’i de biraz gördüm, hasbelkader Türkiye’yi dolaştım. Kimse “Türkiye’de yoksulluk var” demesin. Buradaki yoksulluk, Türkiye’deki hiçbir yere benzemiyor. Zehir gibi. Yoksulluk böyle olunca, yoksulluk olmaktan çıkıyor, ölüm-kalım meselesi oluyor, tamamen bir cinayet yani.
Bu sıralar neler yazıyorsun?Bir şeyler yazıyorum, ama ne yazdığımı ben de kestiremiyorum. Yazıyorum sadece. Ben önceden kuramıyorum.
Tol da öyle oldu, yazdıkça kendini inşa etti. Bence bir romanın sonunu baştan bilmek kötü. Heyecanı kalmıyor. Sonunu bildiğin bir şeyi niye yazasın ki? Ayrıca, ben yazar değilim. Kendimi öyle hissetmiyorum. Benim yazma sürecime çalışmak demek mümkün değil. Bir iş gibi ya da çalışma konusu gibi görmüyorum yazmayı.
Bazı yayınlara düzenli olarak yazıyorsun. Dolayısıyla bir yazarsın...Para kazanmak zorunda olan biriyim... (gülüyor)
Diyarbakır Gün adlı yerel gazetede dış haber sayfasını yapmaya başladın...Özlemiştim gazeteciliği. İnsanı diri tutuyor. Bir de ben hemen gaza gelen bir adamım. Burada insanlar bir şeyler yapmak istiyordu, benim de kafama yattı ve gazetede çalışmaya başladım.
Onun dışında neler yapıyorsun?Rakıyla aram iyi. Sigarayla mücadele ediyorum...
Siyasal anlamda kendini nerede görüyorsun? Anarşist bir tavrın var, ama bir yandan da Marksistsin galiba...Valla o konuda benim de kafam karışık. Üniversiteye yeni başladığımda anarşist olmuştum. Çünkü Doğu Bloku yeni yıkılmıştı, Romanya’da Çavuşesku 80 bin insanı öldürmüştü ve midem bulanmıştı. Sonra Troçkistlerle tanıştım ve Troçkist oldum. Bana hem anti-Stalinist ve özgürlükçü, hem de aşağıdan sosyalizme daha yakın gibi görünmüşlerdi. Yani Troçkistlerle birlikte hareket etmemin altında da anarşizan saikler vardı. Hâlâ da, genel itibarıyla devrimci Marksistlerin, yani Troçkistlerin, Leninizm ve Marksizmin bugün yaşayan geleneği olduğunu düşünüyorum. Tabii onların da aralarında bir sürü ayrılık gayrılık var ama... Eğer Marksizmle anarşizm arasında nerede olduğumu sorarsan, bana şu öncü fikri çok akıl kârı gelmiyor. Ben devrimlerin biraz da kendiliğinden, kitlelerin canına tak dediğinde olacağına inanıyorum. Elbette bir örgütlülük gerekli. Anarşistlerin de sicili pek iyi değildir tarih boyunca. İspanya İç Savaşı’nda, Troçkistler, Halk Cephesi hükümetine karşı çıkarken, “savaşmaya devam edelim” derken, anarşistler dört tane bakan vermişlerdi. Ve o dört bakanın olduğu hükümet, anarşistleri kesti...
Kendilerini anarşist olarak tanımlayan kesim, özellikle 12 Eylül sonrasında ve daha çok da 1990’lardan itibaren ortaya çıktı. Gençik arasında giderek yaygınlaşıyor anarşist hareket...Şimdi şimdi artıyor, şimdi şimdi samimi bir şey gibi görünüyor. Samimiyete vurgu yapıyorum, zira yenilgi dönemlerinde, yenilginin müsebbibi saydığın teoriye, siyasî hatta tepki duyarsın ve yeni arayışlara girişirsin. Hele bir de yorgunsan, çok da gücün kalmadıysa, bu daha da kolaylaşır. Türkiye’deki anarşizmin on yıl önceki hali, bir yenilgi psikolojisinden bağımsız düşünülemez. Şunu söylemek doğru değil belki, ama tanımlasın diye söylüyorum: Bir kaçış noktası gibiydi anarşizm. Şimdi şimdi ayaklarının üzerinde durmaya, gerçekten ciddi bir politik hat olarak hayatın içinde varolmaya başladı. Bunda tabii yeni toplumsal muhalefet hareketlerinin sesinin çıkmasının, gey-lezbiyen ve kadın hareketinin de etkisi oldu. Gerçi kadın hareketi son dönemlerde biraz kötü durumda... Çünkü feministler akla gelebilecek en talihsiz durumlardan birine uğradılar, yüz çevrildiler. 90’ların başındaki feminist eylemleri hatırlıyorum, o dönem kadın hareketi çok dinamikti... Dünyayı kurtaracak hareketlerden biri işçilerin ya da ezilenlerin hareketiyse, hemen ikincisi de kadın hareketidir. İnanılmaz derecede devrimci imkânlar taşıyan bir hareket. Vaktiyle bu tür hareketlere yakın kadınlarla konuşuyorum, “feministler mi, boşver onları” diyorlar. Erkeklerin zaten canına minnet. Erkekler, feminizmin dibe batmasından son derece memnun. Çünkü iktidarı kullanmaktan vazgeçmek o kadar kolay bir şey değil. Feminist hareketin bu ülkede çok güçlü olması gerekirken şimdi ortalıkta gözükmüyor. Bu, müthiş bir talihsizlik. Feministlerin güçlenmeleri, feministlere bakışın da değişmesi lazım.
Kendini yakın hissettiğin bir siyasî parti var mı?Bu benim açımdan iyi bir soru değil. Ben kendimi devrime ve devrimcilere yakın buluyorum. Dolayısıyla bu ülkede “bu düzeni değiştireceğim, kapitalizmi devireceğim” diyen herkese yakınlık duyuyorum. Zaten hayatım boyunca devrimcilerin hep bir araya gelmelerini, birlik olmaları gerektiğini savundum ve hayatımda herhalde ilkeli olarak savunduğum tek şeydir bu. Ama daha açık olmak gerekirse, hâlâ Troçkistlere yakınlık duyuyorum. Biraz da anarşistlere...
Troçkistler, alternatif küreselleşme eylemleri sırasında anarşistlerin camları, çerçeveleri indirmelerini nefretle kınıyordu...Birisi anarşistlerden nefret ettiğini söylerse, ben kıl olurum. Bakunin’in
Devlet ve Anarşi'sini çevirmiştim. Onun önsözünde şöyle güzel bir şey diyordu: “Anarşistler, dünyadaki devrimci hareketin vicdanıdır.” Kendini muhalif gören bir insan, o bankaların camı, çerçevesi inerken bundan nasıl nefret eder, nasıl mutlu olmaz? Ondan nefret edersen, o zaman HADEP’lilerin Kadıköy’deki eylemlerinden, Kürtlerin eylemlerinden de nefret edersin. Bu doğru bir şey değil. Bir kere şiddet, çok tehlikeli bir kavram. Bir şeyleri şiddet üzerinden düşünmeye başladığında, çok gerilere savrulursun. Şiddet düzenin kavramıdır, aynı terörizm gibi. Malûm, her kapıyı açan anahtar oldu terörizm... Kolombiya’daki FARC da terörist, İspanya’daki ETA da, yarın öbür gün, emin ol Marcos da terörist olacak. Başını kaldıran, isyan eden herkes terörist bu dünyada. Şiddet de öyle bir kavram. Mazlumun gösterdiği tepkiyi şiddet olarak tanımlayamazsın. Şiddet başka bir şeydir. Ne oranın, ne buranın şiddeti olmasın dersen, çok doğru bir önermede bulunmazsın. İsrail’le Filistin’i düşün, Hamas’ı düşün. Tak tak intihar eylemcisi kurban ediyorlar. Burada sen Filistin mücadelesine destek veren biri olarak, onun içinden biri olarak bunun doğru olmadığını söyleyebilirsin. Ama “Hamas’ın yaptığı terörizmdir” dediğin vakit, burada bir hata var. Önce İsrail’i teşhir etmek, Hamas’ı ondan sonra değerlendirmek lazım. Hamas’ı zerre kadar sevmiyorum, o ayrı bir mesele.
Neler okuyorsun şu sıralar?Buraya geldiğimden beri, Kemal Tahir’in –okumamıştım hiç– külliyatını devirdim.
Yorgun Savaşçı'da İttihat ve Terakki’yi anlatıyor. Onların subaylarının ne durumda olduklarını anlatıyor, adamlar sokakta yürüyemez haldeler. Halk nefret ediyor, asker görmek, savaşın lafını bile duymak istemiyor. Türk ordusunun bu kadar eli sopalı olmasının kökenlerini ben orada gördüm. Adamlar zamanında o kadar aşağılanmışlar ki, bir ikincisine izin vermek istemiyorlar. Ve halka, kitlelere duydukları güvensizlik biraz da bundan kaynaklanıyor. Çünkü yamuk bir durumda, halkın kendilerini tefe koyup çaldığını iyi biliyorlar. Ordu bugün de çok yalnız. Çok vatan-millet-sakarya yapıyor, ama bu ülkeye en az güvenen kurum da odur... Paul Auster’ı hiç okumamıştım, onu okudum. İran üzerine okumaya çalışıyorum. İran çok ilgimi çekiyor, dinî sistem falan bir yana, Ortadoğu’daki pek az şahsiyetli ülkeden biri... Roman okuyorum, bulabildiğim güzel kitapları okumaya çalışıyorum işte.
İçine kapanık bir insan gibisin. Ne dersin? Valla ben dışarıdan görmüyorum kendimi. (gülüyor) Zaten nasıl olduğumu bilseydim, sanırım daha olgun, daha hayatı beceren biri olurdum. Daimî bir çocukluk halinde yaşadığımı biliyorum sadece. Aslında o kadar da içine kapanık biri değilim. Muhabbetçi bir insanım ben. Muhabbetçiliğim, rakı içtiğim zaman tutuyor tabii. Hayatta en sevdiğim şey, masa donatmak, güzel mezeler eşliğinde içki içmek. Çok imrenirim, dostlarını arayıp soran, dost teşkilatı halinde yaşayan insanlara. Dünyanın öbür ucuna gitse bile bağını koparmaz, yaş gününü falan unutmaz, kutlar. Benim hayatım arkadaş öğütmekle geçti. Ben onları öğüttüm, onlar da beni. Çok sevdiğim dostlarım oldu, ama sürmedi. Onlardan çok özlediklerim var, ama dönüp dolaşıp kendi içime kapanıyorum. Profesyonel olamamak, daimî çocukluk, daimî bir amatörlüğe yol açtı bende. Daimî bir acemilik yani. Pazarlık yapamam, paramın üstünü isteyemem, yöneticilik yapamam, borç isteyemem... Hasan Ali Toptaş’ın
Kitaplık dergisine verdiği bir röportajda söylediği sözler beni göçertmişti: “Ben muzaffer edayla gezen, bir yere kendinden emin giren, hayata tepeden bakabilen, daimî komutan ya da daimî şövalye edasıyla gezen kadın ve erkekleri gördüğümde gözlerime inanamıyorum...” diyordu. Çok fazla neşeden ve çok fazla üzüntüden kaçmaya eğilimliyim, hemen panik oluyorum. Toptaş aynı röportajda, halk dansları topluluğunun gösterisine gidişini anlatırken aynen şunu söylüyor: “Sahneye çıktılar, ortalığı öyle bir neşeye boğdular, öyle bir şenlik yarattılar ki, yumruklarımı dişlerime bastırdım ve ağlamaya başladım.” Yani hiçbir zaman sahip olamayacağın ve o yüzden de asla inanmadığın bir neşe... Böyle bir şey. Hep bir bıçağın sırtında yaşıyorum yani. Ağız dolusu gülemiyorum, ulan amma ağladım, dibine kadar ağladım şeklinde ağlayamıyorum. Tam bir kasılma hali. Tutulma, felç durumu.
Tol'u okuyan kadın arkadaşlarımız, “kendimize ait hissetmedik, ama çok etkilendik” diyorlar...Aynı kaygıları kitap basılmadan hemen önce ben de yaşadım...
Tol gerçekten de biraz erkek...
Türkiye’de sol da hep erkek, değil mi?Evet, sol erkekti, üstelik de çok dandik bir erkek. Çok demokrat görünüp de, söz konusu kadınlar olduğunda hem acayip bir muktedirliği, tahakkümü, hem de acayip bir yavşaklığı, sırnaşıklığı bir arada götürmeyi becerebilen bir erkeklikti. Açık söylemek gerekirse,
Tol'daki bu türden bir erkeklik değil.
Tol'daki samimi bir erkek, delikanlılığı, efendiliği elden bırakmamaya çalışan bir erkeklik, muktedir olmayan, belki de muktedir olmaya takati kalmamış bir erkeklik. Ama bunun yanında, bayağı pornografik de bir erkeklik. O konuda açıkçası kendimi engellemedim, yani benim içimde ne varsa onu yazmaya çalıştım. Batıda, bir kolejde okumama rağmen, orada büyümeme rağmen, kadınlar, cinsellik benim için hiç de kolay olmadı. 22 yaşımdan beri arada bir erotik sinema, seks sinemaları üzerine yazar çizerim. Hayatta bildiğim, hakim olduğum pek az konudan biridir. Genel bir kasvet hali var ülkede, kadın-kadın, erkek-erkek ve kadın-erkek meselelerinde. Cinsellikle ilgili ne varsa, üzeri acayip kasvetli bir örtüyle örtülmüş sanki. İnsanları normallikten, doğallıktan çıkaran bir hali var cinselliğin. Dengeyi bulmak çok zor. Erkekler zaten beş para etmez, göçük durumda. Kadınlar da sevimsiz... İnsanı rahatlatan, mutlu eden bir durum yok ortada. Nereye baksan bir hastalık durumu var –hastalık kavramını da tırnak içine almak lazım tabii. Dengesizlik işte. Bir adam tanıdım, roman yazıyordu, “bu romanı yazıcam ve manken düzecem” diyordu. Bir de muhalif bir tipti. Böyle şeyleri kabullenemiyorum. Eskisi kadar rahat değilim, emin değilim hiçbir şeyden. Yavşak dolu ortalık...
Hayatına dair bir projen var mı, ya da hayatını projelendiriyor musun?Bütün mücadelem, kendimi içine kapalı bir proje olmaktan çıkarıp hayatla uyumlu bir proje haline getirmek. Çünkü benim kendime dair koyduğum ilkeler, sınırlar, yaşam biçimi, yani bir proje olarak Murat Uyurkulak, çok uyumsuz bir proje. Kapılar kilitli, nereye başvursam oradan başka bir yere gidemiyorum. Geçenlerde bir yerlerde yazdım: Dönüp dolaşıp kupkuru bir haysiyet kavramına saplanıp kalıyorum. Para biriktiremiyorum, rakıdan kopamıyorum, bir türlü durulamıyorum. Biraz durulmak istiyorum. Neticede 31 yaşındayım ve hâlâ genç sayılırım, ama ben kendimi genç gibi hissetmiyorum. Ben kendimi genç gibi hissetmek istiyorum oysa.
Anlattığın hepimizin hikayesi galiba... Zaten söylediklerimin hiçbiri bana has şeyler değil. Bunu bildiğim için, kendimi hiçbir zaman fasulye gibi nimetten saymadım. Binlerce, milyonlarca insanın yaşadığı şeyler söylediklerim. Dil konusunda kafam biraz işliyor, o kadar. Onun dışında hiçbir farkım yok. O yüzden ben yazar değilim, yazar olamayacağım da. Yazarlık bana pespaye bir şeymiş gibi geliyor. Edebiyata çok inandığımı söyleyemem. Edebiyat benim için tutunulacak bir şey olamadı. Olsa iyi olur muydu? Bilmiyorum…
Kendini “Tutunamayanlar”dan gibi mi görüyorsun?Hayır. “Tutunamayan” veya “tutunamamış” gibi görünenlere karşı da müthiş bir güvensizlik hissediyorum. Benim de siyah tişört giyip bilmem ne müzik dinlediğim dönemler oldu. Zaten bu ülkenin sorunu, alternatif yaşam biçimlerine izin vermemesi... Gidersin, bir yeri çevirirsin ve orada komünal momünal bir şeyler yapar, teskin olursun. Ama bu ülke patlamaya hazır bir bomba gibi. Çünkü kimsenin teskin olacağı bir ortam yok. Herkes bir yerden sonra babası, annesi gibi olmak zorunda kalıyor. Siyah tişört giyenlerin büyük çoğunluğu da öyle olmak zorunda kalıyor. Senin söylediklerinden şöyle bir şey çıkardım: Ben herhalde biraz keder veren bir adamım. Doğru, çünkü ben kederliyim. Çünkü hayatıma dair bir sürü konuda umudumu kestim.
Durumun aslında solun haline de benziyor. Tol'un bu kadar çok sevilmesinin nedeni, o ruh haline tercüman olması mıydı? Hep bir keder, bir kaybetmişlik... Çok zengin olup da sonradan fakir düşen bir insanın hali gibi...(gülüyor) Çok güzel, zaten Türk filmlerinde beni en çok duygulandıran ve ağlatan sahne budur işte. Cüneyt Gökçer oynuyordu galiba, çok zengin bir adam, tabii asil amaçlar uğruna yoksullaşır. Ve keman çalmaya başlar, bir zamanlar Vivaldi çalarken, meyhanelerde bilmem ne çalmaya başlar. Tabii filminin sonunda da, kemanını çalarak bir trene doğru gidiyordur... Anna Karanina misali. Bu kadar şeyden konuşuyoruz, ama şizoid durum bu işte. Bak şimdi, içimde bir öfke kabarmaya başladı. Hayır abi, o kadar da trajik değil. (gülüyor) Sonuçta mücadele etmeye çalıştığım bir şey var. Ve o oldukça, asla dibe vurmayacağım. Her zaman bir gücü, bir diriliği taşımaya çalışırım. Bu söyleşide biraz derinlere indik de bu kasvetli, karamsar sözleri söyledim, yoksa kimseye öldük, bittik falan demem.
İsmet Berkan, bizi ifrit eden bir yazısında “solculuk hastalıktır, solcular hep kendilerini kaybeden tarafta görüyorlar” demişti. O cümlenin ikinci kısmında doğruluk payı var mı? Neden eski solcular hep hüzünlü görünür?Sana keder veren görüntü bir tercihtir. Onun içinde bir güç vardır. Ve o tercih üzre devam etmekten kaynaklanan bir görüntüdür o. Görüntüden keder çıkarmak, kederlenenin problemi... Ben dört yıl
Radikal’de çalıştım. Ve Berkan o yazıları yazdığı sırada ben gazetenin ortasında “ben hastayım, ben hastayım!” diye bağırıyordum. Ona cevap verenleri de anlayamadım. Asıl yoksulluk, cevap verme gereği hissetmek... Bir kere, hastalık kavramı, çok faşist bir kavram. Tıbbî kavramların nasıl bir ezen-ezilen ilişkisini ürettiğine ya da siyasî literatürde nasıl kötü bir şekilde kullanıldığına dair bir yığın çözümleme var. İsmet Berkan’ın sözlerinde daha baştan bir sorun var: Neyin hastalığı? İnsanî bir durumun hastalığı mı olur? Veba mı bu? Kime göre hastalık? Ben Ertuğrul Özkök ruh hastasıdır desem, Emin Çölaşan cüzzamlıdır desem, olur mu yani? Şimdi ne alâkası var diyeceksin, ama bu ülkede vasat olmak iyi. Vasat olduğun sürece sorunun yok burada. Ama bunun ötesine geçersen, bunun ötesinde düşünmeye çalışırsan, orada sorun başlıyor. Fezaya gidebilir, yüz bilinmeyenli denklemleri iki saniyede çözebilirsin, ama vasat olacaksın. Çünkü bu ülke, vasatın ötesine geçenleri kendi çocuğu sayan bir ülke değil. Onları hain sayan, hasta sayan bir ülke burası. Ama vasat olacağıma, rezil olurum daha iyi. Bu ülke çocukluğumdan beri bana rahat yüzü göstermedi çünkü. Tamam, iyi bir okulda okudum, ama okul bir cehennemdi, çünkü zengin aile çocukları vardı orada. Ben kötü giysilerle gidiyordum, deodorant nedir bilmiyordum. İstediğim üniversiteyi okuma fırsatını bırak, bir üniversitede okuma isteği duyma fırsatı bile vermedi bu ülke bana. Onun için hayatım boyunca çalışmak zorunda kaldım. Garsonluk yaptım, anketörlük yaptım, pis pis işler yaptım –o işleri yapanlar dünyanın en güzel insanlarıdır, o ayrı. Ben çok şey beklemiyordum, lüks taleplerim olmadı hayatımda. Sadece karnım doysun, kimse bana bulaşmasın ve istediğim şeyi yapayım... Ve istediğim şeyi yapmak için otuz yaşıma gelmem gerekti, o da yarım yamalak, bir yığın sıkıntı, yara eşliğinde. Bu ülke, çocuklarını savunmasız bırakan, ama kendi haline bırakmayan, onlara güvenmeyen bir ülke ve üstüne bir de görev bekleyen bir ülke. Ben askerlikten yıllarca kaçtım, bu uğurda iki üniversite bıraktım. Hukuku 3’ten bıraktım, Sanat Tarihi’ne girdim... Allahtan, sonra bedelli vurdu. O parayı ödeyene kadar da ağzıma sıçıldı. Bu ülke gücü yetene vahşi, gücü yetmeyene barışçı bir ülke, dünyadaki bütün ülkeler gibi. “Yurtta sulh cihanda sulh”muş. Palavra... Diyarbakır’a geldiğimde vaziyeti görünce, o cinayetleri, baskıyı, asimilasyonu falan düşünüp şunu söyledim kendi kendime: Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiş olsun. Artık eskiden yaptıklarını asla yapamayacak. Kürtlere karşı eski politikayı uygulama şansı yok artık. Soğuk Savaş denkleminin tam ortasında, kimseye hesap vermek zorunda kalmadan, rahat rahat öttürüyordu borusunu, bir halkı silindir gibi eziyordu. Şimdi de aynı kirli saltanatı sürmek istiyor, direniyor, ama geçti o günler, bir kez daha geçmiş olsun.
Peki senin hayatın nasıl? Memnun musun?Sabah kalkıyorum zindan, akşam yatıyorum zindan! Hayatımda bir tek renk varsa, o da Mavi. Son beş yılım “normalleşme” çabasıyla geçti. Sokakta yürüyen herhangi biri olmak –tabii ki hâlâ sokakta yürüyen herhangi biriyim, sakalım dışında bir farkım yok– ama bunu içe de, kalbe de kabul ettirmek mevzuu işte. Olmuyor bir türlü. Sürekli gezmekten, seyahat etmekten konuşuruz. Çok sevdiğim bir editörüm var Metis’te, onun hakkını ödeyemem “Tol”un adam olması hususunda: Müge Gürsoy Sökmen. O “çok emin değilim, ama gezmek faydalı” demişti. Ben beş sene dış habercilik yaptım, hâlâ pasaportum yok. Çünkü tüm devlet dairelerinden nefret ediyorum, devlet dairesine giremem, hele hele Emniyet Müdürlüğü’ne…
Biraz abartmıyor musun?Hayır, hiç abartmıyorum. Bana diyorlar ki, “abi niye bu kadar kafaya takıyorsun, iki günde alıverirsin pasaportu”. Ama sen gel de o iki günü bana sor. Yolda polis gördüğümde evime kendimi zor atıyorum. Korktuğumdan değil, bana basıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti benim hayatıma hiçbir şey katmadı, aksine benden çok şey aldı götürdü. Bense sadece şunu bekliyordum: Bana karnımı doyuracak, üç satır da okuyup yazacak bir hayat ver, başka hiçbir şey istemiyorum, ne para, ne ev ne araba. Bu devlet onu da vermedi. Karnımı doyurmam için çok şey talep etti, yavşak olmamı talep etti. Bu talebi asla karşılamayacağım. Bana dedi ki bu devlet, arada bir gelip bana görün. Ama ben ona arada bir gidip görünmem. Ne ikâmetgah için, ne nüfus için, ne de başka bir şey için. Hayatım boyunca bir tek dava açmadım. Açabilirdim, ama mahkemelerle uğraşmak istemiyorum. Sağlığım ne durumda bilmiyorum, ama gitmedim hastaneye ve gitmem, gidemem. Vasiyet yazdım, bir gün kendimden geçersem, hastaneye götürmeyin diye. Hayatımda bir kez, on yaşımdayken böbrek hastalığı yüzünden çocuk hastanesinde yattım, o günler hayatımın en kötü günleri olmuştur. Bu ülkenin hastaneleri bile birer işkencehane. Abartıyorum belki, ama abartmak benim hakkım. Çünkü ben onu hissettim. İnsanca değil bu kurumlar. Türkiye Cumhuriyeti, çok gecekondu bir ülke. Bu ülkede devletten korkmayan bir insan olduğuna inanmıyorum. Çünkü bu korku, çok kadim bir korku. Korkan insan rahat olur mu? Ben bunu ötelemişim, devletle işim olmaz demişim. Milyonlarca insan bu devlet dairelerinde heba olup gidiyor. Ben devlet dairesine gidemiyorum, çünkü bünyem kaldırmıyor. Diyebilirim ki, benim sorunum, senin sorunun bir türlü iktidara ikna olamamak. Zaten ikna olamamışız; bir kez ikna olamadın mı, gerisi büyük bir kin. Konunun dışına çıkacağız belki, ama şunu söyleyeyim: Seattle sürecinden çok umutluyum. Bazı devrimci arkadaşların “onlar bir işe yaramaz” dediklerini duyuyorum. Seattle sürecini önemsemeyen bir devrimci olmaz. Eleştirirsin, ama gözünü kulağını orada tutacaksın. En son Cancun’da Koreli bir işçi harakiri yaptı. Ve bu adam yazan çizen bir adamdı. 55 yaşında bir köylü. Bunlar önemli şeyler, yalnız olmadığımızı hissettiren şeyler. İktidara ikna olmayan bir tek sen ben değiliz yani... İnsaniyet ya da insanlık uygarlığı diye bir şey varsa, biz kazanacağız. Eğer böyle bir şey yoksa, hepimiz öleceğiz. Burjuvalar ne yaparlarsa yapsınlar, isterlerse Mars’a gitsinler, bizim de “bir ihtimal daha var, o da devrim mi dersin” diye şarkılar söyleyeceğimiz günler olacaktır. Ya biz kazanacağız ya da dünya yok olacak...